“İsimler değişse de iktidar mücadelesi hiç değişmiyor...”
“Bir topluluk kendini var etmek için bir yabancıya, bir düşmana, bir ötekine ihtiyaç duyar. Bu duygu onları bir arada tuttuğu ölçüde muhafazakârlaştırır” diyor son romanı Peygamber ile geçtiğimiz günlerde okurla buluşan Okan Çil. Peygamber, kutsal kitaplarda adı geçen karakterler arasındaki iktidar mücadelesini olduğu kadar bir aile trajedisini de ele alıyor.
Okan Çil
İlk öykü kitabı Onu da Sonra Anlatırım ile edebiyat dünyasına adımını attığı 2017’den bu yana edebiyatın çeşitli dallarında eserler veren, bunun yanı sıra senaristlik ve editörlükle de uğraşan Okan Çil'in yeni romanı Peygamber’i, kitabın yazım sürecini ve aile mefhumunu konuştuk...
Bize Peygamber’den bahseder misin? Bu hikâyeyi kaleme alırken seni heyecanlandıran şey ne oldu?
Peygamber genel anlamda bir aile trajedisini anlatıyor. Bu trajediyi yaratan şeylerin başındaysa sevgisizlik, ayrımcılık ve rekabet geliyor. Esav’la Yakub’un giriştiği iktidar mücadelesi Tevrat’ta üç beş sayfalık bir yer kaplasa da, serüven galip olandan yana akıyor. Arkada kalan, kandırılan, ömrü boyunca kötülenen Esav’a ne olduğuyla kimse ilgilenmiyor. İlk etapta benim dikkatimi çeken şey bu oldu. Peygamber’i kutsal kitaplarda adı geçen galip karakterleri değil, lanetle anılan Esav’ı öne çıkararak kaleme aldım.
Romanda ailesinden yalnızca Esav yara almıyor. Öyle değil mi?
Evet. Esav’la Yakub’un babası olan İshak’ın da kendi kardeşiyle bir yarası var ama bu yara, soyluluk-kölelik ekseninde ilerliyor. İbrahim’in ilk çocuğu İsmail köle bir kadın olan Hacer’den doğuyor. Yaklaşık 14 yıl sonraysa soylu-hakiki eşinden İshak doğuyor. Soylu eş Sara, İshak’ın doğumunun ardından Hacer’le İsmail’in kabileden kovulmasını istiyor ve İbrahim onları kovmak zorunda kalıyor. Peygamber işte bu iki kaybeden ilk doğanın, amcayla yeğenin duygudaşlığı üzerinden ilerliyor.
Romanda ismi geçen karakterler Tevrat’ta yer alan kişiler aynı zamanda. Yazım öncesi okuma süreci zorlu oldu mu?
Bu hikâye Tevrat’ta çok kısa şekilde geçiyor. Merkezî otoritenin olmadığı, insanların konar-göçer veya irili ufaklı kabileler şeklinde yaşadığı bir dönem bu. Tektanrı inancı kadar çoktanrı inancı da yaygın. Bu yüzden benim için esas uzun süren kısım bu anlatıyı kurmacaya dökme ve kurgulama kısmı oldu. Tevrat’taki anlatıyı Esav’ın da Yakub kadar iyi ve normal bir insan olduğu ön kabulüyle kurup çatışmayı keskinleştirecektim, ne var ki Esav’ın bütün bunlardan sonra kendi başına giriştiği ve tamamen kurmacaya içkin bir yönelimi de olsun istedim. Burada da karşıma kabilesinden kovulan ve ilk doğan İsmail çıktı. Ben de bu ikisini bir araya getirmeye çalıştım.
Aile meselesi romanın ana temalarından biri. Seni aileyle ilgili düşündüren veya yazmaya teşvik eden bir kırılma noktası var mı?
Hemen herkes gibi irili ufaklı pek çok şey yaşamış olsam da çıkış noktam İbrahimoğulları’ydı. Üstelik bu sadece Esav’la Yakub’un, İsmail’le İshak’ın, Yusuf’la kardeşlerinin yaşadığı bir çatışma değil. Romanın önemli karakterlerinden biri olan Yeret de bir yerde, “Siz İbrahimoğulları’nın bile yaşadıkları ortadayken, benim gibilerin hali nicedir, sen düşün” diyor Esav’a. Bu önemli bir nokta. Dünyanın en kutsal insanları olarak addedilen peygamberlerin aileleri içinde bile çok büyük hesaplaşmalar söz konusu. Dünyanın ilk ailesi Adem’le Havva yurtlarından sürgüne gönderiliyorlar. Üstelik bir oğulları diğerini öldürüyor. Son peygamber Muhammed’in eşi Aişe ile damadı Ali iktidar savaşına girip birbirlerinin kanlarını döküyorlar. İshak bir yerde, “Ne tuhaf, soyumuzda ne kadar peygamber varsa bir o kadar da bela var, ne tuhaf...” diye iç çekiyor. Üstelik kendinden sonra yaşanacaklardan haberdar bile değil.
“AİLE HEM BİR SUÇ ÖRGÜTÜDÜR,
HEM DE SIĞINILACAK BİR LİMAN.”
Aile mefhumundan devam edersek, bu birçok yazarın üzerinde durduğu bir mesele aynı zamanda… Kimi yazarlar ailenin bir dayanak olduğunu iddia ediyor, kimi ise insanın özgürleşmesi için kurtulması gereken bir pranga olduğunu… Sen bu kitapta aile mefhumuna nasıl yaklaştın?
Kötülüklerin hep dışarıdan geleceğine dair bir inancımız var. “Dışarısı” bazen uzaylılar, bazen dış devletler, bazen diğer inançlılar, bazen yan köylüler, bazen de evin dışındakiler olabilir. Ne var ki kötülük genelde içeriden dışarıya yayılır. Bir topluluk kendini var etmek için bir yabancıya, bir düşmana, bir ötekine ihtiyaç duyar. Bu duygu onları bir arada tuttuğu ölçüde muhafazakârlaştırır da. Hal böyle olunca aile kavramı da bu cürümden nasibini alıyor. Ancak aile kavramına her şeye rağmen külliyen olumsuz yaklaşmıyorum. Bana göre aile hem bir suç örgütü hem de sığınılacak bir limandır. Ben de zaten Peygamber’de sürekli bu çelişkiye vurgu yaptım.
Bir de baba-oğul ilişkisi var elbette. Romandaki gibi babalara kurban edilen oğullar, Oedipus misali oğulların canını aldığı babalar, dünya kurulduğundan beri Batı-Doğu fay hattında olan ve mitlere de konu olan bir çatışma alanı. Baba-oğul ilişkisi hakkında ne söylemek istersin? Ve romanda buna nasıl yaklaştın?
Romanda baba-oğul çatışmasına karşılık gelen iki büyük baba var. İlki İsmail’le İshak’ın babası İbrahim. İkincisi Esav’la Yakub’un babası İshak. İbrahim de İshak da bilge birer insan olarak nam salmış olsalar da aile içinde edilgen ve çaresiz konumdalar. İbrahim, Sara’ya uyup Hacer’le İsmail’i kovuyor. İshak, Yakub tarafından körlüğünden faydalanıp kandırılıyor. Yani bilindik anlamda otoriter bir baskı unsuru değiller. Onlar daha çok maruz kaldıkları durumun vicdan azabını çeken, ailesini bir arada tutmaya çabalayan ihtiyarlar.
“MESELEYİ MÜMKÜN MERTEBE TANRI’DAN UZAK BİR YERE KOYMAYA ÇALIŞTIM.”
Romanın ana izleğinde bir aile hikâyesi var ama bir yandan da romandaki hikâye, dinler mitolojisinde adı geçen karakterlerin hikâyesi. İnancın, manevi arayışın, akıl ve ilmin önüne geçtiği bir zamanda ve coğrafyada, böyle bir hikâyenin okuyanların nezdinde mayınlı bir araziye dönüşme ihtimali de var. Konuyu işlerken, ele alırken nasıl yaklaştın?
Ben bu çatışmayı işlerken meseleyi mümkün mertebe Tanrı’dan uzak bir yere koydum. Bu yüzden Tanrı’ya inanın ya da inanmayın, sonuç değişmiyor. Hüküm mücadelesi her yerde, her şekilde benzer yıkımlar yaratıyor. Üstelik hükmedilmek istenilen şey ister bir kabile olsun, ister koca Kenan, isterse de günümüzdeki bir şirket. Sonuç değişmiyor. Tanrı’yı romandan biraz uzaklaştırmamın bir sebebi de şuydu; Tevrat’ta geçen o üç beş sayfalık hikâyede insanların kendi ayıplarını Tanrı’yı öne sürerek törpülemeye çalıştıklarını fark ettim. Örneğin özgür eş Sara, İshak’ı doğurunca, köle eş Hacer’le onun oğlu İsmail’in kabileden kovulmasını istiyor. Bunun üzerine Tanrı, İbrahim’e şöyle diyor: “Oğlunla cariyen için üzülme. Sara ne derse onu yap. Çünkü senin soyun İshak’la sürecektir. Cariyenin oğlundan da bir ulus yaratacağım, çünkü o da senin soyun.” (Yaratılış 21:12-13) Mesele bu şekilde kapanıp gidiyor. Bense kabileden, evinden kovulanların gözünden anlatıyorum bu olayı. Böyle yapınca da yaşanan acı gerçekten ortaya çıkıyor.
“YAZAR KARAKTERLERİ ARASINDA TARAF TUTMAMALI!”
Diğer bir mesele de dil. Romanda mesafeli ve olabildiğince özenli bir dil kullanıyorsun. Böyle bir hikâye yazarken bu dili kurmak zorlu oldu mu?
Ben bu çatışmayı –Tevrat’takinin aksine– lanetlenenlerin, kötülenenlerin, evinden kovulanların gözünden, içine bir sürü kurmaca karakter ve olay katarak yeniden anlattım. Yani kamera sürekli Esav’la İsmail’i takip etti. Ancak bunu yaparken, özellikle de tartışma bölümlerinde, onları haklı çıkarmaya çalışmadım. Tarafları ikisinin de gerçekten haklı oldukları yanları köpürterek karşı karşıya getirdim. Bu önemli bir nokta. Yazar karakterleri arasında taraf tutmamalı.
Orhan Pamuk “Roman ötekine şefkatle bakma sanatıdır” der. Yazıma hazırlık sürecindeki okumalarında hoşnutsuz bir nazarla yaklaştığın bir karaktere romanı yazarken şefkat hissettiğin anlar oldu mu?
Yazım öncesinde yaptığım okumalarda ister istemez domino taşına ilk vuran karakterleri Yakub’u, İshak’ı, Rebeka’yı, İbrahim’i ve Sara’yı yarattıkları tahribattan ötürü olumsuz bir yerde tuttum. Ama onları karton birer kötü haline getirip hedef tahtasına koymak gibi bir derdim hiç olmadı. Onları da anlamaya çalıştım ve onların kendilerini haklı çıkarmaya çalıştıkları argümanlara da yer verdim.
“PEYGAMBER’DE, KUTSAL KİTAPLARDA ADI GEÇEN GALİP KARAKTERLERİ DEĞİL, LANETLE ANILAN ESAV’I ÖNE ÇIKARDIM.”
Sen, “Roman ötekine şefkatle bakma sanatıdır” sözüne katılıyor musun?
Elbette, katılıyorum. Ancak benim ötekim sadece Esav’la İsmail gibi sevilmeyen çocuklar değildi, hırslarına yenik düşenler de benim ötekilerimdi. Benim karakterlerim genelde uyumsuz insanlardır. Yaşadıkları bütün ahlaki çatışmalara karşın kötülük yapmaktan çekinmezler, sonra da bunun azabını ömürleri boyu çekerler. Peygamber’in hikâyesi de, karakterleri de böyle.
Romandaki karakterlerden yazarın kendisine dönersek… Farklı yazı türlerinde ürünler ortaya çıkarıyorsun. Senaryo, öykü, deneme ve roman… Bu kadar farklı türde üretim yapmak ussal ya da üslup açısından bir yarılmaya neden oluyor mu?
Mümkün mertebe bunların birbirini besleyen, birbirine dokunan yerlerini öne çıkarmaya çalışıyorum. Nihayetinde hepsi kurmacayla ilişkili olduğu için de bir karmaşa oluşmuyor. Hatta çok kere, bir senaryo yazarken aklıma gelen bir cümleyi romana ekliyorum; roman yazarken çok sevdiğim bir karakteri, bir olayı başlı başına bir film yapabilirim diye not alıyorum. Tabii bu biraz da günü planlamayı ve disiplinli çalışmayı gerekli hale getiriyor. Zira tek günde birden farklı projeyi aynı anda çalışabiliyorum.
Bundan sonra sırada ne var?
Şu sıra yeni romanımı yazıyorum. Yakında bitecek. Konusu sürpriz olsun. Bunun dışında çeşitli mecralarda yazılar yazmaya, editörlük yapmaya devam ediyorum zaten. Bir de film ve dizi hazırlığı içindeyim. Bir yandan da Peygamber’i tiyatro oyunu haline getiriyorum. Hayli yoğunum yani.
Önceki Yazı
DEĞİNİ GÜNLÜKLERİ:
Hastalıklara ve göçmenliklere çarpmalar, takılmalar
Harf Öncesi / Ümran Kartal; The Undying / Anne Boyer; Metafor Olarak Hastalık ve AIDS ve Metaforları / Susan Sontag; The Feeling House / Saleh Addonia
Sonraki Yazı
Zone of Interest:
Kameranın “olağanlaştırıcı” gücü
“Yönetmen Glazer’ın Cannes Film Festivali’ndeki konferansta da açık ettiği üzere, filmin mesajı yaşamlarımızın olağanlığında kendimizi kötülüğün içinde bulabileceğimizi göstermektir. Arendt’ten farklı olarak Glazer kötülüğün sıradanlığını değil, 'kötülüğün olağanlığının' resmini çiziyor.”