Joe Sacco’nun Filistin ve Gazze’nin Dipnotları kitapları üzerine:
Filistin’e grafik romanla bakmak
“Joe Sacco’nun çizimlerine eşlik eden metinler edebi bir türden ziyade eğitimini aldığı gazeteciliğin diline sahip. Zaten kendisi de Filistin kitabıyla “çizgi roman gazeteciliği” olarak isimlendirilen bir türün öncülüğünü üstlenmiş durumda.”
Joe Sacco
Batı Şeria’da bulunan “Bil’in Köyü”nün İsrail askerlerine ve yerleşimcilere karşı gösterdiği direnişi anlatan, Filistinli Emad Burnat ve İsrailli Guy David’in birlikte kotardıkları 2011 yapımı 5 Kırık Kamera isimli belgesel Emad’ın sözleriyle açılır:
“Eski yaraların iyileşmek için zamanı yok. Yenileri eskilerin üzerini kapatıyor.”
Tehcirler, yakılıp yıkılan köyler, hapis cezaları, katliamlar… Filistin’de yahut yaşadığımız coğrafyada tüm bu tekerrür eden olayların aslında “olağanüstü bir hal” olmayıp “ezilenlerin geleneği” içinde bir kural olduğunu yazmıştı uzun zaman önce Walter Benjamin. Birbiri ardına açılan yaraların iyileşmesi için ihtiyaç duyulan zaman kadar hafızaya da ihtiyaç var şüphesiz. Köyünün yıllar süren direnişini kayda alan Emad, belgeseli “Unutulmuş yaralar iyileşemez” diye bitiriyordu. Hatırlananlar iyileşir mi? Çocuğu kayıp yahut ölmüş bir annenin yarası ne kadar iyileşebilir? İyileşmenin ötesinde bir duygudaşlığın oluşması için hatırlamak gerekiyor belki de. Anlamanın, yorumlamanın konforlu alanından çıkıp hissetmenin tedirgin eden, itiraza yol açan, eyleme geçiren yolunu takip etmeye dair bir duygudaşlığın ortaya çıkması için hatırlamak. Yaşadıkları vahşete başkalarını da tanık kılmak, hapsoldukları karanlıkta yalnız olmadıklarını anlamak için anlatanları dinleyerek, dinlediklerini aktararak hafızayı diri tutmak… Yıldırım Türker yabancı gazetecilere çevirmenlik yapmak için gittiği Diyarbakır’da öykülerini anlatmaya gelenlerin ruh hallerini şöyle betimlemişti:
“İnsanlar gördükleri işkenceyi, öldürülen çocuklarını, yakılan köylerini, soğuk ve açlığın elinden çektiklerini anlatırlarsa yaşadıkları gerçeklik kazanacak; yoksa tanık olduğu insan ötesi, olağandışı vahşete kimseyi inandıramayan, tek başına tanık olduğu şey yüzünden ebedi bir yalnızlığa hapsedilen korku filmi kahramanları gibi çaresiz kalacaklarını hissederek anlatmak için kuyruğa giriyorlar.”[1]
Bugünün akıp giden görüntüler dünyasında ne kadar hatırlayabiliriz? Herkesin birbirinin izleyicisi olduğu bir dünyada ekranlarımıza düşen suretlerin gerçekliğini ne kadar algılayabiliyoruz? Bağıran, ağlayan, kan, toz, is içinde giderek anonimleşen yüzleriyle Filistinlileri ne kadar tanıyoruz? John Berger gelişen teknolojinin görüneni var olandan ayırmayı kolaylaştırdığından bahsettiği yazısında bedensizleştirilen, sadece görüntüye indirgenen bir dünyada bedenle birlikte zorunluluğun da ortadan kalktığını yazar. Tragedya ve komedyanın da üretici güçlerinden olan zorunluluğun kalkmasıyla iletilemeyen deneyimlerin yerini artık sadece seyretmek alır. Sistemin aksine var olanı, bedeni yeniden görünür kılan resim sanatı ise “bedensiz ve sahte imgeler ağı” içinde bir itiraz işlevi görür:[2]
“Bugün, var olanı resmetmeye çalışmak umudu teşvik eden bir direniş eylemidir.”
Malta asıllı Amerikalı çizer Joe Sacco işte bu direnişçilerden biri. Dokuzuncu sanat olarak da adlandırılan çizgi romanın formlarından biri olan grafik roman alanında ürünler veren Sacco, var olanları kendi tarzında resmederek ve anlatarak gösteriyor bu direnişi. Türkçede basılan Filistin, Güvenli Bölge Gorazde ve Gazze’nin Dipnotları isimli üç kitabıyla bilinen Sacco’nun asıl eğitimiyse gazetecilik. Oregon Üniversitesi’nde aldığı eğitimden sonra mesleki anlamda kendisini mutlu edecek işlerde çalışamayınca, asıl tutkusu olan karikatüristliğe ve çizgi roman yazarlığına ağırlık vermiş. Malta dilinde yayımladığı Gerçek Aşk isimli ilk çizgi romanından sonra on beş ay kadar süren Permanent Press isimli bir alternatif çizgi roman dergisi de çıkarmış. Kadrolu bir yazar olarak çalışmaya başladığı The Comic Journal’da ismini Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya romanındaki karmaşık bir çocuk oyuncağı olan, Türkçeye “Merkezkaçlı Zıplayan Kukla” olarak çevrilen Centrifugal Bumble Puppy isimli çizgi roman antolojileri de çıkarmaya başlayan Sacco için asıl dönüm noktası ise 1988-1992 yılları arasında yaptığı gezilerden yola çıkarak yayımladığı Yahoo isimli çizgi roman serisi sanırım. Bu seyahatleri sırasında Birinci Körfez Savaşı vesilesiyle Ortadoğu üzerine eğilmeye başlayan Sacco, 1991-92 kışında işgal altındaki topraklarda geçirdiği iki ayda gördüklerini, duyduklarını kâğıda aktarır. Dokuz sayılık bir çizgi roman serisi olarak basılıp 2001’de tek ciltte toplanan Filistin isimli grafik romanı işte böyle ortaya çıkar.
Sacco’nun Filistin ile ilgili iki kitabından bahsetmeden önce belki de kısaca grafik roman kavramına değinmek gerekiyor. Türün önemli temsilcilerinden olan Art Spiegelman’ın “kitap ayracına ihtiyaç duyacağınız çizgi romanlar” olarak tanımladığı grafik roman, ana akım çizgi romanın şablonlarından farklı özelliklere sahip. Muktedir bir kahramanın ve maceralarının olmadığı bu tarz Levent Gönenç’e göre “yetişkinler” için “ciddi” hikâyeler anlatır. İçerik olarak edebiyat, sinema ve tiyatro gibi anlatılarla rekabet edebilecek grafik romanlar, seçilen çizgi üslubuyla da ana akım çizgi romandan farklılıklar göstermektedir. Gönenç grafik romanın Anglo-Amerikan ve Avrupa gelenekleri arasındaki farkına da değinir. Kendisini bir yazınsal tür olarak ortaya koyan, “okumayan bir dünyada okuma geleneğini sürdürmek” gayesini amaçlayarak yazıyı ön planda tutan Amerikan grafik roman geleneğinin aksine, Avrupa geleneği grafik unsura ağırlık verir. Levent Cantek de “Grafik Roman” adlandırmasında grafiğin, görsel olarak yeni bir dil dizgesi, romanın ise edebi ihtimamı işaret eden tanımlamalar olduğundan bahseder.[3] Cantek grafik romanla ana akım çizgi roman arasındaki farkı tanımlarken belirli bir mantığa, içeriğe sahip çoksatan çizgi romanlara karşı grafik romanın edebi bir dilin taşıyıcısı olarak gösterdiği refleksi ve tepkiyi işaret eder.[4]
Joe Sacco’nun tarzı ise biraz farklı. Çizimlerine eşlik eden metinler edebi bir türden ziyade eğitimini aldığı gazeteciliğin diline sahip. Zaten kendisi de Filistin kitabıyla “çizgi roman gazeteciliği” olarak isimlendirilen bir türün öncülüğünü üstlenmiş durumda. Ancak bir söyleşisinde de belirttiği gibi, her şeyi gören, her şeyi bilen, her şeyi çözmüş bir gazeteci değil Sacco.[5] Dinlediği, şahit olduğu hikâyeleri zihninden süzerek anlatmakla kalmayan, kendini de hikâyeye dahil eden bir tarzı var. Levent Cantek, Sacco’nun çizimleriyle ilgili teknik detayları şöyle anlatıyor:
“Sacco albümde fırçadan ziyade tarama ucuyla ince işçilik ve büyük vakit isteyen sayfalar ve geniş panoramalar yapmış. Tonlamaları ve kare içi derinliği tramla belirginleştirmiş. Sacco’nun çizgi romancı olarak en önemli özelliği sahneyi görme biçimi; deyim yerindeyse kamerasını konumlandırırken gösterdiği seçicilik. Bazen zemine yakın bir yerden bakarak kare içi perspektifini öylesine istifliyor ki, yakınlık ve uzaklık ölçülerini göz alıcı nitelikte dengeliyor.”[6]
Sacco’nun Filistin kitabında birinci intifadaya dair anlattığı hikâyelerin özgünlüğünün farkına varan isimlerden biri de Edward Said. Dokuz sayılık serinin bir araya getirildiği baskı için kaleme aldığı önsözde çocukluğunda okuduğu çizgi romanları anan Said, Filistin için giriştiği mücadelede uzak kaldığı çizgi roman dünyasına Joe Sacco ile nasıl geri döndüğünden bahseder. Küçük oğlunun eve getirdiği Filistin serisini okumaya girişen Said, Sacco’nun konuya yaklaşımından oldukça etkilenmiştir:
“… İsraillileri, Filistinlileri ve her iki tarafın destekçilerini uzun zamandır meşgul eden umutsuzca çarpık ve bıktırıcı tartışmaların aksine, aynı konuya alışılmadık bir özgünlükle yaklaşan siyasi ve estetik bir eserle karşı karşıya olduğumu fark ediyordum.”
Kitabın yayınlandığı Fantagraphics’in başkanı ve kurucu ortağı Gary Groth da kitabın başarısını barındırdığı hümanist doğasına bağlıyor. Groth’a göre kitabın en güçlü yanlarından biri olarak gördüğü Filistinlilerin üç boyutlu insanlar olarak resmedilmesi, Filistinlilere dair ideolojik bakış açısını yumuşatmaktadır.[7]
Filistinlilere kazandırılan bu üç boyutluluk aslında Sacco’nun kendi düşünsel çizgisindeki değişimden kaynaklanmaktadır. Chris Hedges ile yaptığı bir söyleşide bunu şöyle anlatır:
“… küçük yaşlarımda Filistinlilerin terörist olduğuna inanıyordum. Bu düşüncem, ‘81’deki Lübnan işgali ve ardından Sabra ve Şatila’daki katliamlar sırasında değişmeye başladı; bir şeylerin yanlış gittiğini fark ettim. Daha sonra, gazetecilik diplomasını aldıktan sonra, gazeteciliğin Filistinliler hakkındaki görüşümü nasıl şekillendirdiğini araştırmaya başladım ve aslında ne kadar yanlış bilgilendirildiğimi ve gazeteciler tarafından bana nelerin anlatılmadığını fark ettim.”[8]
Filistinli kelimesinin medya tarafından neredeyse sadece terörizm kelimesiyle birlikte anılmasının yarattığı yanılsamanın farkına varan Sacco bu manipülasyondan kaynaklı yanlış fikirleri ve bilgisizliği için bir kefaret ödemesi gerektiğini düşünür. Filistin halkının tarih boyunca uğradığı haksızlıkların yanı sıra medyada nasıl kötü temsil edildiklerinin farkına vardıkça bu konu onda bir tutku haline gelir. Bu sürece Filistin kitabında kısaca değinir aslında. 1985 yılında Amerikalı bir Yahudi olan Klinghoffer, eşi ve arkadaşlarıyla çıktığı bir deniz seyahatinde, İsrail hapishanelerinde bulunan 50 Filistinlinin serbest bırakılmasını talep eden ve bu nedenle gemiyi kaçıran FKÖ militanları tarafından öldürülüp tekerlekli sandalyesiyle denize atılır. O yıllarda âşık olduğu ve etkilemeye çalıştığı yarı Iraklı Claudia ile Filistin meselesini konuşan Sacco bu olay sonrasında Klinghoffer’ın yaşamını, kahvaltıda ne yediğine kadar varan ayrıntılarıyla kamuoyunun gözleri önüne seren ve insani bir merak duygusuna oynayan Amerikan basınını anlamak gerektiğinden söz eder. Sacco’ya göre medyanın bu tavrıyla öldürülen vatandaşlarını kapı komşusu gibi gören Amerikalılar, bu saldırılar devam ettiği sürece Filistinlilerin dertleriyle ilgilenmeyeceklerdir. Tek bir Amerikalının ölümü bile bu sorunu gölgelemeye yetecektir. Tüm bu anlattıklarına Claudia’nın gösterdiği ilgisizlik Sacco’yu kızdırır, çünkü Claudia’nın eski sevgilisi Filistinlidir ve muhtemelen Claudia’nın konuya bakışı Sacco’dan farklıdır. “Haksız mıydım?” diye sorar Sacco. Filistinliler sadece terörle anılmaktadır ve kendisi de uçaklar havada patlamaya başladığından beri buna inanmaktadır. Kaybedilen bir vatan için tabii ki üzülmektedir, ancak kendisiyle aynı kahvaltıyı yapan komşusu Klinghoffer’la karşılaştırılınca Filistinlilerin dertleri nedir ki?
Oysa yıllardır sürülmelerine, dövülmelerine, öldürülmelerine rağmen akşam haberlerine çıkan Filistinlilerin ne isimleri ne de hatırlanacak yüzleri vardır. Batı Şeria’da sokakta tanıştığı ve arkadaş olduğu bir Filistinli işte bu insanlarla tanıştırmaya başlar Sacco’yu. Kimsesiz kalan, babası hapiste olan, oğlu askerler tarafından öldürülen insanların acılarıyla el sıkıştırır. Sonra da sorar: “Bizi yazacak mısın? Sana gösterdim işte! Anlatacak mısın?” Zayıflığının farkında olsa da ve kimi zaman kendisiyle dalga geçse de elinden geldiğince anlatmaya çalışır Sacco. Edward Said’e göreyse Sacco’nun “duygudaşlık dolu çizimleri, Londra ve New York’taki bir avuç adamın seçip tüm dünyaya pazarladıkları görüntülere karşı panzehir işlevi” görür. Ona göre bir-iki şair ve romancı hariç yaşanan dehşet verici bu durumu Joe Sacco’dan daha iyi anlatan birine rastlamak mümkün değildir.
Sacco’ya göre çizdiği resimler, televizyondaki görüntülere nazaran daha sindirilebilir nitelikte olmasının ötesinde bir sürekliliği de barındırmaktadır:
“Çizimlerle geçmişi yeniden hayal edebilirsiniz; mülteci kamplarının eskiden neye benzediğini ve şimdi nasıl göründüğünü… Bu sürekliliği gösterebilirsiniz.”
Süreklilik sadece kamplarla sınırlı değildir elbette. Bugünün devlet söyleminin evveliyatını Herzl’e atfedilen “Vatansız bir halk için halksız bir toprak” sözüne kadar götürür Sacco. Lord Balfour’un 1922 yılında yazdığı bir metindeki cümlelerini ise onu çalışma odasında, kütüphanesinin ve golf takımlarının önünde oturduğu berjer koltukta, çayını yudumlarken resmederek aktarır:
“Siyonizm, doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü, kadim bir gelenek, günümüze ait bir ihtiyaç ve geleceğe dair bir umuttur ve tabii ki kadim topraklarda yaşayan 700 bin Arap’ın arzularından ve önyargılarından daha büyük bir öneme sahiptir. Şu anda orada yaşayanların fikirlerini almayı bile teklif etmiyoruz.”
Balata mülteci kampını anlattığı sayfalarda dönemin başbakanı Golda Meir’in “Sanki kendini Filistin halkı olarak gören Filistinliler vardı da biz gelip onları zorla dışarı attık! Öyle bir halk hiç olmadı ki” sözüneyse kendini tutamayıp cevap verir:
“Halbuki o halk vardı, hâlâ var, oradalar… Çocukları, çocuklarının çocukları… ve hâlâ mülteciler. Bayat haber belki, ama hâlâ mülteciler. Yani benim anladığım, hâlâ geri dönmeyi bekliyorlar. İyi de nereye geri dönecekler? 1948 savaşı esnasında ve sonrasında 400’e yakın Filistin köyü haritadan silindi. Kaçan Filistinliler ‘namevcut’ sayıldı. Evleri ve toprakları ‘terk edilmiş’ kabul edildi ve Yahudilerin yerleşimine açıldı.”
Bu yok sayma, hiçleştirme tavrının emperyalizmin işgal ettiği memleketlere “medeniyet götürme” yahut bugün için “demokrasi götürme” argümanının temelini oluşturduğu gayet açık. Nitekim Siyonizmin kurucusu Theodore Herzl, emperyalizmin entelektüel bir sunumu sayılabilecek, ütopik romanı Altneuland’da bunu gayet güzel işler. 1902’de Almanca olarak basılan romanda Kingscourt ve Löwenberg isimli iki arkadaş çöktüğünü düşündükleri Avrupa’dan kaçıp Pasifik’te bir adaya giderlerken yol üstünde uğradıkları Filistin topraklarında yoksulluk ve geri kalmışlık içinde yaşayan bir avuç insan görürler. Adada geçirdikleri yirmi seneden sonra Avrupa’ya dönerlerken tekrar uğradıkları Filistin’de karşılaştıkları manzara ise onları hayrete düşürür. Bir Yahudi örgütünün öncülüğünde buraya yerleşen Yahudi cemaati müreffeh, modern, eşitlikçi bir toplum oluşturmuştur. İleri teknolojiye bir tür karma ekonominin eşlik ettiği toplumda Araplar ve Yahudiler eşittir. Romanın tek Arap karakteri olan Raşid Bey’e göreyse Arapların ülkeyi kalkındıran ve yaşam standardını yükselten Yahudilere karşı çıkmaları için nedenleri yoktur. “Medeniyet” artık gelmiştir!
Sacco’nun çizimlerine dönecek olursak; ekranlarda anonimleşen yüzlerin, bedenlerin aksine, Edward Said’in belirttiği gibi, “oraya bir bıyık kondurup buraya fazlaca büyük bir diş ya da ucuz bir takım elbise çizerek” karakterler ortaya çıkarır Sacco. Levinas’ın felsefi düşüncesinde öneme sahip olan “yüz”ün yüklediği etik sorumluluğu gözetir adeta. Bizi de Filistinlilerle tanıştırır. Yemek yemelerini, çay içmelerini, oturup kalkışlarını, gülmelerini, esrik bir halde halaya durmalarını, askerler tarafından tartaklanırken korkuyla, başlarına gelenleri anlatırken bezginlik ya da öfkeyle bakan gözlerini gördükçe ağızlarından çıkan kelimelerin doldurduğu konuşma balonları giderek ağırlaşır.
Yaşanan bir yıkım sonrasında kameralara yansıyan öfke dolu bağırışlarla politikacıların mutat açıklamaları arasında bir bölgedir burası. Sacco bu bölgeyi didik didik eder. Bir popüler kültür ürünü aracılığıyla bize daha önce duymadığımız şeyleri, mesela Filistinlilerin üniversite olarak gördükleri Ensar hapishanesini anlatırken mahkûmların ekoloji, felsefe, Einstein, Sovyetler’in dağılması gibi konular üzerine nasıl konferanslar verdiklerini, hatta tutuklu bazı üniversite hocalarının sene sonunda yaptıkları sınavları anlatır. Yahut Filistin Kadın Hareketi üyelerinin bir taraftan İsrail’e, bir taraftan siyasal İslamcı hareketlere karşı verdikleri mücadeleleri, mülteci kampında yaşanan tüm zorluklara rağmen engelli çocuklar için kurulan rehabilitasyon merkezinde canlarını dişlerine takarak çocukların eğitiminin yanı sıra toplumu da engellilere karşı eğitmeye çalışan gönüllüleri…
Filistin kitabında sadece Filistinlilerle konuşmaz elbette Sacco. Silvan köyünün Yahudi yerleşimciler tarafından işgalini protesto etmek için toplanan Barış Şimdi Hareketi (Şalom Ahşav) gönüllülerinden biri olan İsrailli bir Yahudi ile yaptığı ayaküstü sohbet, İsrail’deki dip akıntılarından birisine ışık tutmaktadır. İsrail’le Mısır arasındaki barış görüşmelerini desteklemek amacıyla 1978 yılında İsrail ordusunda görev yapan 348 subay tarafından kurulan Barış Şimdi Hareketi’nin bugün tüm dünyada aralarında akademisyenlerin, politikacıların, filozofların da olduğu 10 binden fazla üyesi ve destekçisi vardır. Sacco’nun sohbet ettiği üyesinin de bahsettiği gibi, hareket Filistin devletinin kurulması, İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesi gerekliliği gibi fikirlere sahiptir. Sacco’nun konuştuğu ve Siyonist olduğunun altını çizen aktivist, bu politik tavrına rağmen her İsrailli erkek gibi yapması gereken zorunlu askerlik görevini bir çelişki olarak görmez. Ona göre ordunun içinde kendisi gibilerinin olması Arapların lehine sayılacak bir pozisyondur. Yasadışı şeyler yapan bir askerin cezalandırılmasına, hatta ordudan atılmasına sebep olabileceğini düşünür. Buna karşın Sacco’nun iki İsrailli Yahudi kadınla geçirdiği bir gün ise hayal kırıklığıyla sona erer. Kadınların Araplarla ve Filistinlilerle ilgili korkularının yersizliklerini göstermeye, Filistinlilerin yaşadığı zorlukları anlatmaya çalışan Sacco’nun sıkıştıran sorularıyla ılımlı konuşmaların yerini alan ve giderek artan pervasızlık üst perdeden bir söyleme dönüşüverir kısa sürede:
“İsrailliler işgal altındaki topraklar yüzünden özür dilemekten bıktı! Bir savaş oldu! Biz kazandık! O topraklar artık bizim!”
Filistin kitabının sonunda tüm kitap boyunca ipuçlarını aradığı barışın olup olamayacağını sorgularken, arzulanan barışın herkes için nasıl da farklı anlamlara sahip olduğuna da işaret eder Sacco. Barış süreci üzerine sohbet ettiği arkadaşlarının iki devletli çözüm önerilerini dinlerken aralarında bulunan bir İsrailli, arzulanan barışın imkânına dair önemli bir tespitte bulunur:
“Bence barış ne tek devletle gelir ne de iki devletle. Tabii bu mesele önemli ama ha bir tane ırkçı devlet olmuş ha iki tane… Ya da bir ırkçı devlet öbür ırkçı devletin tepesine binmiş… Esas mesele, iki halk eşit şekilde beraber yaşayabilir mi?”
Bu soru saçak altındaki İsrailli askerler tarafından zevk için yağmurun altında bekletilen bir Filistinli çocuğu hatırlatır Sacco’ya. Askerlerin keyfi sorularına cevaplar verirken sırılsıklam olan çocuğun aklından geçenlerin pek de barışa dair olamayacağını düşünen Sacco, gücü elinde tuttuğuna inananların neye dönüşeceğine dair tahmininde yanılmadığından bahseder. Sonra da sorar:
“Peki ya hiç gücü olmadığına inananlar sonra neye dönüşür?”
Filistin hakkında ikinci kitabı olan ve Gazze halkına adadığı Gazze’nin Dipnotları’nda ise 1950’lerin ortalarında yaşanan ve çok bilinmeyen iki katliamın peşine düşer Sacco. Gazeteci arkadaşı Chris Hedges ile beraber Harper’s dergisi için gittikleri Gazze Şeridi’nde yer alan Han Yunus’ta, Filistinlilerin ikinci intifada esnasında hayatla nasıl baş ettiklerine odaklanacaklardır. Sacco, yıllar önce okuduğu Noam Chomsky’nin Kader Üçgeni isimli kitabında Birleşmiş Milletler raporundan alıntıladığı ve Han Yunus’ta sivillerin geniş çapta öldürüldüğü bir olayı hatırlar:
Arkadaşı Chris’le birlikte bu olayı eğer geçerliliği ve bugüne dair bir önemi varsa yazıya dahil etmeye karar verirler. Halkla yaptıkları konuşmalar sonrasında Chris 1956’da Han Yunus’ta yaşanan ve BM kayıtlarına göre 275 sivilin öldürüldüğü bu katliamı şehrin tarihine ilişkin önemli bir olay olması nedeniyle makalesine katar ve dergiye gönderir. Ancak yazı dergide bu kısım olmadan yayınlanır. Bu duruma öfkelenen Sacco olayı biraz daha kurcalamak için Gazze’ye geri döner. Bu konu üzerine çalışırken olayın olduğu aynı zaman zarfında, 12 Kasım’da Refah’ta da onlarca Filistinli erkeğin öldürüldüğü bir başka katliamdan daha haberdar olur. Yine bir BM raporunda birkaç cümleyle yer alan olay Sacco’nun daha çok ilgisini çeker:
“Han Yunus’ta uygulanan şiddet şoke edici ve acımasızcaydı, ancak Chris’le Gazze’ye yaptığımız ilk seyahatte öğrendiğimiz gibi gayet apaçıktı. Halbuki Refah’taki cinayetler Filistinli gerilla ve askerlere yönelik bir gün süren bir arama-tarama operasyonu esnasında işlenmişti. Karmaşık olsa da standart bir askerî prosedürün uygulanması esnasında nasıl olmuştu da 100’den fazla insan ölmüştü?”
Sacco’ya göre Refah olayı daha katmanlıdır. Üstelik, askerlik çağındaki bütün erkeklerin maruz kaldığı bu şiddetin görgü tanıkları hâlâ hayattadır. Oysa Han Yunus’taki infazdan pek az kurtulan olmuştur. Bu nedenle Sacco kitabını ikiye böler. İlk bölümde Han Yunus’u anlatırken, daha uzun olan ikinci bölümün konusu Refah’ta yaşananlardır.
Sacco yaptığı saha araştırmalarının çoğunu Kasım 2002 ve Mart 2003 tarihlerinde yaptığı Gazze ziyaretlerinde gerçekleştirir. Her iki olayda da yaşananlara şahit olmuş Filistinlilerle konuşurken, olayların üzerinden geçen zamanın hafızada yarattığı bulanıklığı da göz önünde bulundurmayı ihmal etmez. “Hayatta kalanlar esas itibariyle aynı şeyi mi hatırlıyorlar?” sorusu Sacco’yu ister istemez arşiv çalışmalarına da yönlendirir. Mısır, Ürdün ve BM arşivlerine erişimin olmaması nedeniyle Sacco, İsrail Savunma Kuvvetleri arşivinde araştırma yapacak iki İsrailli araştırmacıyı işe alır. Araştırmacılardan biri bununla yetinmeyip her ne kadar İsrail Devlet Arşivleri’ni, Knesset, basın ve Kol Ha’am (Komünist Parti) arşivlerini incelese de, geride muhtemelen İsrailli tarihçilerin doldurması gereken oldukça büyük bir boşluk kalır.
Sacco, Gazze’deyken gençlerin sıklıkla kendisine İsrail’in Filistinlilere karşı saldırısı devam ederken tarihle uğraşmanın ne faydası olacağı sorusunu yönelttiğinden bahseder. Oysa Sacco’ya göre geçmiş ve şu an o kadar kolaylıkla birbirinden ayrılamaz. Ona göre bu iki olayı incelemek belki de bu çağıltılı hareketi bir anlığına durdurup kalplere nefretin nasıl ve niçin ekildiğini anlamak isteyenler için yol gösterici olacaktır.
Sacco ilk bölümde bir yandan Han Yunus’ta yaşananların izini sürerken, bir yandan da Filistinlilerin liderleri ve siyasi süreçle ilgili fikirlerini bize göstermeye çalışır. Mesela Filistinli dostlarından biri olan Abid, sürgündeyken kahraman gibi gördükleri liderlerinin Oslo Antlaşması’ndan sonra ülkeye döndüklerinde kendi şahsi çıkarlarını ulusun çıkarları üstünde tutmalarını sert bir şekilde eleştirir: “Sıkıntıyı çeken ve kurban veren halktı. Onlarsa sadece bir kadeh şarap için Tel Aviv’e gidebilmeyi ve özgürce seyahat edebilmeyi önemsediler.”
Edward Said’e göre de Oslo barış süreci aslında işgalin farklı bir biçimde ambalajlanmasından başka bir şey değildir. Said’in Filistin lider kadrosuyla ilgili düşünceleri ise Sacco’nun Filistinli dostu Abid’den daha sert bir ton içerir:
“Hitler Almanyası ile işbirliği yapan Fransız Vichy hükümetiyle kıyaslanabilecek Arafat’ın rüşvetçi devletine ülkenin sadece % 18’i ayrıldı. Bu manda hükümet İsrail’le iyi geçinebilmek için kendi halkını kendi polisiyle gözetledi ve vergilendirdi.”[9]
Hikâyeye doğru adım adım ilerler Sacco. İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesiyle yaşanan savaş sonrasında Mısır’ın elinde tuttuğu Gazze’ye sığınan yüz binlerce Filistinlinin çamurlu arazide verdikleri yaşam mücadelesini anlatır önce. Sacco’nun ulaştığı, 1949 yılında hazırlanmış bir İsrail Dışişleri Bakanlığı raporunda bu mücadelenin değerlendirilmesi şöyledir:
“Uyum yeteneği en yüksek olanlar doğal seçilim yoluyla hayatta kalacak, geri kalanlar ise yok olup gidecek. Bir kısmı ölecek ama çoğunluğu insan kalıntıları haline gelip toplumun dışına düşecek ve Arap ülkelerinin en yoksul sınıflarına katılacak.”
Gazze’nin kumlarında yaşam mücadelesi veren bu insanların geride bıraktıkları mahsulleri olgunlaşmış tarlalar yahut un ve yağ dolu kilerler ise artık İsrailli yerleşimcilere aittir. Açlığın getirdiği cesaretle İsrail diye adlandırılan eski topraklarına gizlice girip taşıyabildikleri kadar mahsul ve hayvan kaçırmaya çalışan Filistinliler, İsrail’e göre sınır ihlali yapan mültecilerdir artık ve durdurulmaları gerekmektedir. Bu nedenle askerî birliklere verilen talimatla, 1949 yılında geri dönmeye çalışan 1.000 mülteci öldürülür. 1951 yılında kadınların, çocukların ve teslim olanların istisnasına karar verilse de, 1956’ya gelindiğinde bir kısmı silahsız 2.700 ila 5.000 arası mülteci öldürülmüştür.
Bu sıralarda kurulan ve İsrail’e karşı asker-sivil ayrımı gözetmeyen Filistinli Fedailer grubunun eylemleriyle bağlantısı bir yana, dönemin Mısır lideri Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi, arkasına Fransa ve İngiltere’yi alan İsrail’in 29 Ekim 1956’da Mısır’a saldırması için gerekli zemini oluşturmuştur. 2 Kasım’da Gazze Şeridi’ni işgal eden İsrail birlikleri 3 Kasım’da Han Yunus’a girerler. İsrail’in işgaline karşı herhangi bir direniş olmamasına rağmen askerler endişe ve korkuyla bir araya toplanmış Filistinli erkekleri evlerinden çıkartarak duvar dibinde kurşuna dizerler. Sacco’nun peşine düştüğü ilk hikâye de işte budur. Olayı yaşayıp sağ kalanlarla yahut görgü tanıklarıyla yaptığı görüşmelerde hafızanın oyunlarını da fark eder Sacco. Anlatanların hikâyelerinde tespit ettiği, ancak çok da önemli olmayan tutarsızlıkları yine de kalben bağlı olduğu gazeteciliğin etik anlayışına uygun olarak nakletmekten geri kalmaz.
Bununla da yetinmez Sacco. Birleşmiş Milletler’in New York’taki arşivinde yer alan bir raporu daha bulup çıkartarak olayın gerçekliğini belgelendirmeyi de başarır. “Belki” ve “muhtemelen” gibi şüphe uyandıran kelimelerle bir taraftan İsrail’e karşı bir direnişin de olabileceğini ima etmeye çalışan rapor öte yandan pek çok silahsız sivilin öldürüldüğü bilgisini de içermektedir. Rapora göre bir duvar dibinde yaylım ateşiyle öldürülen sivil sayısı 275’tir. Bu, İsrail ve Mısır arasında yaşanan savaşta Sacco’nun dikkate aldığı ilk dipnottur.
Refah’ta yaşanan diğer olay hakkında çalışmak için şehirde bir ev kiralayan Sacco önce Refah’ı tanımak ve tanıtmakla başlar işe. Kuleleri ve karakollarıyla İsrail’in kontrolü altında olan sınır bölgesini, ikinci intifada başladıktan sonra İsraillilerin araçlarını Filistinlilerin saldırılarından korumak için ördükleri metal duvarları, az bulunan ürünlerin, sigaraların ve silahların Mısır’dan teminini sağlayan tünelleri ve İsrail’in bu tünelleri bulmak için yıktığı evleri Sacco’nun detaylı çizimleriyle öğreniriz. Bu yıkımlardan birine rastlayan Sacco’nun yabancı olduğunu anlayan Filistinli bir kadının söyledikleriyse Filistinli çocukların yıkıma gelen buldozerlere attıkları taşlar kadar can yakıcıdır:
“Neden hepimizden bir seferde kurtulmuyorlar?.. Yıktıkları bir insanın evi, bir insanın hatıraları, bir insanın hayatı! Öldürülen çocuklara şehit diyoruz ama ya oğlunu sakatlanmış olarak gördüğünde ne oluyor? Oğlunu bir eli kesilmiş, tek eliyle pantolonunu çekmeye uğraşır gördüğünce yavaş yavaş ölüyorsun.”
Sacco kitabının sonuna eklediği belgeler ve kaynaklar kısmında İsrailli askerî yetkililerin evlerin yıkılmasıyla ilgili yorumlarına da yer verir. Konuştuğu askerî yetkililerden biri kimsenin evini iyi bir neden olmadan yıkmadıklarından bahseder. Bir ev ancak istihbarat toplanırsa, askerlere ateş açıldığı, patlayıcı yerleştiren insanların saklandığı yahut tünel kaçakçıları tarafından kullanıldığı tespit edilirse yıkılmaktadır. Yetkiliye göre bu asimetrik bir savaştır ve burada silüetlerle ve gölgelerle savaşılmaktadır. Bahsettikleri bu silüet ve gölgeler Filistin halkının içine gizlenmiş teröristlerdir (!) onlara göre.
Sacco’nun da şahit olduğu gibi, evlerinin yıkılmasından korkan Filistinlilerin ise eli silahlı bu adamlardan evlerinden uzak durmalarını istemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Askerî yetkililerin yaptıkları eylemleri kendilerine yapılan saldırılara bir cevap olarak ele aldıklarını okuruz Sacco’nun yaptığı röportajlarda. Bütün suç karşı tarafındır. Belki de burada Brezilyalı devrimci düşünür Paulo Freire’ye kulak vermek gerekiyor:
“Şiddet, ezen, sömüren, ötekileri kişi saymayanlarca başlatılır; yoksa ezilen, sömürülen, kişi sayılmayanlarca değil.”[10]
İsrail’in tünel arama bahanesiyle yaptığı ev yıkımlarına karşı şiddetsiz eylemlerle direnmeye çalışan Uluslararası Dayanışma Hareketi’nin üyeleri de Sacco’nun karelerinde boy gösterir. 2001 yılında Filistinli ve İsrailli bir grup aktivist tarafından kurulan hareket şiddet içermeyen protestolarıyla tanınmaktadır. Yıkılma tehdidiyle karşı karşıya kalan evlerde kalarak, buldozerlerin yahut tankların önünde durarak yıkıma engel olmaya çalışmalarıyla bilinen hareketin üyelerinden, 1979 doğumlu bir Amerikalı olan Rachel Corrie’nin 2003 yılında bir buldozer tarafından ezilerek ve yine aynı yılda hareketin bir diğer gönüllüsü olan 1981 doğumlu İngiliz fotoğrafçılık öğrencisi Thomas Hurndall’ın İsrailli bir keskin nişancı tarafından vurularak öldürülmesi dünyada büyük bir yankı uyandırmıştır.
Olayın olduğu gün orada bulunan Sacco, Corrie’nin hikâyesini de taşır sayfalara. Hastanede konuştuğu aktivistlerden Washington’dan geldiğini ve El Selam mahallesindeki bir evin yıkımını engellemeye çalışırken öldüğünü öğrenir genç kadının. Aynı gün evinin önünde dururken İsrail kuvvetleri tarafından başından ve göğsünden vurulan ve birkaç dakika içinde ölen Ahmed el Neccar’ın naaşı da getirilir hastaneye. Gazze’de bir Filistinlinin öldürülmesi sıradan bir olaydır. Fakat bir Amerikalının öldürülmesi… Hem Corrie’nin hem Hurndall’ın aileleri tarafından İsrail devletine açılan davalar sonuçsuz kalsa da, bu süreçte bir araya gelenler için Filistin artık başka bir anlam taşımaya başlar. Hareketin kurucularından olan Huwaida Arraf’ın belirttiği gibi,
“Filistin herkesindir. Dinden, ırktan bağımsız bir yerdir”.[11]
Sacco görgü tanıklarıyla Refah’ta yaşananlara dair yaptığı görüşmeler sonucunda anlatılanları bir araya getirmeye başlar. 1956 yılının 12 Kasımı’nda Refah’ı işgal eden İsrail askerleri yaptıkları anonslarla 15-60 yaş arası Filistinli erkeklerin okul bahçesinde toplanmalarını isterler. Tanıkların anlattıklarına göre okula gitmek için evlerinden çıkan Filistinliler daha ne olduğunu anlamadan sopalarla dövülmeye başlarlar. Askerlerin havaya açtıkları ateş kimi zaman da Filistinlilere denk gelir ve aralarında ölenler de olur. Düşe kalka koşarak okula varmayı başaran Filistinlileri, bahçe duvarındaki kapıdan içeriye girdiklerinde bekleyen eli sopalı askerler her girenin kafasına sopalarla vururlar. Başlarına aldıkları darbelerle yere düşenlerin, hatta ölenlerin üstüne basarak kapıdan geçmeyi başaranları ise bir araya toplayıp başlarını yere eğilmiş şekilde yere çökertirler. Bu arada şehirde yapılan anonsu duymayan yahut verilen mühlet içinde okula gidemeyen birçok Filistinli erkek ise şehrin duvar diplerinde kurşuna dizilerek infaz edilir. Okul bahçesinde toplanan ve bütün bir gün boyunca aç ve susuz bekletilen kalabalık içinden gerek toplanan istihbaratla gerek Filistinli işbirlikçilerin vasıtası yahut göz kararıyla asker ya da fedai olanlar tespit edilerek çoğu öldürülür. Geriye kalanlarsa sıkı bir şekilde sorgulandıktan ve yine dövüldükten sonra evlerine gönderilirler.
Tıpkı ev yıkımlarında olduğu gibi, bu olayla ilgili olarak İsrail’in anlatımı yine farklıdır. Onlara göre Mısırlı ajanların kışkırtmasıyla bir isyan meydana gelmiştir. Çıkan kargaşada BM’nin yiyecek deposunun yağmalanmasını engellemek için müdahalede bulunan İsrail ordusu asayişi zorlukla sağlamış ve bu arada kalabalığın bazı kayıpları olmuştur. Dönemin Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan’a göre saklanan Mısırlı askerlerin tespit edilmesi, gizlenen silahların bulunması için yapılan aramalarda direnişle karşılaşan İsrail birliğinin açtığı ateşle 48 kişi ölmüştür, ancak görgü tanıklarının yukarıda anlattığı gibi bir olay yaşanmamıştır. 28 Kasım 1956’da dönemin başbakanı Ben Gurion, Refah olayının Knesset’te tartışılması teklifini reddetmiş ve Dayan’ın açıklamalarına benzer bir açıklamayla konuyu kapatmıştır. BM’nin raporuna göreyse, 12 Kasım 1956’da Refah’ta 103’ü mülteci, yedisi yerli Refahlı ve biri Mısırlı olmak üzere 111 kişi öldürülmüştür.
Sayfalarca anlatılan bu hikâyenin bugün yaşananların yanında ne hükmü olabilir ki? Nitekim konuştuğu görgü tanıklarından birinin oğlu, öldürülen kuzeninin fotoğrafını, evindeki mermi deliklerini göstererek “Burada her gün 1956” diye çıkışır Sacco’ya. Olaylar devamlılık göstermektedir muhakkak ama Sacco bugün yaşananları anlamanın yollarından biri olarak tarihi eşelemeyi seçmiştir. Tüm bunları yaparken, mesela insanlarla konuşurken olabildiğince profesyonel davranmaya –neredeyse bir cerrah gibi– konuştuğu insanlardan sadece hikâyeyi çekip almaya çalışır. Duygularını bir kenara bırakarak topladığı bilgileri, delilleri analiz eder, kataloglar ve bir tabloya işler. Ancak iş çizmeye gelince durum artık farklıdır. Kişileri çizerken onların yaşadıklarını, içlerinden geçeni hissetmek gerekmektedir. İşte o zaman her şey zorlaşır. O kadar ki, çizim masası bir bakıma Gazze sokaklarından daha zor bir yer haline gelir.[12]
Levent Cantek, Joe Sacco’nun Filistin kitabının bazı ülkelerde antisemitik olarak nitelendirildiğinden bahseder. Eleştirilere göre Sacco hikâyeleri tek taraflı olarak anlatmaktadır. Cantek’e göreyse karşılıklı ölümlerin yaşandığı bir ortamda dengeli bir müzakereyle rasyonalite içinde savaşı eleştirerek anlatmak pek mümkün değildir.[13] Gazze’nin Dipnotları kitabı için de aynı suçlamaların yapıldığı bazı yazılar benim de gözüme çarptı. Oysa Filistin kitabının sonlarında iki İsrailli Yahudi kadınla geçirdiği o günü anlatırken aslında bu suçlamalara önceden cevap vermiş gibidir Sacco. Kadınlardan birinin sorduğu, “Hikâyeyi bizim tarafımızdan da görmen gerekmiyor mu?” sorusunu “Hayatım boyunca zaten İsrail’in hikâyesini dinledim” diye cevaplar.
Bu suçlamaların aksine, Sacco’nun Filistin kitabı sayesinde birçok şeyin farkına varanlar da olmuştur. 2016 yılında The Forward tarafından Amerika’nın en ilham verici hahamı seçilen Rachel Barenblat da bu kişilerden biridir. Kişisel blogunda Sacco’nun Filistin kitabını okumanın özellikle Yahudiler için oldukça zor olduğundan bahseden Barenblat, kitap boyunca dövülen, işkence gören, sevdikleri öldürülen, zeytin ağaçları kesilen, işsiz bırakılan Filistinlilerin İsrail karşıtı duygularının bağlamını, intihar bombacılarını onaylamasa da artık anladığını yazar. Sacco’nun bu kitabıyla İsrail’in adaleti ve Yahudiliğin doğruluğu hakkındaki fantezilerinden sıyrılan Barenblat, kimilerinin Filistinlileri suçlayan argümanlarını kabul etmesinin artık mümkün olmadığını söyler. Sacco’ya sorulan “Hikâyeyi bizim tarafımızdan da görmen gerekmiyor mu?” sorusuna nazire yaparcasına şu cümleleri yazar Barenblat:
“Durumun bir tarafında çıkarı olan bizler için hikâyenin diğer tarafını kabul etmek zor. Ben oldukça soldayım ve ben bile Filistin gerçeklerine gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Ama gözlerimi açma yükümlülüğüm var; sanırım hepimizin bunu yapması gerekiyor.”[14]
Sonuç olarak, tüm bu suçlamaların ve övgülerin ortasında sessizce işini yapmaya devam eden Joe Sacco için belki de en doğru tanım Sacco’yu hiç tanımamış olan bir Sefarad Yahudisine ait. Yazarın Uğraşı isimli metninde yazarın asıl görevini “insandan insana giden yolları açık tutmak” olarak tanımlar Elias Canetti.[15] Sacco da yazdıkları ve çizdikleriyle bu görevi hakkıyla yerine getirmiş, bizi sadece acılarına şahit olduğumuz ama tanımadığımız Filistinlilere değil, benzer acılara sahip tüm insanlara bağlayan bir yol açmış görünüyor.
NOTLAR
[1] Rojin Canan Akın, Funda Danışman, Bildiğin Gibi Değil-‘90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.
[2] John Berger, Sanatla Direniş, çev. Aslı Biçen, Metis Yayınları, İstanbul, 2014.
[3] Varlık, Mayıs 2010.
[4] Levent Cantek, "Çizgi romandan grafik romana...", derinhakikatler.blogspot
[5] Diba Mohtasham, "An acclaimed graphic novel is seeing a resurgence, brought on by the war in Gaza", NPR
[6] Levent Cantek, "Etkileyici bir grafik roman", derinhakikatler.blogspot
[7] David Barnett, "Groundbreaking graphic novel on Gaza rushed back into print 20 years on", Guardian
[8] Chris Hedges, "Joe Sacco, Author of Footnotes in Gaza Rushed Back into Print 20 Years on", The Real News Network
[9] İsyanın Adı: Filistin-İntifada Kazanacak, der. Yücel Demirer, Sibel Özbudun, Ütopya Yayınevi, 2002.
[10] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.
[11] Sümeyye Ertekin Yıldız, Huwaida Arraf ile söyleşi: "İsrail'in Zulmü Karşısında Sessiz Kalamazdım", TRT Haber
[12] Chris Hedges, "Joe Sacco, Author of Footnotes in Gaza Rushed Back into Print 20 Years on", The Real News Network
[13] Levent Cantek, "Etkileyici bir grafik roman", derinhakikatler.blogspot
[14] Rachel Barenblat, "Reading Palestine", velveteenrabbi.blogs
[15] Elias Canetti, “Yazarın Uğraşı”, çev. Ahmet Cemal, Tan dergisi, sayı 8, Aralık 1982.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 36
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Alışın, Her Yerdeyiz! / Arkeofili / Cerrah / Dil Nasıl Ortaya Çıktı / Meslek Olarak Sanat / Normalliğin Deliliği / Peygamberin Şarkısı / Savaş Üzerine / Sofie’nin Dünyası / Viskinâme