Kalbin Görünmez Öfkeleri'nden:
“Goleen’in güzel insanları”
John Boyne'un Kalbin Görünmez Öfkeleri adlı romanı, 20. yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da gayrimeşru bir ilişkinin sonucu olarak dünyaya gelen Cyril Avery’nin küçük bir çocuktan yaşlı bir erkeğe dönüşmesinin hikâyesi... DeliDolu tarafından önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan romanın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.

Christchurch, Dublin, İrlanda
Peder James Monroe, Batı Cork’un Goleen bölgesinde bulunan Denizin Yıldızı Meryem Ana Kilisesi’nin sunağında dikilip annemi orospulukla suçlamış. Gerçi bu olay onun, biri Drimoleague’de öteki Clonakilty’de olmak üzere iki farklı kadından iki çocuğu olduğunu öğrenmemizden çok uzun zaman önceydi.
O gün aile hep birlikte ikinci sıraya oturmuş, büyükbabam koridor tarafındaymış, kumaş mendiliyle karşısındaki ahşabın arka tarafına anne babasının anısına yerleştirilmiş bronz plakayı siliyormuş. Üstünde önceki gece büyükannemin ütülediği, pazar gününe özel takımı varmış; büyükannem de o sırada kuvars taşından yapılmış tespih tanelerini eğri büğrü parmaklarının etrafında çeviriyor ve dudaklarını sessizce oynatıyormuş, ta ki büyükbabam elini onun elinin üstüne koyup ona hareket etmemesini emredene kadar. Koyu saçları gül kokulu briyantinle parlayan altı dayım, büyükannemin yanında hem yaşlarına hem de aptallıklarına göre sıralanmış hâlde oturuyorlarmış. Her biri, bir yanındakinden iki buçuk santim daha kısaymış ve bu fark arkadan belli oluyormuş. Oğlanlar o sabah uyanık kalmak için ellerinden geleni yapmışlar; önceki gece Skull’da bir dans varmış ve oradan eve içkiden sersemlemiş hâlde gelmiş, sadece birkaç saat uyumuş, sonra da babaları tarafından ayin için uyandırılmışlar.
Sıranın sonunda, Haç Yolu’nun Onuncu İstasyonu’nu betimleyen ahşap bir oymanın altında annem oturuyormuş ve midesi biraz sonra yaşanacakların dehşetiyle titriyormuş. Yukarı bakmaya bile cüret edemiyormuş neredeyse.
Annem ayinin her zamanki tarzda, rahibin başlangıç ritüellerini bitkin bitkin sunması ve cemaatin Kyrie duasını ahenksiz biçimde söyleyişiyle başladığını anlatmıştı. Ballydevlin’den komşusu William Finney, birinci ve ikinci litürjik okuma için tüm azametiyle kürsüye gelmiş, boğazını tam mikrofonun göbeğinde temizlemiş, sonra da her kelimeyi o kadar dramatik, tok bir sesle söylemiş ki Abbey Tiyatrosu’nda oyunculuk yapsa yeriymiş. Giysilerinin ağırlığı ve öfkesinin şiddetiyle gözle görülür biçimde terleyen Peder Monroe, bu okumayı Övgü ve Yeni Ahit’ten bazı kısımlarla takip ettikten sonra herkesi yerlerine oturmaya davet etmiş; al yanaklı üç papaz yardımcısı çocuk da heyecanlı gözlerle bakışarak hemen koşturup yan taraftaki sıralarına geçmişler. Belki kutsal eşyaların tutulduğu odada rahibin notlarını önceden okumuş veya cüppesini başından aşağı geçirirken sözlerini prova edişine kulak misafiri olmuşlar. Belki de adamın ne kadar acımasız olabildiğini bildikleri için o an bu acımasızlığın kendilerine yöneltilmemesinden mutlularmış.
Önündeki yüz ellisi yukarı kaldırılmış, biriyse eğilmiş başa doğru bakarak, “Benim ailem kayıtlar tutulmaya başlandığından beri Goleen’dedir,” diye başlamış. “Bir defasında, büyük büyükbabamın Bantry’de bir ailesi olduğuna dair berbat bir dedikodu duydum ama bunu doğrulayacak herhangi bir kanıt görmedim asla.” Cemaatten minnettar bir alkış gelmiş; biraz yöreci yobazlığın asla kimseye zararı olmaz tabii. “Annem,” diye devam etmiş Peder Monroe, “iyi bir kadındı ve bu bölgeyi pek severdi. Batı Cork’un birkaç kilometrekare dışına hiç geçmeden gitti mezarına ve bundan bir dakika olsun üzüntü duymadı. Burada iyi insanlar yaşar, derdi bana hep. İyi, dürüst, Katolik insanlar. Ve biliyor musunuz, ondan şüphe duymak için asla bir nedenim olmadı. Ta ki bugüne dek.”
Kilisede bir huzursuzluk olmuş.
Hüzünle başını iki yana sallayan Peder Monroe, “Ta ki bugüne dek,” diye tekrar etmiş. “Catherine Goggin bu sabah burada mı?” Annem on altı yıldır her pazar sabahı aynı sırada oturmasına rağmen Peder Monroe, onu nerede bulabileceğini hiç bilemiyormuş gibi bakınmış. Bir anda, oradaki her erkek, kadın ve çocuğun başı ona doğru dönmüş; annem o anda başını utançla ileri geri sallarken kendi başını eğen büyükannem ve tereddütsüzce ileri bakan büyükbabam ile altı dayım hariç.
“Catherine Goggin, oradasın demek,” demiş rahip, ona gülümsemiş ve eliyle öne çıkmasını işaret etmiş. “Şimdi uslu bir kız gibi buraya gel bakayım.”
Annem yavaş yavaş ayağa kalkmış ve daha önce yalnızca ilk komünyonu için çıktığı sunağa doğru ilerlemiş. Bana seneler sonra anlattığı kadarıyla yüzü kızarmamış, beti benzi atmış. Kilise o gün sıcakmış, yaz mevsiminin yapış yapış sıcaklığına bir de heyecanlı cemaatin nefesleri ekleniyormuş; annem de dengesinin bozulduğunu hissetmiş ve bayılabileceğini, bayılırsa da akranı kızlara ibret olsun diye solup çürümesi için mermer zeminde bırakılabileceğini düşünüp endişelenmiş. Peder Monroe’ya gergin gergin şöyle bir bakmış, adamın kin dolu gözleriyle bir an buluştuktan sonra hemen gözlerini kaçırmış.
Sürüsüne göz gezdirip isteksizce gülümseyen Peder Monroe, “Sütten çıkmış ak kaşık gibi,” demiş. “Kaç yaşına geldin Catherine?” diye sormuş.
“On altı, peder,” demiş annem.
“Yüksek sesle söyle. Kilisenin arka tarafındaki iyi insanlar da duyabilsinler seni.”
“On altı, peder.”
“On altı. Şimdi başını kaldır, komşularına bak. Düzgün, Hıristiyan hayatı yaşamış ve onlardan önce gelen ana babalarının eseri olan kendi annene, kendi babana bak. Hepimizin doğru düzgün delikanlılar olarak tanıdığı, hiçbir kızı kötü yola sürüklememiş, çalışkan abilerine bak. Görüyor musun onları Catherine Goggin?”
“Evet peder.”
“Bir kez daha yüksek sesle konuşmanı söylemem gerekirse seni öyle bir tokatlarım ki bu sunağın öteki tarafına uçarsın ve bu kilisede bunu yaptığım için de beni hiç kimse suçlayamaz.”
Annem bu kez daha yüksek sesle, “Evet peder,” demiş.
“‘Evet.’ Bu kelimeyi kilisede ilk ve tek söyleyişin, farkında mısın küçük kız? Senin asla düğün günün olmayacak. Görüyorum ki ellerin şiş karnına gidiyor. Yoksa gizlediğin bir sır mı var?”
O an, kilise sıralarında nefesler kesilmiş. Cemaatin şüphesi de buymuş tabii –başka ne olacak?– ama onaylanması için beklemişler. Hem dostlar hem de düşmanlar birbirlerine bakıvermiş, konuşmaları kafalarında hazırlamaya başlamışlar. Gogginler, demişler. O aileden de bu beklenirdi zaten. Adam ismini kâğıda güçbela yazıyor, kadın da acayip bir vaka.
“Bilmiyorum peder,” demiş annem.
“Bilmiyorsun. Bilmezsin tabii. Sen kafası anca kümesteki tavşan kadar çalışan, cahil bir kaltaksın, değil mi? Ahlakın da tavşanlar kadar, onu da ekleyeyim.” Yerlerinde kıpırtısız oturan Goleen halkına göz gezdirmek üzere dönerken artık sesini yükselten Peder Monroe, “Siz, oradaki tüm genç kızlar!” diye seslenmiş. “Siz, bütün genç kızlar, Catherine Goggin’e bakın da iffetini umursamayan kızlara ne olduğunu öğrenin. Böyle kızlar, kendilerini karınlarında bir çocukla bulurlar, onlara bakacak bir kocaları da olmaz.”
Kilise bir uğultuyla dolmuş. Önceki sene Sherkin Adası’nda hamile kalan bir kız varmış. Olağanüstü bir skandalmış. Aynısı iki Noel önce de Skibbereen’de de olmuş. Aynı utanç lekesi Goleen’de de mi belirecekmiş? Durum bu idiyse, haber çay vakti gelene kadar Batı Cork’un her yerine yayılırmış.
Elini annemin omzuna koyup kemiği parmaklarının arasında iyice sıkan Peder Monroe, “Şimdi, Catherine Goggin,” diye devam etmiş. “Tanrının, ailenin ve bölgedeki bütün iyi insanların önünde, seninle yatan herifin ismini vereceksin. Vereceksin ki o herif günah çıkarmak üzere çağrılsın ve Efendimizin gözünde affedilsin. Sonra da bu kiliseden çıkacak, bu bölgeyi terk edecek ve Goleen’in ismine daha fazla leke sürmeyeceksin, duyuyor musun beni?”
Annem yukarı bakıp dedeme dönmüş; gözlerini sunağın arkasında asılı çarmıhtaki İsa heykeline dikerek bakan dedemin yüzü beton gibiymiş.
Peder Monroe, annemin gözlerini takip ederek, “Zavallı baban sana artık yardım edemez,” demiş. “Seninle artık hiçbir işi olsun istemez tabii. Dün gece bu rezalet haberi bildirmek için papaz evine geldiğinde bana bizzat söyledi. Ve burada hiç kimse Bosco Goggin’i hiçbir şey için suçlamasın çünkü o, çocuklarını düzgün yetiştirdi, Katolik değerleriyle yetiştirdi, ayrıca iyi elmalarla dolu bir sepetin içindeki tek bir çürük elma için nasıl sorumlu tutulabilir ki? Derhâl o herifin adını ver bana Catherine Goggin; ver ki seni dışlayabilelim ve artık bu pis suratına bakmak zorunda kalmayalım. Yoksa adını bilmiyor musun, durum bu mu? Emin olamayacağın kadar çok herif mi vardı?”
Sıraların etrafında boğuk ve hoşnutsuz bir mırıltı duyulabiliyormuş. Cemaat, dedikodunun ortasında bile bunun sınırı aşan bir laf olduğunu hissetmiş çünkü ucu bütün oğlan çocuklarını ahlaksızlıkla itham etmeye çıkıyormuş. Bu kilisede görev yaptığı yirmi yılda yüzlerce vaaz vermiş olan ve ortamdaki havanın nasıl koklanması gerektiğini iyi bilen Peder Monroe biraz geri çekilmiş.
“Hayır,” demiş. “Hayır, içinde hâlâ bir nebze de olsa terbiye bulunduğunu ve tek bir çocukla birlikte olduğunu görebiliyorum. Ama onun ismini derhâl vereceksin Catherine Goggin, yoksa neden vermediğini anlarım.”
Annem başını iki yana sallayıp, “Söylemeyeceğim,” demiş.
“Nasıl?”
“Söylemeyeceğim,” diye tekrar etmiş.
“Söylemeyecek misin? Ketumluk vakti çoktan geçti, anlamıyor musun bunu? İsmi söyle küçük kız, yoksa haçın huzurunda yemin ederim ki seni bu tanrı evinden kırbaçlaya kırbaçlaya, utanç içinde kovarım.”
Annem o an gözlerini kaldırmış ve kiliseye bakınmış. Daha sonra bana anlattığı kadarıyla film sahnesi gibiymiş, herkes nefesini tutarak onun parmağıyla kimi gösterip suçlayacağını beklemiş, her anne kendi oğlunun –veya daha beteri, kocasının– isminin verilmemesini ümit etmiş.
Annem ağzını açmış, cevap verecek olmuş ama sonra fikir değiştirip başını iki yana sallamış.
Sessizce, “Söylemeyeceğim,” diye tekrar etmiş.
Peder Monroe da, “O zaman git yoluna,” demiş ve onun arkasına geçip ayakkabısıyla annemin kalçasına öyle okkalı bir tekme savurmuş ki annem sunağın basamaklarını sendeleyerek inmiş, ellerini de önünde gerili hâlde tutmuş çünkü benim gelişimimin o kadar erken bir safhasında bile ne pahasına olursa olsun beni korumaya hazırmış. “Defol git buradan aşüfte, Goleen’i de terk et, kepazeliğini başka yere götür. Londra’da senin gibiler için yapılmış evler var, oradaki yataklara sırtüstü uzanıp meşrebine göre tatmin olmak için bacaklarını her türlüsüne açabilirsin.”
Peder Monroe’nun sözleri karşısında dehşet dolu bir memnuniyetle cemaatin nefesi kesilmiş, ergen oğlanlar bu sözlerden heyecan duymuş ve annem yerden kalkarken rahip tekrar yanına gelmiş, hiddetten kızarmış yüzüyle ve ağzından çenesinden tükürükler saçarak onu kolundan tutup kilisenin nefi boyunca sürüklemiş, hatta heyecanı belki de bakması gereken yeri bilenler için daha da gözle görünürmüş. Büyükannem etrafa bakınsa da büyükbabam koluna vurunca yerine dönmüş. Altı dayımın en küçüğü ve yaşça anneme en yakını olan Eddie Dayı ayağa kalkmış, “Aa, hadi ama, yeter bu kadar!” diye bağırmış; bu sözlerle ayağa kalkan büyükbabam, oğlunu çenesine indirdiği tek yumrukla yere sermiş. Annem bundan sonrasını görmemiş, çünkü Peder Monroe onu kilisenin dışındaki mezarlığa atmış, ona köyü bir saat içinde terk etmesini emretmiş ve o günden sonra Catherine Goggin ismi Goleen bölgesinde bir daha ne duyulmuş ne de konuşulmuş.
Bana söylediğine göre, ayinin en az yarım saat daha süreceğini bilerek, yerde birkaç dakika yatmış, sonra ağır ağır ayağa kalkmış ve evine dönmüş; orada, ön kapının yanında hazır hâldeki bir çantanın kendisini beklediğini tahmin etmekteymiş.
“Kitty.”
Arkasından gelen sese dönmüş ve babamın gerginlikle ona doğru yürüdüğünü görünce şaşırmış. Peder onu kapılara doğru sürüklerken annem, babamın arka sırada olduğunu elbette fark etmiş ve hakkını vermek gerekirse babamın yüzünde bir utanç ifadesi de varmış.
“Yaptıkların yetmedi mi?” diye sormuş annem, sonra da elini ağzına götürüp kesilmemiş tırnaklarına sızan kana bakmak için geri çekmiş.
“Ben asla böyle olsun istememiştim,” demiş babam. “Başına gelenler için üzgünüm, gerçekten.”
“Başıma gelenler mi?” diye sormuş annem. “Başka bir dünyada olsaydık bunlar bizim başımıza gelenler olurdu.”
“Aa, yapma ama Kitty,” demiş babam, anneme küçüklüğünden beri hitap ettiği ismi kullanarak. “Yapma böyle. Al şuradan iki sterlin,” diye eklemiş ve ona iki yeşil İrlanda sterlini vermiş. “Başka bir yerde baştan başlamana yardımı olur.”
Annem paraya biraz bakmış, sonra da havaya kaldırıp yavaş yavaş ortalarından yırtmaya başlamış.
“Aa, Kitty, buna hiç gerek yok!”
“İçerideki adam ne derse desin, orospu değilim ben,” demiş annem ve banknot parçalarını tortop ederek babama fırlatmış. “Al paranı. Biraz bantla tekrar birleştirip Jean Teyzem’e doğum günü için güzel bir elbise alırsın, daha iyi.”
“Hey yarabbi, Kitty, sesini alçaltır mısın tanrı aşkına?”
“Bir daha duymayacaksın sesimi,” demiş annem ve arkasına dönüp önce evine, sonra da Dublin’e giden akşamüstü otobüsüne doğru yollanmış. “İyi şanslar sana.”
Sonra da Goleen’i, yani doğduğu yeri terk etmiş ve burayı altmış yıl daha görmemiş, ta ki benimle birlikte aynı mezarlıkta durup mezar taşlarının arasında onu dışlayan aileden kalanlara bakınana dek.

Kalbin Görünmez Öfkeleri
çev. Mert Doğruer
DeliDolu Yayınları
Temmuz 2024
632 s.
Önceki Yazı

Oğuz Demiralp ile söyleşi:
“Kuramın fetiş haline getirilmesine karşıyım.”
“Bir metnin güzelliğini anlamak için çok fazla kurama gerek yok. Edebiyatı sevmek, içinde onu hissetmek gerekiyor. Elbette kuramları, belli yaklaşımları öğreniyorsunuz, içselleştiriyorsunuz. Kendi yazılarınızda da bunun yansımaları görülüyor. Fakat fazla kuramsallığın edebiyatı öldürdüğünü söylemek mümkün.”
Sonraki Yazı

“Issızlığın ortasına düşen...”
Biri yıllardır hapiste olan iki yazarın hiç karşılaşmadan beraber kaleme aldıkları Araf'ta Düet, bu açıdan dünyada bir ilk. Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener tarafından yazılan roman, Dipnot yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Kitabın ilk bölümlerinden birini Tadımlık olarak sunuyoruz...