Kevork’tan Artun’a miras kalan
“Kevork’un çocukluk yıllarında T’de yaşadıkları onu giderek hınç insanına dönüştürmüştür. Kabul görme arzusuyla geldiği İstanbul’da karşılaştığı sınıfsal ve kültürel uçurum daha da dışlanmış hissettirir. Sonunda, hissettiği bu derin öfkeyi önce kendisinden, sonra ailesinden çıkararak hayatta kalır.”

İllüstrasyon: Seda Mit (kitap kapağından ayrıntı)
Tanrım, beni neden terk ettin?
Matta 27:46
“Bu evde yabancı olmanın zor olduğunu, aynı zamanda yabancı olmaktan kurtulmanın kolay olmadığını öğreneceksiniz. Kendi ülkenizi özlerseniz, buralarda her gün onu özlemek için daha çok neden bulacaksınız; ama unutmayı ve yeni yerinizi sevmeyi başarırsanız, sizi kendi ülkenize göndereceğiz ve orada bir kez daha yersiz olacağınızdan yeni bir sürgüne başlayacaksınız.”
Maurice Blanchot, Sonradan Sonsuz Yineleme
“Babam bana baktı, çakısının ucunu elmalardan birine saplayıp uzattı. Gülümsedi. Az önce evde yıkadığım elmayı aldım, kırmızılığına baktım, iyi bildiğim tadını damağımda duydum. Isırıp ısırmayacağımı düşünürken bir şey oldu, içimde bir tel koptu, elmayı kaldırıp sininin ortasına bir top gibi fırlattım. Ayran tasının devrildiğini, elmanın yere düştüğünü gördüm ve arkamı dönüp koşar adım değirmenden çıktım” der Kevork, içinde kaynayan hakikatin dışavurduğu o yegâne andan sonra. Sokakta arkadaşı Vahan gerçek ana babasını dahi bilmediği için onu enayi olarak damgaladıktan hemen sonra usulca dönmüştür oysa eve.
Kevork, soykırımdan sağ kurtulan Devranyan ailesinin üçüncü kuşağındandır. Kadim bir aile geleneğinin kurbanı olduğunu henüz öğrenmiştir. Abi ve abla bildiği anne ve babası, doğar doğmaz onu dedesiyle nenesine vermiştir – Kevork ilk çocuktur, bir kurban gibi aile büyüklerine adanmıştır. Eve girdiğinde her şey her zamanki gibi görünür, ancak aynı zamanda “her şey birdenbire değişmiştir”. Artık dedesi olduğunu öğrendiği babası başını okşar; nenesi olduğunu fark ettiği annesini bir anlam arayışı içinde öper. Tereddüt içinde bu sırrın ardındaki nedeni arar. Korku, tedirginlik ve güvensizlikle kuşatılmıştır. Gündelik hayatına devam etse de, ruhunda bir kara delik büyüyordur. Ve nihayetinde sır Kevork’un üzerine çöker Unufak’ta. Sırrı düşünmeden geçirdiği bir an dahi yoktur. Dedesi, nenesi, anası, babası – hepsi gözünde bambaşka bir hal almıştır.

Unufak
İletişim Yayınları
Eylül 2024
277 s.
Kevork Devranyan doğup büyüdüğü topraklarda kıyıda kalmış olmak gerçekliğiyle yüzleşir. Üç kardeşinin yerine, dedesiyle nenesine o verilmiştir. İlk evlat olmanın bahtıdır bu. Annesiyle babası onu diğer çocuklarından daha az mı sevmiştir? Peki ya kardeşleri? Onlar bir arada büyürken, Kevork çekirdek Devranyanlar’ın uzağında kalmıştır. Zaten Azad ve Aram –anası ve babası– duydukları suçlulukla Kevork’tan kaçarak yaşıyordur. Bir zamanlar Devranyanlar’ın atalarına ikinci bir yaşam bahşeden, onların soykırımdan sağ kurtulmasını sağlayan değirmen, şimdi torunların hakikatten kaçmak için sığındığı bir karaltıya dönüşmüştür. Bir aileden ve ayaklarının altındaki bir zeminden yoksun bırakılmış bir “öteki”dir Kevork. Varlığının hem hatırlanmış hem de unutulmuş olması arasında boşluktadır. Kevork’un yaşadığı bu yabancılık bir varoluş sancısına dönüşür. Bu sancı Kevork’u hayat boyu takip edecek, ne T’ye ne de başka bir yere kök salması mümkün olacaktır.
“Bu ağaç altının yuvam olmasını isterdim” der Kevork, tıpkı kudretli bir ağacın kökü gibi, toprağı sımsıkı kavramak istercesine. Bir zamanlar kaçıp kurtulmak istediği T’yi ise şöyle anar: “Çok uzaktaki, ben farkında olayım olmayayım hayatım boyunca benimle, içimde taşıyarak gezdirdiğim yer orası. Hep yok olan, hep var olan, kovulduğum ve bir daha dönemediğim çorak toprak parçası. Artık bir ömürlük mesafede, toz toprak ve çamur içindeki o şehir benim evimdi. Benden öncekilerin tutunamadığı, benim de tutunamadığım yurt.” Şimdi en başa dönelim; Kevork’un kıpkırmızı elmayı fırlattığı o âna. “İçimde birikenlerin taşmasına engel olamadığım tek an o oldu” der bu ânı tasvir ederken. O kırmızı elmayı sanki ana babasına ilk günah(ların)ı hatırlatır gibi fırlatmıştır ortalarına. Bu çekirdek ailenin ilk yüzleşmesidir.
Kevork’un bir aileye –daha doğrusu kendi ailesine– eklemlenmeye çalıştığı sahneyse ikinci büyük yüzleşmesidir. T’den İstanbul’a göç eden ailesi onu geride bırakmaya karar vermiş, fakat Kevork gizlice trene binip onsuz gitmelerine engel olmak istemiştir. Kevork’a göre anasıyla babasının yapmaya cesaret edemediği hareketi o yapmış ve artık kavuşmaları için bir engel kalmamıştır. Ancak babası Kevork’u hışımla trenden indirecek, orada bir arabanın yanına gidip şoförden oğlunu nenesiyle dedesinin yanına götürmesini rica edecektir. Adam merakla, “Götürürüm, götürürüm, hemşerim, götürürüm de, sen öz babası mısın?” diye sorunca, Aram ilk kez, “Oğlan benim” diyecektir. Kevork’tan ilk kez “oğlum” diye bahsedecektir. Daha doğrusu, T’ye geri dönebilmesi için ona bir sıfat bulmak zorunda kalmıştır. Bu ilanla artık Kevork ne öksüzdür ne yetim, ne sahiplidir ne sahipsiz, ne evlattır ne torun. Dışlanmıştır. Babası onu şoföre teslim ettiğinde Kevork bir kez daha ailesinden kovulmuş olur. T’de giderek yeraltına çekilir. “Hep yok olan, hep var olan, kovulduğum ve bir daha dönemediğim” diye tanımladığı yurt, ailesi değil midir?
İlkgençlik yıllarına kadar T’de geçirdiği günlerde içinde büyüyen boşluk Kevork’un hayatında derin yaralar açar. Belki de Unufak’ta Kevork’un mağdur bilincine[1] en çok ilk bölümde yaklaşırız. Dışlanmış, kıyıda bırakılmış “öteki”nin adeta geçmişiyle konuştuğu bu ilk pasajlarda onun yerüstüyle bağının ne zaman koptuğuna daha yakından tanıklık ederiz.
Çekirdek Devranyan ailesi T’yi ve kadim meslekleri olan değirmenciliği geride bırakarak İstanbul’a göç ederken, geçmişle ve türlü felaketlerle bağlarını koparma gayretinde gibidir. Kevork da yıllar sonra, tıpkı ailesi gibi başka bir hayat umuduyla İstanbul’a gelir. Ancak karşılaştığı manzara bir hayal kırıklığıdır. İstanbul tıpkı Devranyanlar gibi, içinde hiçbir şeyin tutunamadığı, kök salamadığı derin bir kuyudan farksızdır. Kevork’un bilmediği bir dünyadır burası. Kardeşi Maro dışarıda erkeklerle görüşüyor, Harut dolandırıcılık yapıyor, anası Azad ve diğer kardeşi Asadur başka bir memlekette, başka imkânların peşinden koşuyordur. Belki de orada ailesiyle birlikte bir hayat kurmayı hayal etmiştir, ancak Devranyanlar ne İstanbul’a ne de birbirlerine tutunabilmiştir.

Bu yüzden Kevork, İstanbul’da T’den getirdiği katı kurallarla –bir tür erkeklik takıntısıdır bu– kendini inşa etmeye çalışır. Maro’ya abilik yapmaya niyetlenir; adeta ahlak bekçiliğine soyunur; kendine “helal süt emmiş, iyi aile kızı” bulmaya çalışır. Tüm çabalarına rağmen dikiş tutmaz. Bu tıkanıklık Kevork’un içindeki öfkeyi büyütür. Önce kız kardeşi Maro’ya, sonra eşi Anna’ya yönelir öfkesi. Bu öfke öyle derinleşir ki, Kevork artık bir faildir. Ardından sokağa taşar, ancak “yukarıya” değil, yeraltına doğru – kendisinden daha aciz olanı seçer hep. Kevork’u hiçbir zaman otoriteyle (ya da muktedir olanla) hesaplaşırken göremeyiz; ne dedeye, ne babaya, ne erkek kardeşe, ne de Ramazan’a –ki Ramazan, romanda muktedirin vücut bulmuş halidir, Türk’tür, külhanbeyidir– yöneltir isyanını. Kevork’un en küçük oğlu Artun, yaşı ilerledikçe bu çelişkinin farkına varmaya başlar:
Biraz daha büyüdüğümde beni asıl şaşırtan, babamın mahallenin serserisi Ramazan’a karşı hep suskun kalması oldu. İçip içip nara atan külhanbeylerinden, o eski usul sokak kabadayılarındandı Ramazan. Tam da bizim evin yakınında, çaprazımızda oturur, geceleri sarhoş olup var mı lan bana yan bakan diye bağırırdı. Bir filmden fırlamış, kötülüğünün altı fazla çizilmiş bir kabadayı tiplemesi gibiydi ama öyle değildi, başımızdaki gerçek, kanlı canlı belaydı. Hal böyleyken, babamın yarı boyuna gelen bu adama neden bir şey yapmadığını anlayamazdım. Aklım onun hakkından çok rahat gelebileceğini söylüyordu, ben doğmadan önce adamın tekini vurup cezaevine girdiğine dair bir hikâyeye kulak misafiri olmuştum ama neden hiç onun karşısına dikilmediğini, gecenin bir vakti Ramazan bağırıp çağırmaya başladığında neden yatak odasından hiç çıkmadığını düşündüğümde aklıma bizimkilerin o cisimleşmiş, neredeyse ete kemiğe bürünmüş korkusundan başka bir şey gelmiyordu. Yine de, evin içinde hiddetiyle yangınlar çıkaran babamla korkuyu özdeşleştiremiyordum […] Babam gibi gözünü budaktan hiç sakınmayanlar için dahi sınırlar vardı. Her köşe başında bir Ramazan varken ancak böyle hayatta kalabilirlerdi.
Kevork’un ürkütücü görüntüsünün ardında mahallenin külhanbeyi Ramazan karşısındaki suskunluğu, dönüştüremediği güçsüzlüğü ve acizliğiyle açıklanabilir. “İnsanın kendini sürekli başkalarıyla (‘onlar’la, ‘ötekiler’le, ‘saygıdeğer baylar’la, ‘uslu çocuklar’la, ‘bahtiyarlar’la) kıyasladığı, ama kıyaslamadan yenik çıkmaya mahkûm olduğu bir toplumsal ortamın iç dünyayı zehirleyebileceğini […]”[2] unutmamak gerekir. Kevork ne T’de ne İstanbul’da içindeki boşluğu dolduramaz. Unufak’ın en başında çam ağaçlarının altında sessizce ölümü bekleyen Kevork’un o ilk yüzleşme anında takılı kaldığını söylemek haksızlık olmayacaktır: “Madem gerçekten onların çocuğu değildim, annem ve babam, daha doğrusu nenem ve dedem beni severlerken, sevdikleri gerçekten ben miydim? Onlar yaşlılıklarında bir çocuk sahibi olma fikrini sevmişlerdi. Çocuk anne babasından ayrılarak sevilir mi? Peki ya annemle babam, onlar nasıl insanlardı ki çocuklarına sahip çıkmamış, onu kandırmış, onu bir mal gibi nenesine, dedesine verebilmişlerdi?” Kevork’un sorularındaki tınıyı bir de İsa’nın Baba/Tanrı tarafından terk edilmişliğiyle birlikte duymaya çalışalım: “Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, ‘Eli, Eli, lema şevaktani?’ yani, ‘Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?’ diye bağırdı.” (Matta 27:46) İsa’nın yalnızlığıyla Kevork’un feryadı anlatıda bir şekilde birbirlerine temas eder. Dahası, bu yalnızlık Kevork’un hayat karşısındaki yenilgisini derinleştirir.
Bu noktada yaşadığı çıkmazı, içindeki “ressentiment/hınç” duygusuyla birlikte değerlendirmeyi kıymetli buluyorum. Nurdan Gürbilek, Max Scheler’in hınç kavramını, “imkânsızlığın yol açtığı [bir] tıkanma”[3] olarak açıklar. Daha açık bir ifadeyle, “hınç daima bir acizlik, bir güçsüzlük hissiyle birlikte meydana çıkar […] Hınç yalnızca […] bir şeyin yokluğuna veya mahrumiyete duyulan bir tepki değil, bu yokluk ya da mahrumiyet hakkında bir şey yapamamaya duyulan tepkidir.”[4]
Peki, bu hınç hiç mi içe dönmez? Kevork hıncını bir “öteki” olarak gördüğü kendisinden hiç mi çıkarmaz? Meslek tutamayışı, eş olamayışı, babalığa soyunmayışı, kısaca tutunamayışı nihayetinde ağır çekim bir intihardan başka nedir? Kevork’un çocukluk yıllarında T’de yaşadıkları onu giderek hınç insanına dönüştürmüştür. Kabul görme arzusuyla geldiği İstanbul’da karşılaştığı sınıfsal ve kültürel uçurum daha da dışlanmış hissettirir. Sonunda, hissettiği bu derin öfkeyi önce kendisinden, sonra ailesinden çıkararak hayatta kalır. Zaten Kevork yaşamla bağını şöyle tasvir eder:
Sanki hayattan hep bir alacağım vardı ve onu asla tahsil edemeyeceğimi biliyordum, bu yüzden de herkese ve her şeye diş biliyordum. Haklıyken haklıydım, haksızken de haklıydım ama bunun mümkün olmadığını bildiğim için bir yandan da vicdan azabıyla kavruluyordum. Böylece gittikçe haklıyken de, haksızken de haksız oldum […] ıstırap çektim ama sadece ıstırap çekerken rahattım, beni en çok huzur huzursuz ediyordu.
Unufak dört bölümde, büyük Devranyan ailesinin geçmişinden çekirdek Devranyanlar’a, oradan da Kevork ve Anna’nın kurdukları hayata kadar uzanan bir anlatıyı takip eder. Her bölümde farklı karakterlerin bakış açılarıyla yaşananlar aktarılır. Romanın ilk üç bölümünde huzursuzluk, tekinsizlik ve güvensizlik anlatıyı adeta ele geçirmiştir. Okur bu yapının içinde boğuşarak nihayet son bölüme ulaşır. Tıpkı Kevork’un ıstırap içinde olduğu anlarda kendini rahat hissetmesi gibi, anlatı da ölüm haberini aldığımız son bölüme kadar ıstırapla örülüdür. Ta ki Artun’un sesine kulak verene kadar. Kevork susmuş, ardında bıraktıkları konuşuyordur. Ve hikâye bitti dediğimiz noktada, roman okuruna başka bir pencere açar: Hem iyi hem kötü, hem mağdur hem de fail olan babanın kaybı, çocuğun dünyasında nasıl bir yankı uyandırır? Kevork’un ölümü Artun için sadece günlük hayatlarının altüst olması değil, aynı zamanda “öyle ya da böyle” var olan aile bağlarının çözülmesi demektir.
Öte yandan, Devranyanlar’dan miras kalan aidiyetsizliği Artun da hissediyordur. Bu his okuruna travmanın sürekliliğine dair göz kırpmaktadır. Zira tüm Devranyan erkekleri, başka deneyimlerle de olsa aşağılanmışlığın ağır yükünü omuzlarında taşımıştır. Artun da tıpkı babası Kevork ve önceki kuşaklar gibi bu kırılgan kimliğin içine gömülür ve kendini sürekli eksik, tamamlanmamış hisseder. Şimdi artık Kevork’un oğlu bir başka dışlanmışlık haliyle, farklı bir tonla ama aynı hisle okura seslenmektedir:
Her gün, her saniye kendini açık eden, her salise farkına vardığımız ama yokmuş gibi yaptığımız, eşitmişiz, denkmişiz gibi davrandığımız, sözü edilmeyen sınırlar vardı aramızda. En çok akşam olup da hava karardığında, herkes için eve gitme vakti geldiğinde üzerimize çöken mahzunlukta açığa çıkan, bizim ayaklarımız geri geri giderken onların koşar adım evlerinin ışığına yönelmesini sağlayan tezattaydı sır. Biz öylelerden değildik, bunu biliyorduk.
Devranyanlar’ın üzerine 1915’te çöken felaket hâlâ sürmektedir, üstelik Kevork’la birlikte her şeyi ve herkesi yıkan bir hınca dönüşmüştür. Artun ise babasından ve önceki kuşaklardan devraldığı ötekiliğin içinde kendini bulmaya çalışırken sürekli bir boşluk ve dışlanmışlık duygusuyla mücadele eder. Kevork’un hatırlanacak bir geçmişi, kök salacak bir ailesi, dönüp gideceği bir memleketi yoktur; zaten ardında bıraktıklarından bunları da esirgemiştir. Görülme ihtiyacını bir türlü tam anlamıyla karşılayamamıştır. Hayatındaki her şeye –evlatlığa, kocalığa, babalığa– zorla sahip olmuştur; ne yaşamla uzlaşmıştır ne çevresindeki insanlarla. Ömrünün son demlerinde Kevork’a eşlik eden serçelerin birlikteliği, ona sıcak bir yuvanın gerekliliğini hatırlatır: “Herkesin bir yuvası var nihayetinde” der Kevork. “Dünyaya gözünü açtığı, ilk kez uyuyup uyandığı, büyümeye, boy atıp serpilmeye devam ettiği yer. Ayağımızın altındaki zemin o. Bir süre sonra darmadağın olsa da, hayat yavruları başka başka yerlere savursa da, herkesin ait olduğu bir yuva var.”
Peki ya sahiden bir yuvası var mıdır Kevork’un? Ayağının altındaki zemin, Vahan o büyük sırrı ortaya çıkardığı anda kaymamış mıdır? Ve sonra, babasının onu bir yabancıya teslim ettiği günün ardından Kevork’un yuvası neresidir?
“Karşı kıyıdan bir ses geliyor. Bir ses daha önce söyleneni kesintiye uğratıyor.”[5]
NOTLAR
[1] Bu terime Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili’nde, “Yeraltında Neler Var?” bölümünde değiniyor. Gürbilek, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet karakterinin, itilmişliğini ve hor görülmüşlüğünü hınç ve sinik bir öfkeyle aşmaya yeltendiğine dair detaylı bir analiz sunuyor. Ben de bu terimi Nurdan Gürbilek’ten ödünç alarak yaklaşmaya çalıştım Kevork’un dışlanmışlığına. Daha kapsamlı bilgi için bkz. Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, Metis Yayınları, İstanbul, 2021.
[2] Gürbilek, s. 158.
[3] Gürbilek, s. 153.
[4] Rahel Jaeggi, “Gerileme Tarzları: Hınç Vakası”, Cogito, sayı 107 (2022), s. 148.
[5] Maurice Blanchot, Sonradan Sonsuz Yineleme, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s. 92.
Önceki Yazı

Hermann Broch:
“Sürgündeki vizyoner”
“Broch bugün yaşasaydı bilimsel gelişmelerin bunca acıya sebep olduğunu düşünerek edebiyatın insancıl koynuna geri döner miydi?”
Sonraki Yazı

Türkçe bizim neyimiz olur?
“Muzaffer Şerif 1947'de son derece radikal bir kararla, içine doğduğu ülkeyle ve dille ilişkilerini bütünüyle kopardı, kırgınlığını bambaşka bir varoluş kabiliyetine dönüştürdü... Muzafer Sherif ismiyle ölene dek Türkiye’nin ve Türkçenin yüzüne bir kez olsun dönüp bakmadı.”