İstanbul’un dört ayaklı sürgünleri
“1910’da İstanbul köpeklerinin Hayırsızada’ya sürülerek katledilmesi, halk tarafından engellenemese de sürgüne tanıklık etmek isteyen ya da sürgünün barındırdığı şiddete işaret eden yazılar hemen dolaşıma girer. 'İstanbul'un Çar-pa Menfileri Hayırsızada’da' yazısına Karabatak imzasının atılması, okuru hayvanların perspektifinden bakmaya çağırır...”
1910’da İstanbul köpeklerinin Hayırsızada’ya sürülmesi ile gerçekleştirilen katliam, İstanbul halkı tarafından engellenemese de sürgüne tanıklık etmek isteyen ya da sürgünün barındırdığı şiddete işaret eden yazılar sürgünün hâlâ faal olduğu şartlarda da dolaşıma girer.
Aşağıda okuyacağınız ve 30 Haziran 1910’da Servet-i Fünun dergisinin 995. sayısında çıkmış olan yazı da bunlardan biri. Abdullah Cevdet gibi yazarlar 1909’da basılan İstanbul’da Köpekler risalesi gibi metinlerle medenileştirme ve şehrin köpeksizleştirilmesi arasında sıkı bağlar kurmaya çalışırken, Haziran 1910’da ivmelenen sürgün koşullarında Abdullah Cevdet gibilerin seslerinin karşısına başka sesler de çıkar. “İstanbul’un Çar-pa Menfileri Hayırsızada’da” yazısına imza olarak Karabatak ifadesinin konması gibi okuru hayvanların perspektifinden bakmaya çağıran yazı ve karikatürler de bu dönemde görülür. Örneğin bu yazıdan bir hafta önce 23 Haziran 1910’da Çimdik dergisinde çıkan “Hayırsızada Postası” yazısı, Kuyruksuz adındaki bir köpekten Kulaksız adındaki başka bir köpeğe yazılmış mektup suretindedir. Hava değişikliği nedeniyle ve şehre hizmetlerinden dolayı Hayırsızada’ya getirildiğini düşünen Kuyruksuz kısa sürede asıl hakikatin dehşetini hissetmiştir. İnsanların büyük çatışmalarının, kedilerin yaramazlıklarının yanında kendi kemik kavgalarının şiddet addedilmesine hayret ve isyan eden Kuyruksuz’da babası gibi “kudurmak, karşı(sına) çıkanı dalamak” arzusu hükümrandır.
Sürgünün içerdiği şiddeti açığa çıkaran, bir şekilde gösteren bu yazılarda şiddet karşısındaki şaşkınlık, kızgınlık hallerinin yanı sıra şaşırtıcı bir şekilde bir tür mizah ya da gülümser bir tavır da söz konusudur. İstanbul’un dört ayaklı sürgünlerini anlatan aşağıdaki yazıda da bir fotoğrafçıyla birlikte adada olan biteni, köpeklerin başına geleni merak etme ve belgeleme isteğiyle gayri ihtiyari bir gülme hali iç içedir. Gülümseme ve hüzün arasındaki gelgitler köpeklerin halini nitelemek için de kullanılır. Karabatak ve arkadaşları gözlemlemekte, kaydetmekte, işaret etmekte, aktarmaktadırlar, ancak dehşete düşmezler, duyuları küntleşmiş gibidir. Halbuki köpekler özlemle tepeden İstanbul’u izlemekte ya da sandalı takip ederek şehre yönelmek istemektedir. Bu yazı hem bu duygu karmaşasını hem de fotoğraflar aracılığıyla adadaki köpeklerin hallerini göstermesi bakımından önemlidir.
İstanbul’un Çar-pa Menfileri
Hayırsız Ada’da
Ta uzaktan doğru hafif bir avave [havlama] aksetmeğe başladı; râkib olduğumuz sefine [bindiğimiz gemi] Hayırsız Ada’ya doğru takarrüp ettikçe [yaklaştıkça] elimizdeki dürbün ile, Hayırsız Ada’nın yüksek kayaları, çıplak tepeleri üzerine dikkatle bakıyorduk. Mahallelerimizden, sokaklarımızdan toplatılıp şuraya nefyedilen [sürülen] köpekleri merakla arıyorduk. Hepimiz hem merakta ve hem gayri ihtiyari gülmekteydik.
Hayırsız Ada’yı ziyarete gittiğimiz gün havanın sıcak ve rüzgârın gayet hafif olması hasebiyle râkib olduğumuz sefine, yelkeninden ziyade, Sarayburnu’ndan Marmara açıklarına doğru daima mevcut olan akıntıdan müstefit oluyor [yararlanıyor], adaya aheste aheste takarrüp eyliyordu [yaklaşıyordu].
Biraz sonra adanın sahil-i şarkisi [doğu sahili] kâmilen [tamamen] meydana çıktı; orada döküntü taşlardan müteşekkil ufak bir limancık vardı. İşte burası Hayırsız’ın iskelesidir. İskele, etraf, oradaki çakıllık, alt taraftaki kayaların üzeri kâmilen her renkte köpeklerle, mahlukatla doluydu. Koşuşuyorlar, sahilde denizde nim [yarı] banyo edip hükümferma olan hararetin tesirini tadile çalışıyorlar; birtakımları kayaların gölge çukurlarına çekilmiş hab-ı istirahatte [dinlenme uykusunda]! Üçü beşi baş başa gelmiş önlerine atılan yiyeceği paylaşıyor. Fakat asıl gülünç manzara kuyu başında! Kuyunun üzerine pek mübtediyane [acemice] surette bir makara asmışlar; gaz tenekesi ile iki adam su çekiyor. Ah şu gaz tenekesi! Memleketimizde ne büyük rol ifa eder! Gah dam olur, gah duvar! Bazen çatı üzerinde ocaklık eder; evlerde kova, kazan vazifesini görür. İşte memur-ı kilab [köpeklerden sorumlu] efendinin himmet-i terakkiperverânesiyle [ileri fikirli yardımıyla] Hayırsız Ada’da dahi gaz tenekeleri hayırlı bir iş görüyor!! Köpeklere su çekiyor. Acaba şuraya adi bir tulumba taksalardı, kenara uzun yalaklar koysalardı pek külfet mi edilmiş olurdu? Şehremaneti Meclis-i Umumisinin [Belediye Genel Meclisinin] Hayırsız Ada’daki köpekleri böyle gaz tenekesiyle sulamasında dahi belki bir bildiği vardır diyelim de biz çar-pa menfilerin [dört ayaklı sürgünlerin] ziyareti hikayesine devam eyleyelim.
Sefinemizin sandalına bindik; fotoğraf makinamızla iskeleye yaklaştık. Sandalımızı gören köpeklerin avavesi arttı. Her gelen gemiden yeni yeni ırkdaşlar çıktığına alışmış olduklarından mıdır bilemem, bizi evvela beşuşane [gülümseyerek] sonra mahzunane [hüzünle] istikbal ettiler [karşıladılar].
Yanımdaki arkadaşım dedi ki:
“Lâkin şu tarafa bak. Kayaların en yüksek tepelerinde sıralanmış olan köpeklerin hepsinin nazarları İstanbul’a matuf [yönelik]! Onlar tenezzül eyleyip bize iltifat eylemiyorlar.”
Vakıa yüksek taşların üzerinde kara, boz, sarı, iri, kurada [cılız], mülahham [toplu], zayıf birçok köpekler kafalarını İstanbul tarafına çevirmişler, oraya nasb-ı nazar etmişler [bakışlarını çevirmişler], muttasıl [aralıksız] bakıyorlar, vaziyetlerini değiştirmiyorlar!
Tuhaflığı seven arkadaşım ilave etti:
“Mutlaka bunların İstanbul’da sevgilileri kalmış olacak!”
Sandalımız iskeleye yanaştığı zaman kuyu başında büyük bir şamata koptu. Vakıa gaz tenekesi kuyudan çıkmıştı, köpekler suya hücum eylemişlerdi. Suyu çekenler sopalarıyla hücuma mukabele ederek kendilerini muhafaza eyliyorlardı; biz ise hem gülüyor ve hem şiddet-i hararetle ortalığı istila etmiş olan köpek kokusundan burnumuzu tutuyor, etrafımızı saran sineklerden çırpınıyorduk.
İşte bu haller içinde muhtelif resimler çıkardık. Adanın sahil-i cenubisini [güney sahilini] de dolaştık. Orada da köpeklerin meraklı güruhu yahut o sabah gelen yenileri cezireyi [adayı] devir ve teftiş ile meşguldüler.
Taştan taşa dolaşıyorlar, mağaraları, kovukları muayene eyliyorlar, tepelere çıkıp iniyorlardı.
Sıcak ziyade olsaydı şu cezire cevelanına [ada gezintisine] bizde iştirak edecektik ama şiddet-i hararete, kokuya, hele sineklere dayanmak kabil değildi. Muhtelif mahallattan [yerlerden] gelmiş ve belki ulumalarıyla birçok defalar gece uykumuzu kaçırtmış olan kilab-ı Kostantiniye’ye [İstanbul köpeklerine] bir selam-ı veda ederek sandalımıza döndük. İçlerinden bir tanesi arkamızdan suya atlamış, bizi takip eyliyordu. Denizde biraz yüzdükten sonra mahzunane bir nazar daha atfetti, döndü, arkadaşlarının yanına gitti. O esnada çuvallardan çıkarılan kara ekmekleri dağıtıyorlardı, adada kopan yeni bir gürültü içinde sahilden tebaüd ettik [uzaklaştık].
Karabatak
Önceki Yazı
Sahnedeki Madun, Doğu-Batı ikiliği ve oryantalizm:
Kimin sesi, kimin sessizliği?
“Duygu Kankaytsın, Sahnedeki Madun adlı çalışmasında Doğu-Batı ikiliği ve oryantalizm sorunsalını çağdaş Batı tiyatrosu üzerinden kapsamlı biçimde irdeliyor.”
Sonraki Yazı
Komet’ten Sevin veya Aslı Hanımlara bir öneri:
Haydi Suna - üç perdelik facia
“Askerliğini yapan Komet esasen komutanı tarafından Vatan yahut Silistre’yi sahnelemekle görevlendirilmiş olsa da, Namık Kemal’in eserinin 'zor ve uzun' olduğunu ileri sürerek, kütüphanede bulduğu, belli ki etkilendiği Haydi Suna’yı öneriyor ve böylece ilk (tahminen de son) tiyatro yönetmenliğini gerçekleştiriyor.”