Kerem Işık ile söyleşi:
“İnsan olmanın tuhaflığı”
“Sınır’ı yazmak üzere beni masanın başına oturtan itici güç, çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden fantastik hikâyeleri kendi gerçekliğimle birleştirip bu iki düşünsel katman arasındaki sınırları ortadan kaldırma çabasının verdiği heyecandı diyebilirim.”
Biyografinizde dikkatimi çeken bir noktadan başlamak istiyorum. Fizik yüksek lisansınızı “Kaos” üzerine yaptığınız tez çalışmasıyla tamamlamışsınız. İleriki dönemlerinizde bu çalışmanızın size faydası oldu diye düşünüyorum, ya da belki de zararı! Edebiyatla olan bağınızı “Kaos” üzerinden konuşmaya başlarsak eğer, bu bağı nasıl anlatırsınız?
Edebiyatla yıllar içinde giderek güçlenen –ve de güçlenmeye devam eden– bağım doğal olarak hayatımın farklı veçhelerinin etkilerini de taşıyordur. Buna salt eğitim hayatım üzerinden bakmak çok doğru olmaz, çünküçocuk Kerem’den tutun da, baba ya da eş olan Kerem’e ya da eğitim konusuna dönecek olursak, fizik yüksek lisansı yapmış Kerem’e kadar yaşamımın her dönemindeki ‘ben’lerin etkisi olmuştur mutlaka. Ancak sanırım analitik düşünceye yaslanan bir eğitim hayatı sürmüş olmam, kurguya ve herhangi bir metne başlamadan önce o metnin yapısına dair zihnimde şekillenen düşüncelere yaklaşımım ve edebiyatla olan ilişkim için önem taşımıştır diyebilirim.
Aslında Cennet de Yok, Toplum Böceği ve Iskalı Karnaval ile üç öykü kitabı ve Dünyanın Güçlü Tarafıile bir roman. Sıcağı sıcağına bahsedeceğimiz yeni öykü kitabınız Sınır. Çağdaş anlatıda çağdaş yaşama dair zemin artık çok değişkenlik gösterdiği için mi türler arası sınırlar belirginliğini kaybetti? Sınır’ı okurken kısa roman okuyor hissiyatıyla sarmalandım ve dedim ki, kısa roman tadında çok güzel öyküler okuyorum.
Kendimi bildim bileli türler arası sınırların hiçbir zaman kitabevi raflarında belirtildiği kadar net olmadığını düşünmüşümdür. Boş sayfaların başına şimdi bir öykü yazacağım ya da hadi şimdi de bir romana başlayayımgibi düşüncelerle oturmayız. Aslolan anlatmak istediğimiz hikâye ve bizi bu hikâyeye çeken meselelerdir. Gerisi sonra gelir.
Sizi Sınır’ı yazmak üzere masanıza oturtan sebepler nelerdi? Çok katmanlı bir kavramı tüm tanımları, tüm çağrışımları, tüm arketip unsurlarıyla yazmak istemişsiniz.
Sınır’ın hikâyesi aslında yıllar yıllar öncesine uzanıyor. İyi bir okur olma yolunda ilk adımlarımı attığım ortaokul yıllarına… O dönemde ağırlıklı olarak fantastik ve bilimkurgu türünde kitaplar okuyordum. Edebiyatla aramda oluşan ve asla kopmayacağına emin olduğum bağın oluşmasını sağlayan metinlerin ortak yanları çoğu zaman çok netti: Asla var olmamış ve olmayacak mekânlar, isimsiz karakterler, zamansızlık hissi ve lokomotifliğini sınırsız bir hayal gücünün yaptığı büyüleyici hikâyeler. Tüm bunlar zamanla benim yazı dünyama da yavaş yavaş sızmaya başladı. İçinde yaşadığımız gerçek dünyaya yaslanan bir kurmaca mekân oluşturup bunu yıllar içinde geliştirme düşüncesi de benzer şekilde yıllardır yapmak isteyip bir türlü girişme cesaretini bulamadığım bir fikir olarak zihnimin bir köşesinde olgunlaşmayı bekledi. Ta ki yok-yer Ergöne’nin ilk hikâyesi olarak “Balina”yı yazmaya başladığım âna kadar. “Balina”yı tamamladığımda artık uzun bir süre Ergöne bozkırında konaklayacağımı hissetmiştim. Nitekim öyle de olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla beni Sınır’ı yazmak üzere masanın başına oturtan itici güç, çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden fantastik hikâyeleri kendi gerçekliğimle birleştirip bu iki düşünsel katman arasındaki sınırları ortadan kaldırma çabasının verdiği heyecandı diyebilirim. Aslında yazdığım hemen her metinde öyle ya da böyle fantastik bir yan oluyordu hep, ancak Sınır’ın farkı sanırım bunun daha belirgin ve bilinçli bir hal alması.
Öyküler “Sınırın Ötesinde” ve “Sınırın Gerisinde” diye ikiye ayrılıyor. Tek bir sınır, çocukluktan yetişkinliğe geçişte tek bir insan, bu iki duruma karşılık ise yaşama ve sınırlara dair binlerce belirsiz olasılık, yaşam şartları, hayal kırıklıkları var. Adelia Prado’dan kitabın girişinde yaptığınız alıntı gibi: “Strange, this business of being human.” Sınırın ötesinden, sınırın gerisine oluşan tüm öykülerde bu insan olma işinin garip olduğunu görüyoruz gerçekten.
Bu kitap özelinde “Sınır” ifadesi kavram olarak da ayrı bir önem taşıyor. Sınırın ötesi benim için Ergöne’yi ve kâğıt üzerinde inşa etmeye çalıştığım alternatif gerçekliği temsil ediyor. Farklı bir açıdan bakıldığında, bugüne dek yazdıklarımla bundan sonra yazmayı planladıklarım arasındaki düşünsel ve geçirgen sınırdan da bahsetmek mümkün. Ya da sizin de belirttiğiniz gibi, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki o belli belirsiz sınırdan… Kitabın başındaki Prado alıntısı benim insanlık durumuna dair düşüncelerimi özetler nitelikte. Aslında benzer bir düşünce üzerinden ilerleyerek Iskalı Karnaval’ın başına da Shakespeare’den “What fools these mortals be!” alıntısını koymuştum. İnsan olmanın tuhaflığı ve insanların sanki hiçbir şey sona ermeyecekmiş gibi her daim kendilerini merkeze alarak yaşama eğilimleri, asla içinde bulundukları andan memnun olamayıp ya geçmişe ya da belirsiz geleceğe kitlenip kalmaları benim için her daim ilgi çekici ve eşelemeye değer bir mesele olmuştur. Bu iki alıntı da aslında üzerinde düşünmekten bir türlü vazgeçemediğim bu meseleleri imliyor diyebilirim.
“YETİŞKİNLİĞE GEÇİŞİ GÖRÜNMEZ BİR SINIRIN ÖTESİNE ADIM ATMAK ŞEKLİNDE TANIMLAMAK ÇOK DA HATALI OLMASA GEREK. SINIR’DAKİ ÖYKÜLERİ YAZARKEN YETİŞKİNLİKLE ÇOCUKLUK ARASINDAKİ BU GÖRÜNMEZ SINIRIN ÖTESİNE DE GEÇMEK İSTEDİM ASLINDA.”
“Sınırın Ötesinde” bölümündeki öyküleri çocuk karakterler, Civan, Ahmet ve Leyla üzerinden konuşmak istiyorum sizinle. Aynı zamanda Ergöne’yi de bir tür çocuk arketipi olarak konuşmak istiyorum desem yadırgar mısınız beni? Bozkırın ortasındaki Ergöne ancak bir çocuk karakter olursa sevilebilir ya da çocukların gözünden ancak büyülü bir yer, bir köy halini alabilir. Çocuklar Ergöne’yi de bir nevi çocuklaştırarak kendileriyle beraber sınırın dışına çıkarıyorlar sanki, ne dersiniz?
Elbette ki yadırgamam, zira çocukluk hem benim için hem de Sınır için önemli bir kavram. Dolayısıyla kitabı okuyanlar için de çocukluğun öne çıkması şaşırtıcı değil benim için. Çocukluğun, yaşamlarımızın gerçek anlamda fantastik bir hal alabildiği tek dönem olduğunu düşünüyorum. Dünyanın ve bizi çevreleyen hemen her şeyin olduklarından büyük ve kimi zaman korkutucu göründüğü, başımıza gelen hemen hiçbir şeyin gerçek sebeplerini bilmediğimiz ve bu yüzden de basit doğa olaylarının dahi büyülü bir hal aldığı bir dönem çocukluk. Dolayısıyla yetişkinliğe geçişi görünmez bir sınırın ötesine adım atmak şeklinde tanımlamak çok da hatalı olmasa gerek. Sınır’daki öyküleri yazarken yetişkinlikle çocukluk arasındaki bu görünmez sınırın ötesine de geçmek istedim aslında. Yani içinde yaşadığımız ve kaçışı mümkün olmayan gerçekliğimize fantastik kurgular üzerinden tıpkı çocukken yapabildiğimiz gibi korkulu bir şaşkınlık ve hayranlıkla bakabilmemizi istedim.
Bir yandan büyülü, yer yer fantastik bir alan Ergöne ama bir yandan da sert gerçekleriyle korkutucu, gerilimi yüksek bir yer. Bölümün son öyküsü “Savaş, Yıkım ve Deniz Kabukları” için bu anlamda ters köşe bir öykü diyebilir miyiz? Sanki başka bir boyuta giriyoruz. Sizin bu öyküyü bölümün son öyküsü olarak yazma sebeplerinizi merak ediyorum.
Ergöne ömrüm oldukça geri döneceğim, farklı öyküler, mitler, masallar ve anlatılarla sınırlarını genişleteceğim hayalî bir coğrafya. Dolayısıyla zaman içinde anlatıcılar, öne çıkan meseleler yahut karakterler illa ki değişecektir. Ergöne’nin hayalî bir mekân olarak okur karşısına ilk kez çıktığı kitap olarak Sınır’da yukarıda çocukluk ve korkulu şaşkınlık hissine dair belirttiklerimden ötürü çocukluk bir kavram olarak öne çıkmış olabilir, fakat bu demek değil ki Ergöne öyküleri hep benzer bir tonda ilerleyecek. Kim bilir, belki de bir anlatı mekânı olarak Ergöne’nin sınırlarını da zaman içinde aşar ve hatta bozkırın dışına çıkarız; fakat her ne olursa olsun, tanıyıp bildiğimiz gerçeklik ve bağımızı yitirdiğimizi düşündüğümüz o çocuksu hayret duygusunun bir şekilde tüm öykülere sirayet edeceğinden eminim.
“Sınırın Gerisinde” kitabın ikinci öykü toplamı bölümü. Yetişkinlerin tüm “sınır ihlalleri” bir daha çocuk olmayacak olmalarıyla ilgili olabilir mi? Buradaki tüm öyküleri sıra sıra okurken çok fazla tuhaf olaylar silsilesi olduğunu fark ettim. Başa çıkılamaz, kontrol edilemez türde tuhaflıklar.
Olabilir tabii. Ancak şöyle de bir durum var: Ergöne yapısı ve ortaya çıkma sebebi itibariyle fantastik olanı kendi gerçekliği içinde barındıran bir mekân. Biraz da bu sebepten ötürü kitapta “Sınırın Ötesi” adlı bölümü oluşturuyor. Bahsettiğiniz, “Sınırın Gerisinde” bölümündeki öyküler ise yine fantastik öğeler barındırdıkları halde tanıyıp bildiğimiz gerçek dünyaya benzer mekânlarda geçtikleri için tuhaflıklar biraz daha dikkat çekiyor olabilir.
“ERGÖNE ÖMRÜM OLDUKÇA GERİ DÖNECEĞİM, FARKLI ÖYKÜLER, MİTLER, MASALLAR VE ANLATILARLA SINIRLARINI GENİŞLETECEĞİM HAYALÎ BİR COĞRAFYA. KİM BİLİR BELKİ DE BİR ANLATI MEKÂNI OLARAK ERGÖNE’NİN SINIRLARINI DA ZAMAN İÇİNDE AŞAR VE HATTA BOZKIRIN DIŞINA ÇIKARIZ; FAKAT HER NE OLURSA OLSUN TANIYIP BİLDİĞİMİZ GERÇEKLİK VE BAĞIMIZI YİTİRDİĞİMİZİ DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ O ÇOCUKSU HAYRET DUYGUSUNUN BİR ŞEKİLDE TÜM ÖYKÜLERE SİRAYET EDECEĞİNE EMİNİM.”
Eserinizin kitaba ismini veren “Sınır” öyküsüyle bitmesi önemli bir nokta. Aynı zamanda “İşgalciler” öyküsü de özellikle yetişkin toplum bilincini ya da doğrusunu söylemek gerekirse kitle dediğimiz yıkıcı organizmayı ortaya koymak adına önemli bir öykü. İç-dış, dost-düşman, tanıdıklar-yabancılar, biz-ötekiler çatışma evreninde kendimize karşı oluşturduğumuz sınırların aşılamazlığını ele alan bu iki öykünün kitabın ana izleği olduğunu söyleyebilir miyiz, ne dersiniz?
Sorunun içinde bahsettiğiniz ikilikler kitabın geneli için önem taşıyor elbette. “Sınır” ve “İşgalciler” bence de hem kitap için farklı katmanlarda önem taşıyan sınır kavramına hem de bahsi geçen ikiliklere değinmeleri ve kitabın bütünlüğünü aktarabilme açısından önem taşıyan öyküler olarak düşünülebilir.
Sizin öykücüleriniz kim veya hangi kitaptaki öyküleri açıp arada okursunuz, merak ediyorum. Çağdaş bir yazar olarak çağdaş edebiyatla ilgili düşüncelerinizi de merak ediyorum. Livera Yayınları’nın yayın yönetmenisiniz aynı zamanda ve dünya edebiyatından pek çok kitap basıyorsunuz. Nasıl bir değişim ve dönüşüm hali sergiliyor çağdaş edebiyat?
Beni en çok etkileyen öykücüler Dino Buzzati ve Italo Calvino. Ancak bu iki isim arasında Buzzati her daim bir adım önde benim için. Buzzati’nin Colombre adlı öykü toplamını kaç kez okuduğumu bilmiyorum. Bir öykü üzerinde çalışırken ne zaman başım sıkışsa, bir duvara toslasam ya da bir türlü aşamadığım bir sınırla yüzleşsem mutlaka dönüp bir Buzzati öyküsü okurum.
Livera için çağdaş edebiyatı yakından takip ediyorum elbette ve bu kendi yazarlık serüvenim açısından da oldukça ufuk açıcı olabiliyor zaman zaman. İlgimi çeken yeni isimler keşfetmek, beni heyecanlandıran yepyeni öykülerle karşılaşmak son derece keyif verici. Çağdaş edebiyatın değişim ve dönüşümü biraz da nereden bakmayı tercih ettiğinizle alakalı. O kadar çok kitap yayımlanıyor ve her yıl o kadar fazla yeni yazar okur karşısına çıkıyor ki, edebiyatın hemen her alanında heyecan verici gelişmelerle karşılaşmak mümkün. Ancak benim için son yıllarda öne çıkan gelişmelerden biri sanırım türler arası sınırları bulandıran ve yer yer otobiyografiye de yaslanan melez metinlerin okurlar arasında ve yayıncılık dünyasında karşılık bulmaya başlaması diyebilirim.
Önceki Yazı
İrfan Yalçın’ın romanlarında fare tıkırtıları
Türk romancılığının bir çınarı, sessiz bir ağaç gibi “İnsan Ormanında” yaşayıp handiyse kimselere görünmeden, cümle cümle, sözcük sözcük edebiyatımıza iğne işi dantel oyası gibi eserler bırakan İrfan Yalçın 29 Haziran 2024 günü hayatını kaybetti. Başımız sağolsun.
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 28
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Acı Çeken Beden / Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu / Bu Yas Yuvası / Fransa’nın Kimliği / İtalyan Masalları / Knockemstiff / Rüyaların Üçüncü Reich’ı / Foucault'dan Sonra Marx / Tanrı Korkusu / Uzlaşmaz Marx