“Issızlığın ortasına düşen...”
Biri yıllardır hapiste olan iki yazarın hiç karşılaşmadan beraber kaleme aldıkları Araf'ta Düet, bu açıdan dünyada bir ilk. Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener tarafından yazılan roman, Dipnot yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Kitabın ilk bölümlerinden birini Tadımlık olarak sunuyoruz...
Ayvaz
Ters dönmüş tosbağanın yanında, dizlerimin üzerine çökmüş halde, bir çift ürkmüş göze bakarken ne şaşkınlık içindeydim ne en küçük bir korku duyuyordum ne de daha ilk günden başıma gelen bu olağandışı şeyleri garipsiyordum; hissettiğim şey sadece kederdi. Derin, koyu bir keder. Nihayetinde hayat böyle bir şeydi, kimin lafıdır hatırlamıyorum (galiba bir şarkının sözlerinde geçiyordu) ama şöyleydi sanırım: “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelen şeylerdir.”
Huzur içinde, sakince son günlerimi geçirmek üzere geldiğim bu ıssızlığın ortasına düşen şey, hayatın hiçbir engel tanımadan, benim planlarımı zerrece umursamadan gürül gürül akmaya devam edeceğini bana acımasızca hatırlatmıştı. Ayrıca beni kederlendiren başka bir şey daha vardı bu bakışlarda, tanıdık bir ifade... Görev yaptığım yıllarda, terör operasyonları için gittiğimiz köylerde, meydana topladığımız köylülerin bakışlarında, hatta 12 Eylül döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde genç bir teğmen olarak görev yaparken muhatap olduğum terörist gençlerin bakışlarında da görürdüm bu manayı: Ürkmüş, ama içten içe yanan, öfkeli, henüz yılmamış, henüz teslim olmamış isyan bakışlarıydı bunlar. Bizim görevimizse gözlerdeki o son ışığı, son isyan kırıntısını yok etmekti ve uzun uğraşlar sonucunda bunu başardığımıza kendimizi inandırdığımızda, bundan vahşi bir haz duyardık.
Oysa şimdi, böyle secde eder gibi toprağa kapanmış vaziyette bakmakta olduğum gözlerdeki o tanıdık ifade bende tam aksine derin bir keder duygusu uyandırıyordu. Bugün biliyorum ki, gerçekte o isyan kırıntısını yok ederek o gençleri teslim almayı asla başaramamıştık. İşin tuhaf yönü, bunun ayırdında olmaktan da gizli bir mutluluk duyuyordum. Aslına bakılırsa bunu epey önce saptamıştım, ne var ki askerlik gururum konuyu etraflıca düşünüp bu yalın gerçeği kabullenmeme şimdiye kadar engel olmuştu. Oysa şimdi, hayatımın şu son demlerinde meselenin özünü artık gönül rahatlığıyla, hatta bağıra çağıra itiraf edebilirim: Yenilen bizdik. Biz yenildik.
Gençler, yöntemlerinizi onaylamasam da haklı olan sizdiniz, zaman sizleri haklı çıkardı. Kendi ellerimizle önünü açtığımız dincilik, tıpkı insan etiyle beslenen bir canavar gibi büyüdü, büyüdü açgözlü bir deve dönüştü ve en nihayetinde gözümüz gibi koruyup kolladığımız, uğruna can alıp can verdiğimiz laik cumhuriyetimizi bir lokmada yutuverdi. Cumhuriyet’in bekçisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kahraman neferleri olarak kendi mezarımızı kendi ellerimizle kazdık. Evet, sarı öküzü vermeyecektik!
Şakağından yanağına doğru incecik bir sızıntı halinde kan akan gence sağ elimi uzattım. Önce kısa bir tereddüt yaşadı. Tuhaf bir şekilde, arkadaki iki emniyet kemerini birden bağlamıştı; zorlayarak açtım. Sonra elimi iki eliyle sıkıca kavradı. Yavaşça, dikkatli bir şekilde tosbağanın midesinden çekip çıkardım, sırtüstü yere yatırdım. “Acıyan bir yerin var mı?” diye sordum. Sesimin şefkatine ben bile şaşırmıştım, dili damağı kurumuş çocuk güçlükle “Hayır, iyiyim,” diyebildi.
Vücudunda kırık var mı yok mu diye kontrol ettim; ayak bileğine dokunduğumda biraz inledi, başındaki sıyrık da pek önemli sayılmazdı, ucuz atlatmıştı. Yardımımla ayağa kalktı, koluna girdim, sağ ayağının üstüne basamıyordu, topallaya topallaya kulübeme yürüdük.
İçeride yatağa uzanmasını, biraz dinlenmesini istedim. “Ben motosikletimle yardım istemeye gideceğim, sen dolaptan bir şeyler çıkarıp yiyebilirsin. Fazla da hareket etme, hemen dönerim, ambulans benden önce gelir mutlaka,” dememle bileğime yapışıp sertçe sıktı, “Hayır, iyiyim, gerek yok!” diye haykırıverdi. Gösterdiği bu ani reaksiyondan utanmış olacak ki bileğimi hemen bırakıp daha nazikçe, “Gerçekten iyiyim, gerek yok amca. Birazdan kendime gelirim, merak etmeyin,” dedi. Bunu söyler söylemez etrafına bakındı, zaten daracık bir kulübede keşfedilecek pek de gizli bir şeyler yoktu. Sonra, “Arkadaşım nerede? Arabada mı halen? Yoksa ona bir şey mi oldu?” diye telaşlanarak kulübeden çıkmaya kalkıştığında kolundan tutup “Hayır, hayır. Fatma çok iyi. Arabadan atlamayı başarmış. Sırt çantasını aldı, yürüyerek arkadaşlarının yanına, kamp yerine gitti. Ama senden hiç söz etmemesi çok ilginç doğrusu. Kazanın şokuyla mı senin arabada olduğunu unuttu yoksa bilerek mi yaptı emin değilim, öyle ya da böyle çok tuhaf!” dedim. Genç çocuksa sanki tuhaf olan benmişim gibi garipser şekilde gözlerini gözlerime dikti ve “Fatma mı? Kamp yeri mi?” diye sordu.
Daha ilk andan itibaren kızın adının Fatma olmadığını anlamıştım zaten. Çocuğun tepkileri bunu teyit ediyordu sadece. İşin içinde bir tuhaflık olduğu belliydi ve ben eski bir asker olarak bunu çözmeden rahat edemeyecektim. Tekrar çocuğun koluna girdim, onu incitmemeye özen göstererek verandaya çıkardım. Masada karşılıklı oturduk ve babacan bir tavırla, “Anlat bakalım delikanlı, yapabileceğim bir şey varsa yardımcı olayım. Bu arada adım Ayvaz, emekli memurum,” diyerek elimi uzattım. Yine bir an tereddüt ettikten sonra elimi sıkıp “Ahmet,” dedi. Gülümsedim. “Ahmet mi? Fatma gibi mi yani?” diye sordum muzipçe. Cin gibi çocuk, hemen anladı tabii. “Şey...” diye geveledi önce, ardından da yalan söylediği açıkça belli olacak şekilde, “aslında arkadaşlar arasında Fatma deriz biz ona, kimlikteki adını ben bile hatırlamıyorum, inanın,” diye salladı. Sorgu yaptığım zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, yalan söyleyeni ânında fark ederim. “Sen bilirsin,” dedim, umursamaz görünerek. “Benim için fark etmez, ha Fatma ha Ayşe; ha Ahmet ha Mehmet. İyi olun da gerisi önemli değil!” diyerek rahatlamasını sağladım.
Kalkıp dolaptan bir bardak su getirdim, önüne koydum; mahcup bir şekilde tek yudumda içti, yüzüme bakmaya cesaret edemeden fısıltıyla teşekkür etti. “Peki delikanlı,” dedim. “Anlatmak istemiyorsan senin bileceğin iş,” diye ekledim. “Git içeride uzan biraz, sonra çaresine bakarız,” dememle canlanır gibi oldu. Ayağa kalkarak, “Benim gitmem lazım,” dedi. “Nasıl gideceksin, bileğin burkulmuş, iç kanaman var mı yok mu onu bile bilmiyoruz. İyisi mi seni mopedimle hastaneye götüreyim,” diye teklif ettim. Biraz düşündü, sonra, “Tamam, ben azıcık uzanıp dinleneyim. Fatma gideli ne kadar oldu?” diye sordu. “Yarım saat olmuştur,” diye cevapladım. Yan tarafa, koyun öbür ucunda zar zor seçilebilen Akkuyu Nükleer Santrali inşaatına uzun uzun baktı. “Arkadaşlarınızın kamp yeri oralarda mı?” dedim; aniden bakışlarını başka tarafa çevirip “Ha, evet, ileride şu yakınlarda bir yerde,” dedi. Sessizce kalktı, aksayarak içeri geçti ve yatağa sırtüstü uzandı. Bir iki dakika içinde de uykuya daldı.
Üstünde ince tişörtüyle, cepli bermuda şortuyla ve kıvırcık siyah saçlarıyla benim günü geldiğinde huzur içinde ölmeyi planladığım rahat yatağımda uyuyan bu yabancıyı bir süre kapıda dikilip izledikten sonra tekrar tosbağanın yanına gittim. Arabanın içini, dışını, bagajını, etrafını şöyle bir aradım, ama ne bir kimliğe ne bir telefona ya da –ne bileyim– özel bir belgeye, ruhsata falan rastladım. Fatma her şeyi beraberinde götürmüş olmalıydı. Sadece torpido gözünde güya Ahmet’le güya Fatma’nın sevgili olduklarını teyit eden sarmaş dolaş bir resmi vardı. Belki bir yazı falan vardır diye fotoğrafın arkasını çevirip baktım, yoktu. Resmi yerine koyup yukarı çıktım.
Çocuk, inlemeler ve sayıklamalar içinde neredeyse öğlene kadar uyudu. Arada bir ateşini kontrol ettim, ama uyandırmaya kıyamadım. Çocuklarım erken evlenselerdi torunlarım herhalde bu yaşlarda olurlardı. O uyurken zamanın çoğunu verandada kitap okuyarak ve “Ahmet” uyandığında bir şeyler atıştırabilsin diye masaya yiyecekler dizerek geçirdim. Uyanıp da kendisini iyi hissederse, onu motorun arkasına atarak arkadaşlarının yanına bırakıp dönerim diye düşünüyordum.
Elimde kitapla sandalyede uyuyakalmışım. Yeri göğü inleten bir patlama sesiyle yerimden fırlamamla ani bir refleks gösterip yere uzanmam bir oldu. Çocuk da can havliyle yataktan fırlayıp yanıma geldi; sertçe ve emir verir gibi “Yere yat!” dedim. Ancak o ayakta, gözlerini koyun öbür ucuna dikmiş, korkuyla ve dehşetle bir şeylere bakıyordu. Yattığım yerde dönerek ben de onun baktığı tarafa baktım ve patlamanın olduğu yeri idrak ettim. Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatından korkunç bir toz bulutuyla birlikte siyah bir duman gökyüzüne doğru hızla yükseliyordu. Çocuğa döndüm, donakalmıştı. Gözünü santralden, yükselen toz dumanından ayıramıyordu. Ben de öyle. Dudaklarından çıkan belli belirsiz bir kelimeyi seçebildi kulaklarım, belki de gözlerim. Biliyordum bu kelimeyi. Daha doğrusu Güneydoğu’da görev yaptığım yıllarda yerel halkın dilini az çok öğrenmiştim. Karda açan bir çiçeğin ismiydi bu, kız çocuklarına sıklıkla bu ismi verirlerdi, gel gör ki nüfus cüzdanına yazdıramazlardı, yasaktı o yıllarda. Bazı örgüt elemanı kadın teröristler de bu ismi kod adı olarak kullanırlardı. Şimdilerde bu ismi Doğulu vatandaşlarımız çocuklarına resmi ad olarak verip nüfusa da yazdırabiliyorlar. Bununla birlikte, aklımı asıl kurcalayan bunlar değildi. Fatma... Ağır sırt çantası... Gizemli davranışlar... Yürüme mesafesi... Nükleer santral inşaatı... Ahmet’in korkulu bakışları ve...
Çocuk tekrar ve bu defa duyabileceğim şekilde yine “Berfin!” dedi ve dizlerinin üstüne çöküp elleriyle yüzünü kapatarak sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.
İşte o anda, bu ıssız kayalıklardaki küçük kulübemde, konforlu yatağımda rahatça ve huzur içinde ölemeyeceğimi anladım.
(s. 26-31)
Önceki Yazı
Kalbin Görünmez Öfkeleri'nden:
“Goleen’in güzel insanları”
John Boyne'un Kalbin Görünmez Öfkeleri adlı romanı, 20. yüzyılın ikinci yarısında İrlanda’da gayrimeşru bir ilişkinin sonucu olarak dünyaya gelen Cyril Avery’nin küçük bir çocuktan yaşlı bir erkeğe dönüşmesinin hikâyesi... DeliDolu tarafından önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan romanın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.
Sonraki Yazı
2 Temmuz 1993 Madımak Katliamının 31. yıldönümünde
“Madımak Katliamı Hafıza Merkezi” yayında...
“Binlerce sayfalık bilgi, belge, tutanak… yüzlerce fotoğraf, video ve ses kaydı… hepsi bir portalda toplanmış. Bize ve gelecek kuşaklara dayatılan 'resmi hafıza' yerine 'kolektif hafıza' inşa edebileceğimizin bir örneği olan Madımak Katliamı Hafıza Merkezi’ne taş taşıyan, emek veren herkese teşekkürler.”