İzin verin de sanatınızın üstünü değiştireyim
“Yazar, çevirmen, akademisyen Kate Briggs’in çeviri üstüne sesli düşündüğü Küçük Bir Sanat, pek de küçük olmayan çeviri sanatı üzerine bir sorgulama, güzelleme ve pek zevkli bir okuma; en azından kafayı yazıyla bozanlar ve bulanlar için…”

Kate Briggs
Kate Briggs, Barthes’dan, Barthes da Valéry’den alıntılamış:
“Son günlerde biraz Valéry’yi okudum ve Prag’dayken yazdığı şu notu buldum: ‘Yabancı ülkede, bilinmeyen bir dil içinde yitmişsin. Herkes birbirini anlıyor ve birbirine insanca davranıyor. Ama sen hayır, sen hayır...’” (s. 121)
Hollandacadan Türkçeye kitap çevirmeye başlamamın sebeplerinden biri, o “hayır”ı olabildiğince evete dönüştürme çabasında bir parça daha yol katetmekti. Yüzyılın en iyi yazarlarından Elena Ferrante’yi İngilizceye çeviren Ann Goldstein’ın soranlara söylediği üzere, “tesadüfen” başlanmış bir macera değil benimki. Daha akılcı bir karar. Ama akıllıca mı?
Amerika’da doğmuş, Oxford’da yaşamış üç çocuk annesi Helen Lowe-Porter ise Thomas Mann’ı İngilizceye kazandırdığı çeviri işine “düşünsel anlamda otlaşmak istemediği” için başlamış 1920’lerde. Onun kadar soylu da değil ayrıca çıkış noktam.
Şöyle diyor Küçük Bir Sanat kitabında, çevirmenlerin sevmedikleri kitabı bile çevirmelerine dair Kate Briggs:
“Öğrenmek için, daha genel bir amaç için (dünyanın buna ihtiyacı var), fırsat bulduğu için ya da para için, kırılgan bir geçim kaynağı olarak çeviri yaparlar.” (s. 110)
Kırılgan bir geçim kaynağı… Veyahut kurmaca yazarlığın oldukça kırılgan geçim kaynağına kırılgan bir ek kaynak. Kendinden başka mürit bulunmayan bir tekkede, neredeyse körü körüne inanarak sürdürülen yazma eylemine devam edebilmek için yürütülen cabbar bir girişim: Çeviri yapmak. (Çeviri yazmak? Çevirmek? Çeviri gerçekleştirmek?)
Çevirilere ihtiyacımız var. Tabii ki var. Dünyanın ihtiyacı var. (…) Ancak yapılacak işin doğası, bir çeviriyi yazmak için gereken zaman, maddi desteğin yokluğu, düşük ücreti ve eşitsiz uygulanması bu talebe cevap verebilecek insan sayısını kaçınılmaz olarak sınırlayacaktır. Çeviri gerekli, hayati bir iştir. Aynı zamanda son derece zevkli, öğretici ve yoğun zaman alan bir iştir. Bu durumda kendi özel istikrarsız ekonomisine sahip bir tür boş zaman etkinliğine benzer: Kelime başı ücretler (sanki bir kelimeyi, bir kelime dizisini, kelimelerden oluşan bir kitabı çevirmek başka birini çevirmeye denkmiş gibi), nadir ödülleri. (s. 113-14)

Küçük Bir Sanat
çev. Betül Kadıoğlu
Everest Yayınları
Mart 2024
288 s.
Kate Briggs, Roland Barthes’ın Collège de France’da 1978-1979 ve 1979-1980 yıllarında verdiği derslerin notlarını Fransızcadan İngilizceye çevirme deneyiminden (ki beş yıldan fazla zamanını almıştır) yola çıktığı kitabı Küçük Bir Sanat’ta, Robinson Crusoe’nun adada masa yapma girişimini bir analoji olarak kurup yeri gelince bozuyor ve sanırım daha sonra yazacağı ilk kurmaca metnine, 2023’te basılan The Long Form isimli romanına bir ön izlek teşkil edecek şekilde çocuk bakmakla çeviri yazmak arasındaki ilişkiyi de kitabının leitmotif’eri arasına alıyor (aşağı yukarı söyleyecek olursak, çeviri de, çocuk yetiştirmek de türlü riskler barındırır). Kitabın ismi Helen Lowe-Porter’ın Thomas Mann’ı Çevirmek Üzerine başlıklı yazısından alıntılanan bir tanıma dayanıyor; böyle demiş Lowe-Porter: “Çeviri denen küçük sanat...” 2017 yılında İngiltere’de yayımlanan Küçük Bir Sanat, 2018 yılında Believer Kitap Ödülü finalisti olmuş.
Helen Lowe-Porter’ın sonradan karalanacak Thomas Mann çevirileri ve iki yazarın ilişkisi, André Gide ile İngilizce çevirmeni Dorothy Bussy’nin profesyonel, şiirsel mektuplaşmaları, John Updike’dan Lydia Davis’e, Flaubert’ten, Puşkin’den Maggie Nelson’a derken söz edebiyat ve çeviri edebiyat olunca birkaç yüz yılı kapsayan dokunaklı bir yolculuğa dönüşüyor kitabın okuması.
Yazar, akademisyen ve çevirmen Kate Briggs, İngiltere’nin Somerset kentinde büyümüş. Briggs’in, Roland Barthes’ın ders ve seminer notlarından oluşan eserlerini The Preparation of the Novel ve How to Live Together isimleriyle İngilizceye çevirmesi, akademik çevreler dışında da isim yapmasına aracı olmuş. 2016’dan beri Rotterdam’da yaşayan, 2021 yılında Windham-Campbell Ödülü’ne layık görülen yazar Rotterdam Piet Zwart Enstitüsü’nde ders veriyor; aynı zamanda Roland Barthes’ın çalışmaları üzerine İngilizce araştırmalar için açık erişimli bir dergi olan Barthes Studies’in yayın kurulu üyesi.
Bu yazıyı yazdığım günlerde, Den Haag’da bir pazarda bulduğum Joodse Elfstedenroute kitabını okuyordum; Kuzey Hollanda eyaletinde Yahudi tarihinin, kültürünün izlerini süren ve bu rotayı izlemek isteyenlere pratik tavsiyeler veren bir kitap. Sayfalardaki yazılar iki sütun halinde düzenlenmiş; solda orijinal Hollandaca metinler, sağda İngilizce çevirileri var. Sayfayı bazen solundan, bazen sağından okuduğumu fark etmeden ilerlerken 53. sayfada birden durdum. Purim bayramının hikâyesinden bahsediliyor, Haman’ın Yahudileri yok etme planından, bu planın Ester tarafından nasıl bozulduğundan ve sonra birden: “Lest we forget this evil gentleman” diye bir cümle; sağ sütundaymışım… Metnin hissiyatına, genel gidişatına uymayan bir cümle, gökten pat diye düşmüş bir meteor taşı. Şüphelenip Hollandacasına baktım. Böyle bir cümle yok orijinal metinde. Kesinlikle yok. Çevirmen basbayağı “ek yapmış”.
“Çevirmen: başkalarıyla yakın konumda, yeni cümlelerin yazarı, ilişki yapımcısı” diyor Briggs kitabının 37. sayfasında fakat ne kadar yeni olabilir bu cümleler? Yoktan var edilebilirler mi?
Bir çevirmen olarak sürecimin ortak çalışmaya ne kadar bağlı olduğunu düşünsem de, yazım, düşüncem seninkine ne kadar bağlı olsa, onun tarafından ne kadar yakından idare edilse de, –gerçekten de, işin doğrusu, onsuz var olamazdı– günün sonunda (uzun bir eseri çevirmek için gereken bütün günlerin en sonunda) senden sorumluyum. Ben senden sorumluyum, sen benden değil. (Oğluma yiyecek bir şeyler hazırlarken eğer armut dilimi onun rahatça yutamayacağı kadar büyük olursa bu benim hatam olur, onun değil.) … Öylece bir şey uyduramam. “Saygın” metinde bir şeyleri öylece kendi uydurduğum bir şeyle değiştiremem.” (s. 203)
Arada romanım Nişan Evi’nin İngilizce ve Hollandaca baskılarını birbiriyle ve Türkçesiyle karşılaştırmak gibi çılgın bir işe girişiyorum meraktan. İki dilde de bazen sözlüğe bakmak durumunda kalıyorum. Anlamlarını metinden haliyle çıkarabilsem de, kimi deyimleri, ataözlerini tanımıyorum, çünkü bu kitaplar artık sadece benim değil. Kenneth Dakan, Hanneke van der Heijden ve benim beraberce yazdığımız, iki yazarlı, iki ayrı kitap onlar, yani sanırım öyleler.
Araştırmacı ve kuramcı Emily Apter çevirinin yazarın mülkiyetini rahatsız edebileceği açıları tartıştığı çok ilginç yazılar yayımladı. “Çeviri yaratıcı mülkiyet ve sahipliğin sınırları konusunda özellikle zengin bir tartışma odağı sunar,” diyordu, "çünkü özel bir türdür ... İzinli bir intihali ya da yasal olarak sahiplenmeyi içeren benzersiz bir sanat olayı olan çeviride hiçbir telif hakkı ihlali ya da sahtecilik suçlamasına maruz kalmadan özgün metinden çalmaya özendirilir. Ona bu yetki verilir, çünkü zımnen özgün olana bağlı olduğunu, yani hiçbir otonom metinsel kimliği olmadığını iddia eder. Böylece çeviri, sahip olunabilir fikri mülkiyetin kanunlara bağlı normlarına karşı durur ... ‘orijinallerin’ yazarlarının kendi edebi mülkiyetlerinin tek sahibi olduğu düşüncesini geride bırakır. (s. 220-21)

Yani bu demek oluyor ki, kitabımın üstü değişmiş. Onu bu yeni kıyafetiyle yer yer çıkaramamam doğal. “İzin verin de sanatınızın üstünü değiştireyim” diyor Briggs, şu alıntının arkasından:

1924 başlarında Mann devam etmekte olan çeviriden bir bölüm okumuş, çevirmenine maharetini ve hassasiyetini öven bir mektup yazmıştı. Buluşmayı teklif etmişti. Belki kendisi ve Frau Mann onu görmeye Oxford’a uğrayabilirlerdi. Ancak bir tarih belirtmemişlerdi. Sonuç olarak uğradıklarında evde kimseyi bulamadılar; Mann’lar beklemek zorundaydı. Lowe-Porter onların nasıl vakit geçirdiğini hayal ediyor: “Eminim T. Mann kısıtlı kitaplığımızdaki bütün kitaplara bakmıştır... ve –o savaş ve savaş sonrası yılların belirsizliği yüzünden– dönem değişene kadar sanatının giysisini pazara uygun hale getirecek daha iyi bir giysiyle değiştirmesinde gönülsüzce yardımcı olması gereken (tabii daha iyisini bulamazsa) bu yabancı aleti tartmak için elinden geleni yapmıştır.” Yabancı bir alet olarak çevirmen: edebi sanat eserini yeni bir pazarın amacına göre soymak ve dikkatle yeniden giydirmek için kullanılacak bir araç, bir hizmet sağlayıcısı. (s. 28)
Briggs, Robinson Crusoe’nun masa yapmaya gelince toy, acemi biri olduğunu söylüyor. Bir masanın ne olduğunu biliyor; nihayetinde ortaya çıkacak şey yepyeni bir şey olmayacak. Fakat masa üretimde kullanılan yöntemlerin adada Crusoe için ulaşılmaz olması, masa üretimini Briggs için çeviriye benzer kılıyor: “Hem uygulama hem de buluş yapmayı gerektiren bir proje.” Bu karmaşık projelere, çevirilere ihtiyacımız var çünkü:
Çevirmenlerin ellerinde yeniden yapılan bu kitapları alıyoruz ve o ellerin çevirmenle yazar, okurla çevirmen, dille dil, kültürle kültür, deneyimle deneyim arasında kurduğu küçük bağlantılar, Edith Grossmann’ın deyimiyle okumaya ve yazmaya devam etmemiz ve dillerimizin, kültürlerimizin, deneyimlerimizin canlılığı için tıpkı kitapların kendileri gibi yaşamsal bir önem taşıyor. (s. 47)
Kaldı ki kimi ve nasıl çevirmeyi seçtiğimiz de pek çok kararımız gibi elbette politik ve politik sonuçlar doğuruyor. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çeviri edebiyatı toplam pazarın % 5-6’sına ulaşmıyor. Tek başına bu veri bile İngilizce dışında kalan dillerin, kültürlerin periphery muamelesi gördüğüne dair bariz bir işaret; Briggs’in haklı olarak hayıflandığı üzere, “İngilizce konuşulan dünya, dünyanın tamamı değil. Dünyanın yerine geçmiyor, ona denk değğl; edebiyatı edebiyatın tümü, felsefesi felsefenin tümü değil.” Temsil edilmeyen dillerin yanı sıra aynı dilin içinde de ana akım dışında kalan metinler, janrlara sığmayan, janlar arası üreten yazarlar var; “renk”, sınıf, cinsiyet belaları var. Yayıncılık dünyasında kime nasıl ulaşacağını bilmeyenler, yazılmamış veya çevrilmemiş milyarlarca kelime var. Zorlu bir iş nitekim, toptan. Fakat tatlı da... Barthes, tat (saveur) ve bilgi (savoir) sözcüklerinin aynı Latince kökten gelmesini önemsiyormuş. Briggs bu beyanın üzerine şöyle ekliyor:

Briggs
Çünkü çeviride derin hazlar var gerçekten. Amatörlük var, bilmemek var, doğaçlama ve yönlendirmenin yanında uzmanlaşmış bilgiye ulaşma arzusu var. Sıklıkla güçlü bir yazma arzusu var, daha tanıdık bir tevazunun ve gönüllü çıraklığın yanında bilinçli bir cüretkârlık ve zorlu bir özdeşleşme var. Bir metni yapmak var: Yeni bir bağlamda, çok farklı malzemeler kullanarak yeni bir kitap yapmak. (s. 70)
Nitekim Briggs, okur, yazar, çevirmen ve birkaç dile hâkim bir akademisyen olarak çevirinin tekniğe dair, edebiyata has, kalbe yakın taraflarını oradan siyah yün iplik, şuradan ipek ribon, bir ters bir düz, özgün, şaşırtıcı bir kalıpta örüyor ve karşımıza anılardan, anlardan, fikir ve mütaalardan, önerilerden yaratılmış zengin bir nesir çıkarıyor.
Çeviri (de) yapan pek çok kurmaca yazarı mevcut. Yirmili yaşlarımda İngilizceden Türkçeye bir kitap çevirip tövbe etmiş olsam da, (ne çok vaktimi almıştı ve ne az gelir getirmişti!) Hollanda’ya taşınmak bu grubun içine beni de (sanırım) kalıcı olarak dahil etti. Yazmakla çevirmek apayrı işler olmasa bile ayrı süreçler; yeni yetme bir çevirmen olarak en azından benim için heyecan verici keşiflere gebe. Bundan sonra bana sıklıkla Briggs’in çocuk yetiştirmekle çeviri yapmak arasında kurduğu ilişkiyi anımsatacak oyun parkı manzaralı masamın başına bir metni çevirmek üzere geçtiğimde, kurmaca yazarken olduğu gibi (büyüleyici bir bilinmezlik olsa da) belirsizliğe oturmak zorunda değilim, sıfırdan var etmek zorunda değilim. Sayfalar boş değil: Birisi düşünmüş, çalışmış, zahmet çekmiş, yaratmış. Şaşmaz bir uyanıklık, gani gani merak ve içgörülü bir sadakat gerektiren, azıcık oyunbazlığa ve çokça keyfe müsaade eden bu nazik vazife bana göre kurmacanın yükünden bu anlamda daha hafif. Sonra, metnin başı-sonu belli; doğru planlama yaparsam elimdeki işin ne zaman biteceği belli. Maddi karşılığı konuşulmuş. Kitap basıldıktan sonraki, çoğu yazar gibi bana da sıkıntı veren tanıtım dertleri yok: Teslim et, kurtul. Bunlar çeviri yazmanın pratik kolaylıkları diyelim. İncelikleri, zorlukları malum, yazıda çoğuna değindik. Asıl güzelliğine gelecek olursak: O âna dek girişinde oyalandığım, yüreğindeki kadim ağaçları, esrarengiz yaratıkları pek de tanımadığım büyülü bir ormana dalmak gibi bir çeviriye başlamak. İçindeki konular hakkında derinlemesine bilgi toplamak, daha önce üstünde düşünmediğim kelimelere, deyişlere saatlerce kafa yormak, diller, sözler vasıtasıyla bambaşka (görünen) kültürler arasında ilişkiler kurup aslında birbirimizden ne denli etkilendiğimizi bir kez daha kavramak, kitabı didik didik okumak, deşmek, altından girip üstünden çıkmak ve bu arada masanın diğer tarafından tüm bu süreci hayranlıkla izleyen kurmaca yazarı da farkında olmadan genişletip büyütmek… Güzel. Çok güzel.
Çeviri yapmayı konu (ve dert) edinmiş bir eser hakkında bir yazı olmaya yeltenmiş bu metni, elimizdeki kitabın çevirmenine bir saygı duruşuyla bitirmek yerinde olur. Küçük Bir Sanat’ı İngilizceden Türkçeye çevirmiş Betül Kadıoğlu bu “çok dilli” kitabı yeniden yazarken pek çok karar vermiş olmalı. Hele kimi sayfalarda… Mesela Barthes Fransızcasını yazmış, Richard Howard İngilizcesini söylemiş, Kate Briggs o İngilizce cümledeki bir kelimeye takılmış ve onu iki-üç dilde döndürüp duruyor. Betül Kadıoğlu, Briggs’in İngilizce yazılmış kitabında bilhassa Fransızca veya Almanca bırakılmış cümleleri olduğu gibi bırakıyor; köşeli parantezlerde (okuru Türkçe okuduğundan) Türkçelerini veriyor; söz konusu cümleler daha önce başka bir çevirmen tarafından Türkçeye çevrilmişse o baskılardan o satırları tek tek bulup metne yerleştiriyor, neyi nereden aldığını da dipnot olarak sayfaların altlarına özenle serpiştiriyor. Ve bunun gayet güzel yapılabileceğini kanıtlıyor: İş kulaktan kulağa, kitaptan kitaba ilerlerken kelimelerin çok katmanlı anlamlarını, sözleri söyleme biçimini, kelimeleri sıralamadaki ahengi, lezzeti mümkün olan en doğru ve en tatlı şekilde başka bir dile, kültüre ışınlayabilmek.