Kaybolmamak için
“Biyografi yazarının kendini de anlatıya dahil etmesi saçma bir 'kadraja girme' çabası değil, yoğun işbirliğinin bir göstergesi olabilir. Bu örnekte olduğu gibi. İki kadın arasında gelip giden anlayış, duygu, etki.”

Gülten Akın
Benim için 2024 yılının kitabı Gülten.
Bunun elbette kişisel sebepleri var; annenizin biyografisine kayıtsız kalamazsınız sonuçta! Ama yalnızca bunun için kitabı önemsemiş olsaydım, bunu kendime saklamayı tercih ederdim. Öyle değil.
Yine de işin “kişisel” kısmına dair bir iki şey söylemek isterim. Annem öldüğünde arkasında büyük bir arşiv bıraktı. Fotoğraflar, mektuplar, notlar… Başa çıkılması zor bir miras bu. Hele güvenilir bir edebiyat müzesinin bulunmadığı bir ülkede. Bir yandan o arşivin ilgilisi tarafından ulaşılabilir kılınmasını istiyorsunuz, bir yandan da başına bir şey gelmesin, dağılmasın… Asuman Susam bu biyografi çalışmasına soyunduğunda hissettiğim hafiflemenin sebebi buydu. Arşiv emin ellerde ve kitaba dönüştüğünde ulaşılabilir hale de gelmiş olacak. Nitekim öyle de oldu. Asuman (Safa Sarı ile birlikte) çok güzel bir belgesel yaptı ve bu kitabı yazdı. Hem kitap hem de belgesel, bu dünyadan geçmiş büyük bir şairin, annemin, Gülten Akın’ın dünyasını yansıttı, onun şiirlerine başka bir ışık düşürdü.
Kitabı önemsememin o kadar da “kişisel” olmayan kısmına gelince, onun da kişisel bir boyutu var. Hayatımıza değmiş, bizi etkilemiş, biçimlendirmiş kadınların hayat hikâyelerini ne kadar az biliyoruz, değil mi? Bırakın hayat hikâyelerini, pek çok durumda yazdıklarına ulaşmak için bile bir kazı çalışması yapmak gerekiyor. Oysa Asuman Susam’ın dediği gibi, “Kendimizi anlatmak için nasıl dile gereksinim duyuyorsak, bir muhataba da duyarız. Hikâyemizin devamı, aktarımı, sesimizin yeryüzünü başka anlatıların çoğul sesi içinde dolaşması, kaybolmaması için o sen gereklidir bize.” (s. 12) Ama işte, bu gürültülü dünyada kendi sesimizi kaybetmememiz kolay olmaz; onun yanı başına iliştireceğimiz başka sesleri duyabilmeliyizdir ki devam edebilelim. Gürültünün yaptığı şeylerden biri onları duymamızı engellemekse, bir başkası da kendi sesimizi bile duyamaz hale gelmemizdir. Ve gürültü bizi sersemletir, yönümüzü kaybettirir; (ki bu kaybolmak demektir) kendinizi nereye, kimin yanı başına iliştireceksiniz o zaman?

Asuman Susam
Gülten
Livera Yayınları
Şubat 2024
456 s.
Gülten kitabı bir şairin sesini bir başka şairinkine nasıl iliştirebildiğini gösteriyor ve insan düşünüyor ki, şair olmasan da işte o “sen”i işitebildiğinde kaybolmaktan kurtulabilirsin.
Gülten’i anlatırken onunla konuşuyor da bir yandan. Diyor ki mesela, “Ben burada çok durdum, bu kapalılıkta. Bu konuşmama halinin bir konuşulamazlık oluşu vardı kanımca. Travmanın dilde sözcükten karşılıksızlığı idi büyük ölçüde sizi tıkayan. Ancak şiiri, yazıyı, kâğıdı affetmenin, acı çekmenin, kırılmanın, sarılıp sarmalanmanın hafıza yeri yapabiliyordunuz.” Benim aklıma Asuman Susam’ın şu dizeleri geliyor bunu okurken: “Çakıllarını ağzında saklayan gratel’im/değiştiriyor beni derinlere yaptığım yolculuk/kapısı sonsuza açık, kaybolduğum orman” (“Beyaz Koridor” şiirinden). Düşünüyorum, acaba Gülten Akın’ın şiiri derinlere yaptığı yolculukta Asuman Susam’ın elinden tutmuş mudur? Şiiri bir “hafıza yeri” olarak görmekte mi ortaklaşırlar?
Feminist biyografinin bir özelliği de yazarla konu ettiği kişi arasındaki “karşılıklı ve yoğun bir işbirliği”ymiş. Biyografi yazarının kendini de anlatıya dahil etmesi saçma bir “kadraja girme” çabası değil, işte bu yoğun işbirliğinin bir göstergesi olabilir. Bu örnekte olduğu gibi. İki kadın arasında gelip giden anlayış, duygu, etki. Aslında iki kadın arasında kalmayan, okuru da içine alan. Hangimizin elimizden tutulmasına ihtiyacımız yok?
Sesin, sözün; duygunun, düşüncenin; hissedilenin sarmaşması birbirine mekân ister. Bu bazen yazı olur, bazen beden. Bazen ikisi birden. Sizi tanımış ama sizinle tanışamamış bir Asuman’ın Gülten’e yaklaşması muhayyel mi? Yok, çok hakiki. İzlerinize basa basa yürürken duyuyorum sizi: Dünyanın eskittiği şeylerin ortasından kurtarabildiğimiz her şey şiirde saklı. (s. 179)
Kadının kadının yurdu olduğu fikri galiba başka şeylerin yanı sıra bu kaybolmama arzusunu da içeriyor: İzlerine basa basa yürümek, seslerin sarmaştığı bir mekân, yurt, yazı, şiir…
Belki de şiiri bir mekân olarak kavradığı için biyografi ilginç bir şey yapıyor: Gülten Akın’ın hayatını şiirinin “bağlamı” olarak okumak, yani şiirine hayatı üzerinden bakmak yerine tersini tercih edip hayatına şiiri üzerinden bakıyor. Bunu şaşırarak ve sevinerek fark ettiğimde, “Ah,” dedim, “belki de hayatın bağlamı şiirdir ve o hayat ancak böyle mümkün olurdu zaten!”
Hani şairin çok bilinen dizesindeki gibi: “insan, sorumluluktur.”
Bu da kitabı önemsememin, sevmemin bir başka nedenine getiriyor bizi: Bu dünyada varolmanın belirli bir kipini hatırlatması, Gülten Akın’ın hayatını böyle bir varoluş olarak anlatması. “Olmamış yerleri oldurmak, dirlik düzenlik katmak, bayındır etmek; bunları yaparken ilkeden, dürüstlükten ayrılmamak ne bulunmaz değerler şimdi.” (s. 87)

Edebiyat ortamının sapına kadar erkek, dibine kadar İstanbullu olduğu bir zamanda (şimdi farklı mı?), önce Ankara’da, sonra da Anadolu’nun bir yerlerinde, kasabalarda yaşayan bir kadın şair. O ilçeden bu ilçeye sürülüp duran “sosyalist kaymakam”la birlikte bir yandan avukatlık, öğretmenlik yapar, bir yandan yazar ve bir yandan da çocuklarını büyütürken bulunduğu her yerde insanlarla, coğrafyayla, kurtla kuşla, ağaçla, nehirle temas etmiş bir kadın. O temas mı şiirini besledi, şiiri sayesinde mi öyle derin bağlar kurabildi dünyayla? Taşralılar için “dışarlıklı” denirmiş ya, Gülten Akın’ınki acaba hayatının uzun bir dönemini kasabalarda yaşamış olmaktan mıydı yoksa şiirinin kolay kolay hiçbir geleneğe iliştirilememesinden mi?
Şiirindeki “incelik”i bir tür kadınsı hassasiyet zannedenler yanılıyor; incelik, işte o derin bağların ta kendisi aslında ve kaçılabilecek bir şiirin varlığı sayesinde. “Beş çocukla birlikte Anadolu’nun zorlayıcı ortamlarında geçerken yaşam, Akın benini, içini koruyabilmek için şiire kaçar.” Bu aynı zamanda onu “dışarlıklı” yapan şey de. “Hangi bağa diksem, yabancı.”
Yıllara yayılmış uzun bir çalışma, ince bir işçilik var karşımızda. Belgeler, mektuplar, fotoğraflar, günlükler ve görüşmeler. Ülkesine, dünyaya dikkat kesilmiş bir şair kadının hayatını yazmak kolay değil; çok katmanlı, çok boyutlu bir anlatı kurmayı gerekli kılıyor. Asuman Susam bunu başarmış. Hem Gülten Akın’ın öznelliğinin karmaşık koridorlarına girebilmiş hem de onun dikkat kesildiği dünyayı anlamış.
“Bir insan yaşamına bütüncül bir yerden bakmak, kendimizde aradığımız, yokladığımız şeylerle karşılaşmak hem ortaklaşalık hissine, ihtimam etiğine, hem çoktaki bir oluşa dair kıymetli bir his doğurur.” (s. 12) Ben kitabı okurken bu hissi duydum ve kitabın yapacağı şeylerden birinin de o hissi okura geçirmek olduğunu fark ettim. Tıpkı Gülten Akın şiirinin yaptığı şeylerden birinin de bu olduğu gibi.
Bir şiirin asıl hayatının şairi öldükten sonra başladığını duymuştum. Gülten Akın şiirinin “asıl hayatı” bundan sonrasıysa, Gülten kitabı çok iyi bir başlangıç noktası gibi duruyor.