Bir ilk roman, bir dev roman: Ahraz

Ahraz

DENİZ GEZGİN

Yapı Kredi Yayınları
Haziran 2024
152 sayfa

19 Aralık 2024

ŞERİF MEHMET UĞURLU

Genellikle yazarların ilk kitaplarıyla ilişkileri biraz sıkıntılı olur. Toyluğun yahut fazla kaçmış bir cesaretin izleri sonradan bir kambur gibi sahiplerini takip eder. Bence bu dertten mustarip olmayan yazarlar şanslı kimseler olsa gerek. Deniz Gezgin de onlardan biri. Yazmış olduğu ilk romanı Ahraz, edebiyatseverlerin kulaktan kulağa dolaşan tavsiyeleriyle zamana yenilmeyen, güçlü bir metin olduğunu kanıtlamaya devam ediyor.

Roman daha en baştan metinler arası bir bağla kolay lokma olmadığını bize gösteriyor desek yeri. Kitabın başında, yaradılış kıssasından bir örneğe girmeden ilginç ve kışkırtıcı bir soru bizleri karşılıyor: “Şeytan yükümüzü sırtlanan günah keçisi değilse nedir?” Bu soru eşliğinde şeytanın Tanrı huzurundan kovuluşu anlatısına çok kısaca yer verilmiş. Kitabın anlatısıyla direkt bir bağı olmayan bu mit aslında kurgunun ruhuyla ilintili bir girizgâh. Daha en baştan verili bir kültür algısının kitapta söküme uğratılacağı buradan belli oluyor. Şeytan arketipinin zihindeki bütün verili temsilleri kötü/şer kodlanmıştır alışıldığı üzere. Bir soru cümlesiyle ilk çeldirici buraya yönleniyor. Bunu Ahraz’ın ilerleyen sayfalarında daha net bir şekilde görebiliyoruz.

Kitap Adile adında çöp toplayıcısı bir kadın ve oğlu İsrafil’in hayatından kesitleri konu ediniyor. Adile ve oğlunun ötekiliği üzerinden işleyen kurgu romanın ana aksı diyebiliriz. “Kimdir bu Adile, neden bu halde?” soruları cevaplarını bulduktan sonra oğlunun neden ahraz yani sağır ve dilsiz olduğunu anlamaya başlıyoruz. Tüm bunlar bir kötülük atmosferinin içinde yanıt buluyor. Sebepsiz kötülük olgusu, hurafeler, haset, yazarın geniş ölçüde yararlandığı mitoslar dinî, okültik verilerle birleştiğinde okuru içine çeken bir yapıya dönüşüyor.

Roman bir kıyı kasabasının enfes tasvirleriyle başlamakta. Yazar bütün eser boyunca dili kullanışındaki maharetini, betimlemeler ve masalsı anlatım biçimiyle görünür kılmış. Gerçek yer isimleri kullanılmasa da, ilerleyen kısımlarda bazı bilgiler sayesinde Ege’de bir kıyı kasabasının mekân olarak seçildiği anlaşılıyor. Karşı adaya göçenler, buraya sonradan gelip yerleşenler ikiliğiyle bunu daha net kavrayabiliyoruz. Bu bilgiler bize roman kahramanlarından önce verilerek onların başına gelenlerin bu mekânın karakteriyle güçlü bağını gösteriyor. Adile ve İsrafil dışarıdan bakıldığında normal bir sayfiye kasabasının içindeler. Görünenin ardındaysa ‘ötekileştirme’ ve ‘organize kötülük’ ile bir cehennem beliriyor karşımızda. Kişiler özelinde kötülüğün tavır alışlarını görmeden önce Deniz Gezgin’in kasaba halkıyla ilgili geniş odaklı bir tespitini okuma fırsatı buluyoruz.

Uzun zaman önce denizsiz topraklardan gelenler, gidenlerin boşalttığı evlere, onların terk ettiği bahçelere yerleştirilmişlerdi; kurak bir çölden sökülüp getirilmiş, suyunu kökünde taşıyan bir bitki gibi denizin üstüne dikilmişlerdi. Kavruk kumlardan yoksunken ve alıştıkları kuru rüzgârların aksine burada üzerlerine hiç durmadan deniz esiyorken, köklerindeki suyu harcayıp bitirememiş, özleriyle yetinmişlerdi. Onca zaman geçtikten, bu topraklarda nice nesiller doğduktan sonra bile buraların havasında hep üşümüşlerdi. (s. 13)

Rumların bıraktığı, daha doğrusu terk etmek zorunda bırakıldığı bir coğrafyaya gelip konan bu kasaba halkı, aslına bakacak olursak yabancı/öteki temsilinin ta kendisi. Ancak kültürel bir hegemonya ve siyasi gelişmeler paralelinde hiç ait olmadıkları bir alanın köksüz sahipleri konumuna gelmişler. Romanda gerçek hadiselere, olgulara yer verilmiyor. Bu yönüyle Ahraz’ın Türk-Rum karşıtlığını kaşıyan siyasi bir tarafı olduğu düşünülmemeli. Kanımca Gezgin daha derinlerde insan olma halini, ontolojik yaraları ve ahrazları dert edindiği için gerçek hayatın bilgileri romanda eser miktarda geçiyor. Romanın ilerleyen kısımlarında kasabaya gelen papaz Vasil ve kızı Marika’nın öyküsü içinde sadece bir kez ‘İstanbul’ ifadesinin geçtiğini görüyoruz. (s. 136) Sanırım Gezgin eserini günlük siyasal çekişmelerin kısır döngüsüne yakın kılmamak için bu konuları flu bırakarak kitapta papazın ve kızının kasabaya sığınma sebebi olan savaş mevzuunu çok dar biçimde, sarih olmayan bir anlatımla işlemiş. Bu da Ahraz ile ilgili ilk olumsuz eleştirimizin nedeni oluyor.

Deniz Gezgin

İşte böyle bir kasabada babasıyla birlikte Gerence isimli bir balıkçı teknesinde yaşayan Adile annesi tarafından terk edilmiştir. Çöp toplayıcılığı yapan Adile günün birinde hamile kalır ve İsrafil’i doğurur. Soyaçekim gereği ilk başta Adile’nin kaderini paylaşması beklenen sağır ve dilsiz bir çocuğun bu çemberi kırma öyküsüne şahitlik ediyor okurlar. Üstelik biraz önce hızlıca geçiştirdiğimiz bu hamilelik hadisesi bence kurgu içinde dar boğaz olarak adlandırabileceğimiz bir nokta. Açıkça dile getirilmese de babası tarafından hamile bırakılır Adile. O ve ailesi zaten sevilmeyen figürler olarak kodlanmıştır. Oğlu doğduktan sonra hastalanır ve Adile’nin sadece ama sadece çocuğu için insanlara uzattığı yardım eli kasaba tarafından büyük bir öfkeyle geri çevrilir. Düşmanlık ve çatışma romanda tam da burada odağa oturur. Halk bu ana-oğulu şeytan/ifrit olarak bellemiştir. Uğursuz, lanet sahibi bir ikilidir onlar kasaba efradına göre. Ancak yazın turistik bir beldeye dönüşen bu yerde çöpleri, pislikleri toplayan kişiler olmaları yüzünden varlıklarına tahammül gösterilir. Zira hayati bir fonksiyonları vardır.

Kitap ana-oğul ikiliğini işlemesi bakımından bir yandan akıllara Meryem-İsa örneğini getiriyor. Bilindiği üzere, bu konuyla ilgili babasızlık ve Yahudi kavminin baskısına İslam dininin kutsal kitabında yer verilirken, Hıristiyan kaynakları da Mesih olarak kabul ettikleri İsa’nın insanlığın günahlarını, kir ve pas namına ne varsa ona iman etmek koşuluyla yüklendiğinin altını çizer. “Tanrı kuzusu” ifadesi buradan gelir. İnsanların günahlarını yüklenen bir kurban…

Ahraz’da gerek Adile’nin gerek oğlu İsrafil’in kasabanın çöplerini yüklenmeleri bu benzeşimi kuvvetlendiriyor. Kitapta kurgusal odak ilk başta Adile iken daha sonra oğul İsrafil’e ve onun erginlenmesi çizgisine dönüyor. Muğlak bir hamilelik ve insanlardan oğlunun hastalığı için istenen ilk ve tek yardım çağrısının reddiyle, Adile sığındıkları metruk eve yavaş yavaş kendisini hapseder. Oğlunun büyümesiyle beraber bütün işleri İsrafil devralır. Adile günden güne adeta bir böcek gibi kuruyup kalacak, kendini gönüllü bir ölüme bırakacaktır. Kitabın buraya kadarki reel aksiyonu Gezgin’in pek çok yerde gerçeküstü öğeleri kullanmasıyla devinim kazanıyor. Buna ilk akla gelen örnek Adile’nin bedduasıyla kasabada yaşanan olağanüstü doğa olaylarıdır. Bu durum kasaba halkının her menfi olayı onların uğursuzluğuna bağlamasını perçinliyor. Sonra İsrafil’i emzirmeye çalışırken uyuyakalan Adile’nin göğsünü bir boz yılanın emmesi ve sütten kesilmesi hadisesi verilebilecek örnekler arasında. Hıristiyan mitolojisinde yılan, Âdem ve Havva’nın cennetten kovuluşunun müsebbibidir. Kimi teolog ve yazarlar bu yılanı İblis olarak görürken, kimileri de Âdem’in ilk eşi olan Lilith karakteriyle özdeşleştirir.

… Rüyanın çekiciliği onu daha da derine çağırıyor, etini hissizleştiriyordu. Böylece yarılmış kalın taş duvarın oyuğundan sinsice çıkan ve sürünerek koynuna giren yılanı duymadı bile. (...) Yavaşça uzanan boz engerek boşta kalan memeye dayanarak kana kana içti can sütünü. (s. 17)

Kahramanların dünyaya ve onun kötülüklerine karşı aşılanması/büyük dönüşüm böylece olur. Yılan bu anlamda hem zehri hem panzehri taşıyan bilge varlığa işaret eder:

Yeraltı ve yeryüzü arasında yaşamını sürdüren yılan üç farklı katmanın karakteristik özelliklerini kendi bünyesinde barındırdığı zıtlıklarla yansıtır. Öncelikle ölüm ve kötülükle ilişkilendirilen kısmı yeraltını, yaratılış ve deri değiştirme özelliğiyle yeniden dirilme yeryüzünü temsil eder. Yılanın yeryüzünü temsil eden özellikleri ağaç, yumurta ve su gibi unsurlarla ilişkilendirerek hayatı, üremeyi ve doğurganlığı ifade eder. Bu üç taraf yılanın hem aydınlık hem de karanlık yüzünü ortaya koyar. Aynı zamanda yılan, aslanla birlikte hayvanlarla ilgili sembolizmin ilk sırasını paylaşır. Görüntüsü her zaman en iyi olanı en kötü şekilde temsil etmek için kullanılmıştır: Yaratılış, yenilenme, ölümsüzlük, ancak aynı zamanda da gerçeği gizleme, mutlak kötülük ve ölüm kavramlarını sembolize eder. Görüldüğü üzere, yaratılışı itibariyle yılan düalist bir yapıya sahiptir.

(“Dünya Mitlerinde Yılan”, Medine Sivri, Canan Akbaba)

Yılan semboliğinin dünya kültür tarihi ve mitolojisi içinde en genel manada üç temel nosyonu üstelendiği görülüyor. Bunlar yaratıcı, şeytani ve şifacı roller olarak sıralanabilir. Adile’nin roman içindeki misyonu İsrafil’in erginlenmesiyle yavaş yavaş sönümlenir. Bu erginlik onun gezintileri sırasında gördüğü bir kilise kalıntısındaki mozaiğe bakışıyla başlıyor romanda. Bir Ortodoks kilisesi olduğu anlaşılan yapıda duvardaki melek resmi onu çok etkiler. Meleğin kanatları, elinde tuttuğu ince sopası ve ucundaki kancada asılı olan bir balıkla vakur duruşu İsrafil’in imgeleminde derin manalar çıkardığı bir kaynağa dönüşür. İsmiyle müsemma, belki de İsrafil kendi numeni (noumenon) ile karşı karşıya kalır. Meleğin ayakucunda silik bir karaltı, bir siluet bulunmaktadır. İsrafil onu nedense yılana benzetir. Buna yılanla süt kardeşliğin çağrışımı olarak bakılması makul bir fikir gibi geliyor. İsrafil’in bundan sonra tek amacı meleğin elindeki balık gibi, kendi ifadesiyle bir ‘ölmez balığa’ sahip olma arzusudur. Burada devreye marangoz Yusuf karakteri girecektir. Yine İsrafil’in deyişiyle “Ağaç Adam”. Kasabanın içinden biri olmasına rağmen onlara uzak kalmış, eğreti durmuş, kimsesiz, dervişane bir adamdır o. Yonttuğu, şekil verdiği ağaç parçalarının ruhuna seslenen bu kişi daha ilk bakışta İsrafil’in içini okumuş ve ona yakınlık kurmuştur. İsrafil’e o çok istediği balığı tahtadan yontarak yapar ve bundan sonra romanın akışında aracı bir devre olarak vazife görür. Kahramanımız İsrafil’in Adile’den Marika’ya uzanan bağlılığında bir aracı devre. Erginliğin tamamlanışı ise Papaz Vasil ve kızı Marika’nın kasabaya sığınması sonrasında İsrafil’in Marika’ya duyacağı aşkla nihayet bulacaktır. Aşk onun ruhani duyargalarını sonsuz bir açıma sahip kılar. Deniz Gezgin’in burada aşk temasını seçmesi klişe olarak görülebilir. Ancak duyma ve konuşma edimlerinden mahrum dünyaya gelen böylesi bir personanın kabuk değişiminde çok güçlü bir duygu olan aşkın seçilmesi anlayışla karşılanmalı bana kalırsa. Üstelik balık mevzuunda yazar tarafından bunun ilk adımı olarak aşktan evvel vicdan teması kullanılmıştır. Ölmez balığın peşinde denizde balık yakalamaya çalışan İsrafil bir balığın ölümüne neden olur. Bunun vicdan azabı onun istikamet belirlemesinde dönüm noktalarından biridir.

Her şey bu hisle başladı, elleri daha da büyüdü, sonra ani bir dürtüyle yerdeki kamışı kavrayarak tek hamlede bir mızrak gibi sapladı can yoluna balığın. Kabil’in Habil’e kıydığı aletle, çamurdan söktüğü ibretle kesti soluğunu İsrafil kokmaz balığın. Dev avuçlarında kamışın sürtündüğü oluğun sızısını duyuyordu. Sanki aldığı can, yarasına saklanmıştı şimdi de ve bir kez daha yürek yüreğeydiler. İçindeydi kokmaz balık, avuçlarının içinde, orada çürüyecekti, kim bilir… İlk gözünden başlayacaktı belki de kokmaya. (s. 74)

Deniz Gezgin’in Ahraz’da izlediği şemanın Amerikalı yazar Joseph Campbell’ın ünlü eseri Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ndaki şemaya benzerliği dikkatimi çeken bir başka nokta oldu. Çağrı, eşik ve mentor adımlarının birebir uyumu ve bir dönüşümün ta kendisi, onu bu izlekle örtüştüren adımlar olarak görülebilir. İsrafil’in Marika’yı tanıması, sevmesi ve aralarındaki yakınlaşma, kitapta tıpkı babayla kurulan ensest ilişkiyi fısıldayan satırlar gibi sembolik bir dille anlatılmış. Bu çiğ ve bayağı olarak görülebilecek eylemlerin kitabın atmosferinde göze batmasını başarıyla bertaraf etmiş. İsrafil’in sesten ve sözden uzak dünyası çizilirken tahayyül ve hissedişlerin gücü doğal olarak ağırlık kazanıyor. Sembol demişken ayrı bir parantezi de iki nokta için açmak gerekecek. Birincisi kitapta bolca geçen ‘tuz’ ifadesi. Denizle, rüzgârla, nemle iç içe bir kıyı kasabasında her yerde, her şeyde bulunan, yapışan, biriken tuz. Aynı zamanda kasabanın çürümüşlüğüne, kokuşmuşluğuna denk düşen bir unsura dönüşüyor. Bir diğer nokta da yukarıda belirttiğim gibi yazarın kutsal kitaplarda adı geçen peygamberlerin yaşamlarındaki başat hadiselerden esinlenmiş olması. Bu da dikkatli okurların gözünden kaçmayacaktır. Bunlar arasında İsa, Nuh ve Âdem peygamberi net olarak seçebiliyoruz. (bkz. s. 52, 65, 164)

Anadolu kültüründe ahraz olmanın pek de sevimli bir yer işgal etmediği bilinir. Özellikle Osmanlı sarayında cellatların sağır ve dilsizler arasından seçilmesi buna bir olarak örnek gösterilebilir. Bunun sadece güvenlik tedbirleri açısından böyle olması sonucu değiştirmiyor. Ortak hafızaya kodlanan sessiz, karanlık, gaddar ve deli gücünde tiplemeler geride kalan.Deniz Gezgin’in bu algıyı kırmaya çalışması hoşuma gitti doğrusu. Ayrıca bir roman kurgusu içinde başkahramanı modellerken duyusal özelliklerden faydalanamadan bu işi başarmak kanımca o kadar da kolay bir iş değil. Sonuç olarak akışın yer yer ağırlaşmasına rağmen Gezgin’in tempoyu belli bir çizginin üstünde tutmayı başardığını düşünüyorum. Adile ile İsrafil’in yollarının adım adım uzaklaşması iyi işlenmiş. Bu onların iki ana karakter olmaları hasebiyle önemli bir nokta. Yazar buna değgin kısa bir pasajla da sebepleri sıralamaktan geri kalmıyor:

… Onları zıt yönlere savuran dildi. Adile’de eksik, İsrafil’de tamam olan hayat çeşmesi. Birini boşluğa, diğerini varlığa yaklaştıran bir anahtar. Adile doğduğunda hayat kapısı üstüne kilitlenmişti; anahtarı aramayı bir kez bile aklından geçirmedi. İsrafil bunu yaptı, gök renkli bir yoldaş ve ağaç elli bir rehber buldu; kapının karşısına, duvara çizdiği pencereden atlayarak bir bahçeye kavuştu. Düşlerle kendi oyununu kurdu. (s. 139. Ayrıca bkz. s. 160)

Ahraz’ı güçlü bir metin yapan kesinlikle dili. Etkisini yitirmeyen ve gittikçe kulaktan kulağa salık verilen bir roman olması, okurlara rafine bir edebiyat hazzını yaşatmasından ileri geliyor. Birkaç sayfa dışında aşırıya kaçan, ağdalı bir söyleyişi, pelüş bir romantizmi göremiyoruz. Gerçi bu kanı okurdan okura farklılık gösterecektir elbette. Yine de denge gözetilmiş diyebilirim sizin anlayacağınız. Ancak önemli bir nokta var ki, romanın tek handikabı olarak bunu es geçemeyeceğiz. O da kitabın sonuna doğru karşımıza çıkan bir odak kayması. Şöyle ki; kasaba halkından Zehra isimli bir karakterin son anda olay örgüsüne dahil olması ve onun hikâyesini –İsrafil’le ilintili bile olsa– dinlemeye başlamamız biçimsel bir hata bana kalırsa.

Sonuç olarak görkemli atmosferi, büyülü gerçeklikle bezeli iç burkan içeriğiyle kadim bir masalı okuyoruz Ahraz’da. Bu dünyanın kirini pasını, çamurdan mayamızın çürük tadını bu sayfalarda biraz olsun unutuyoruz. Siz de bu romana bir şans verin ve gerçekleri bir an olsun unutun. Tıpkı Deniz Gezgin’in de dediği gibi:

“Unutmak sağ çıkmaktır.”