İşçilerin zamanı
“İşçilerin zamanı ya da onların, fiziksel zamanla hiçbir ilgisi olmayan bir zaman boyutunu, bir aralığı, kesin, önemli, hatta belirleyici bir süreyi tanımlayan kendi kairos’ları, hissederek ölçtükleri harekete geçme vakitleri hep ellerinden alınır. Çizgisel zaman içinde 'durmak zorunda oldukları yer' kendilerine 'sürekli' hatırlatılır, 'fırsat vaktine' el koyan egemenler evrenin, olayın, kişinin kendisinin başka bir algısına açılan kapıları 'fasılasız' kapalı tutar.”
Soma maden faciasının birinci yıl dönümü anmasından, 2015.
“İstediğimiz yere gideceğiz biz, istersek ülkeyi terk edeceğiz. Ama sonra yine bizim zamanımız gelecek, yeniden göreceğiz çocuklarımızı, akıttığımız sıcak gözyaşları kuruyacak, devam edeceğiz mücadeleye ve yeniden kendimiz olacağız. İşimize yine saygı duyacaklar, ta ki yerden bir fırtına yükselene, içimizden birini gömdüğünüz toprağı altüst edip onun boğulmuş bedenini ortaya çıkarana dek.”
–Elfriede Jelinek, Les Suppliantes (Yalvaranlar)
Dünya dünya olalı beri “bir kısım kalabalıklara” düştüğü gibi, Zola’nın Tohum’unda da (Germinal) yine kemerleri sıkma vaktidir. Ülke acınacak haldedir, herkesi işten çıkarırlar, fabrikalar peş peşe kapanır. Kolera, insanlar yetmezmiş gibi hayvanları da kırıp geçirir. Üstüne üstlük Amerika’yla savaş kapıdadır. Kimse et yiyemez, ekmek varsa şükrederler… Zamanın klasik temsili döngüyse eğer, bu “bir kısım kalabalıklar” her döngüde, afette, selde, salgında, yangında, depremde payına düşeni fazlasıyla alır. Aristoteles’te önceye ve sonraya göre devinim sayısı olarak tanımlanan zamanın sürekliliği, geometrik noktaya benzeyen ayrışık anlarla bölünerek garanti altına alınmıştır.[1] Bu kesinlik ve sabitlikte akan zaman, mesela Tohum’da anlatılanlardan 140 yıl sonra İliç’te ya da daha evvel Soma’daki fecaatleri, “hayatın normal akışına uygun, şaşırılmaması gereken sıradan hadiseler” haline getirecektir haliyle. Öyle bir getirecektir ki, Batı metafiziğinin noktasal, ölçülebilir ve sürekli zaman anlayışıyla bir bütün olarak istila edildiğini söyleyen Agamben’e eklersek; bu zamansallıkta madenlerde, limanlarda, konfeksiyonlarda çalışmış, çalışmakta olan işçilerin, emekçilerin, göçmenlerin payına düşen “vaka” benzerliği, gazete haberleri kadar kurguda anlatılanlarla da “sabittir”.
Zola’nın Germinal’ine kaynaklık eden, Kuzey Fransa’da, Anzin’de 21 Şubat’ta başlayıp 17 Nisan 1884’e kadar süren ve on binden fazla çalışanı bir araya getiren önemli bir grevdi. Yazar grevcilerin yanındaydı, hatta madene indi. Romanda açlıktan ölmemek için her şeyi kabul etmeye hazır, işsiz Etienne Lantier’yi maden şehri Montsou’da görürüz. Kıdemli madenci Maheu ile arkadaşlığı, zor da olsa ona kalacak yer ve madende bir iş bulmasında yardımcı olur. Çalışkan, idealist, ancak epey kırılgan Etienne’e atalarından keskin bir dik başlılık miras kalmıştır; içkinin etkisindeyken patronlara karşı nefretten gözü döner.[2] Kaderi maden işçilerinin sefaletine, madenin her geçen gün biraz daha yok ettiği vagonculara, kömür kertikçilerine, tüm o “kürek mahkûmlarına” karışır. Bir yandan aşırı sol görüşlü kitaplar okuması, hayatını kazanabilmek için Montsou’ya gelen anarşist Rus göçmen işçi Souvarine’le sıkı dostluğu, bir yandan Maheu’nün kendisi gibi madende çalışan kızı Catherine’e âşık olması onu ikili bir mücadeleyle karşı karşıya bırakacak, sonucunda da davranışları, isyanın başlayıp liderlik ettiği grevin patlak vermesi noktasında bütünüyle doğallık kazanacaktır.
Tohum’da anlatılan bir ailenin beş nesillik tarihi olsa da, bir biçimde İkinci İmparatorluk toplumunu, bu toplumun dönüşümünü temsil eder; sonuçları itibariyle “bir döngünün” romanıdır. Önceki işi olan makinist şefliğinden “politik görüşlerinden” ötürü kovulmuş olan Etienne’in ihtiyar madenci Maheu ile tanışma sohbeti bizim de yabancısı olmadığımız maden gerçeğinin “soy döngüsündeki” yüzünü gözler önüne serecektir:
Ah! Elbette ki o ve ailesi madende kazma sallamaya dün başlamamışlardı! Aile, Montsou Kömür İşletmesi kurulduğundan beri, yani yüz altı yıldır burada çalışıyordu. Dedesi Guillaume Maheu daha on beş yaşında bir yumurcakken Requillart’da ana damarlardan birini bulmuştu, burası işletmenin ilk maden ocağıydı, Fauvelle şeker fabrikasının yanında bulunan bu eski ocak bugün terk edilmiş durumdaydı… İhtiyar, söylendiğine göre irikıyım, çok güçlü bir adam olan ve altmışında eceliyle ölen dedesini tanımamıştı. Sonra, Kızıl lakaplı babası Nicolas Maheu, daha kırk yaşında var yokken, o sırada hâlâ kazılmakta olan Voreux madeninde meydana gelen bir göçüğün altında kalmıştı: Bedeni yamyassı olmuş, kayalar kanını içip kemiklerini un ufak etmişti. İki amcası ve üç kardeşi de aynı madende can vermişlerdi. Kendisi, Vincent Maheu, yalnızca bacaklarındaki rahatsızlıkla madenden tek parça halinde çıktığı için işini bilen bir adam olarak kabul ediliyordu. Zaten başka ne yapabilirlerdi ki? Çalışmak gerekiyordu. Bu iş diğer zanaatlarda olduğu gibi babadan oğula geçiyordu. Şimdi de karşıdaki madenci mahallesinde yaşayan oğlu Toussaint Maheu, torunları ve tüm akrabaları madende kazma sallayarak ömür tüketiyorlardı. Yüz altı yıl boyunca dededen toruna hep aynı patron için çalışmak ha? Burjuvaların birçoğu tarihlerini bu kadar iyi bilemezdi! (s. 20-21)
Umudu, daha iyi bir geleceği, yenilenmeyi çağrıştıran Tohum adıyla romanın karanlık anlatısı “birbirini tutmaz”. Etienne’in dik başlılığı bir karara, kendi özgürleştirici vaktinde fırsatını yakalayan bir isyana, sonrasında da kendisinin önderlik ettiği bir greve dönüşse de Maden Şirketi sert tutum alır ve her türlü müzakereyi reddeder. Haftalarca süren mücadele nedeniyle aç kalan madenciler eylemlerinden geri durmaz. Ancak arka arkaya gelen olumsuz hadiseler ve askerlerin göstericilere müdahale etmesiyle grev büyük bir hezimetle sona erer; işçiler çok daha kötü koşullarla madene geri döner. Düz çizgiye, yaratılış ve eskatolojik kıyamet perspektifine uygun Hıristiyan zaman imgesi gibi işçilerin “mukadderatının” da önüne geçilememiştir.
İliç’te göçük altında kalan ve 18-20 yıldır madende çalışan bir işçinin yakınının sözleri:
“Emekli olmuştu, tekrar çalışıyordu. Daha önce sorun varmış, durdurulmuş sabahleyin diye duyduk. Duyduğumuz o. Belki de onlar ilk fırsatta duruma bakmaya giden kişiler olabilir. O anda zaten kopuyor, yoksa diğer işçileri hep çıkarmışlar” (Cumhuriyet, 16.02.2024)
Bu sözlerle, Tohum’da Maheu’nün söylediklerini karşılaştıralım:
“Artık işi gücü bırakıp emekli olmam gerektiğini söylüyorlar. Ama ben kabul etmiyorum, beni ahmak sanıyorlar! Altmış yaşıma kadar iki yıl daha çalışırsam yüz seksen frank emekli maaşı alacağım. Bugün ayrılacak olsam bana hemen yüz elli frank maaş bağlayacaklar. Ne hinoğluhindir bunlar! … Zaten bacaklarım dışında turp gibiyim. Anlayacağınız, ocaktaki su iliklerime kadar işledi. Bazı günler bacağımı oynatırken bas bas bağırıyorum” (s. 17)
Ya da Çöpler Altın Madeni’nde yaşanan zehirli liç kaymasının ardından yöneticilerin yerine madende çalışan personelin gözaltına alınmasının ve günümüzde neredeyse her sektörde “patronunu tanımadan” çalışanların 140 yıl önceki aksi:
“Şu sizin işletme mali olarak güçlü mü?” diye sordu Etienne.
İhtiyar önce silktiği omuzlarını, altın yağmuru altında kalmışçasına aşağı saldı. “Oho! Öyle tabii ... Komşusu Anzin İşletmesi kadar zengin olmasa da milyonlarla oynuyor. Saymakla bitmez ... Voreux, Victoire, Crevecoeur, Mirou, Saint-Thomas, Madeleine, Feutry-Cantel gibi kömür çıkarılan on üç ocağın yanı sıra Requillart gibi tahliye ve havalandırma için kullandıkları altı ocak daha var. Toplam on dokuz tane!.. On bin işçi, altmış yedi bucağa yayılan işletme alanı, günde beş bin tonluk üretim, tüm maden ocaklarını birbirine bağlayan bir demiryolu, atölyeler, fabrikalar!.. Para basıyorlar anlayacağınız.”
“Demek maden ocağı Mösyö Hennebeau’ya ait, öyle mi?” diye sordu.
“Hayır,” diye karşılık verdi ihtiyar, “Mösyö Hennebeau genel müdür yalnızca. Yani o da bizim gibi ücretli çalışıyor.
Genç adam eliyle uçsuz bucaksız karanlıkları işaret etti.
“O zaman tüm bunların sahibi kim?”
…
“Ne! Tüm bunların sahibi kim mi?.. Kimse bir şey bilmiyor. Birileri işte.”
Ve karanlıkta eliyle, Maheu’lerin yüzyılı aşkın bir süredir onlar için kazma salladıkları bu birilerinin yaşadığı belli belirsiz, meçhul ve uzak bir noktayı işaret etti.
Sesinde ilahi bir korkuyu çağrıştıran bir tını vardı; canlarını adamalarına rağmen hiç görmedikleri, karnı tok, sırtı pek bir tanrının saklandığı ulaşılmaz bir tapınaktan söz ediyordu adeta.” (s. 20-21)
Anlaşılacağı üzere kurguda ve “gerçek hayatta” yakaladığımız bütün bu örnekler şuna işaret etmektedir: İşçilerin zamanı ya da onların, doğrusal kronos (fiziksel zaman) kavramıyla hiçbir ilgisi olmayan bir zaman boyutunu, bir aralığı, kesin, önemli, hatta belirleyici bir süreyi tanımlayan kendi kairos’ları, hissederek ölçtükleri harekete geçme vakitleri hep ellerinden alınır. Çizgisel zaman içinde “durmak zorunda oldukları yer” kendilerine “sürekli” hatırlatılır, “fırsat vaktine” el koyan egemenler evrenin, olayın, kişinin kendisinin başka bir algısına açılan kapıları “fasılasız” kapalı tutar. Adorno’nun bahsini ettiği, güneşin altında yeni bir şey olamayacağını söyleyen yavan bilgelik gibi, işçilere düşen, yazgının kabulüdür, bu da onların –bizim de tabii– dünyanın “sonsuz tekrarından” başka bir şey tahayyül etmelerine izin vermez.
19. yüzyıl İngilteresi’nin maden köylerindeki yaşama ayna tutarken, çok zor şartlar altında çalışsa da hep yoksul kalan işçilere, para hırsı ve ayrımcılık üzerine kurulu toplum düzenine göndermelerde bulunan Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ından, modernitenin ve sanayileşmenin insanlık dışı etkileri üzerine derinlemesine tasvirlerin yaratıcısı, madenci bir aileden gelen D. H. Lawrence’a, madenin hikâyesi, Zola’nın Tohum’uyla karşılaştırılan başka bir esere, kendisi de bir dönem madenlerde çalışan Richard Llewellyn’nin Vadim O Kadar Yeşildi ki adlı romanına uzanır. Tohum’dan farklı olarak bu eser yalnızca Galler’deki İrlandalı madencilerin sıkıntılarını değil, onların her birinin duygularını dikkate alan bütün bir ruhsal boyutu vurgular. Morganlar, Galler bölgesinde yaşayan, Hıristiyan inancına ve sarsılmaz ahlaki ilkelere bağlı madencilerden, çalışkan işçilerden oluşan uzun bir soydur. Zola doğrudan madencilerin sefaletini anlatır, romanını toplumsal mücadeleye odaklarken, Llewellyn madenlerde çalışmanın zor ama onurlu olduğu, insanın belli bir rahatlık içinde yaşamasına izin verdiği “eski güzel günlere” geri döner. İşçiler adaleti kendi elleriyle gerçekleştirebilecek derecede, mücadele ve azimle daha iyi bir dünya inşa etmeyi başarmışlardır. Gözü dönmüş kâr arayışı işin içine karıştığında bile ağır işlerinden değil ücretlerin düşüklüğünden şikâyetçi olurlar. Bir süre sonra emekle inşa ettikleri her şey, pahalıya kazandıkları tüm mutluluklar kaybolacak, cennet vadinin kendi kendine yeten yaşamı yok olup gidecektir.
İşçiye acıyan, küçümseyen ya da fetişleştiren algı çarpıklıklarından uzak duran, odak noktasına onların yemyeşil yurtlarının, ağaçların, toprağın katledilmesini alan 1939 tarihli Llewellyn’nin hikâyesinin “devamını”, belki teknik-formüle halini, Martín Arboleda’nın Planetary Mine: Territories of Extraction Under Late Capitalism (Verso, 2020) adlı kitabında buluyoruz.[3] Yazar bize esas itibariyle “hafriyatçı” (dünya pazarında satmak için doğal kaynakları topraktan çıkarma süreci olan extractivisme kelimesinden, toprağı kazıp çıkaran, çıkardığını sömüren anlamında) 21. yüzyıl kapitalizmine gelince işçilerin zamanını nerede aramalıdır sorusunu sorduruyor. Celal Şengör’ün “‘Madencilik doğayı tahrip eder’ diyen adamı kovacaksın” sözleri pahasına, Arboleda’ya göre “küresel maden” ya da “gezegensel maden” çerçevesinde düşünmek, küresel ekonominin karşılıklı bağımlılık ilişkilerini kavrayabilmek açısından önem arz ediyor. Hafriyatçı süreç çoktan “hafriyat alanının” ötesine geçmiştir. Gazete haberleriyle –misal, Denizli Tavas’ta, Avdan Madencilik yetkililerinin şikâyeti üzerine darp iddiasıyla yargılanan Hatice Kocalar– “gözümüze görünenler”, şirket, devlet ve belli bir bölgenin yurttaşları arasında yaşananlardan ibarettir; maden, petrol kuyusu ya da tarımsal-endüstriyel sömürünün, gezegenin önemli bir kısmına yayılan geniş toplumsal ilişki ve sosyo-teknik altyapı ağının yalnızca başlangıç noktası oldukları gerçeğini hesaba katmazlar genelde. Endüstriyel ölçekteki bu genişleme doğal olarak kaynaklara olan talebin yanı sıra gereken kaynak tipinde de üslü bir artışla kendini gösterir. En yeni nesil bir akıllı telefonun otuz kadar farklı maden içerebileceğini unutmayalım…
Şaban Yılmaz, Kenan Öz, İbrahim Keklik, Adnan Keklik, Hüseyin Kaya, Ramazan Çimen ve Uğur Yıldız İliç’te hâlâ zehirli liç atığının altında. Ben bu yazıya hazırlanırken, 15.03.2024 tarihinde Çanakkale Eceabat açıklarında düzensiz göçmenleri taşıyan bir botun alabora olmasıyla yedisi çocuk 22 kişi hayatını kaybetti. Madenci değillerdi belki, ama gitmeyi umdukları yerde “kendi zamanlarını yaratmayı”, çalışmayı, yaşamayı hayal ediyorlardı. Elfriede Jelinek’in, Avrupa’ya göç yolunun belli duraklarında yaşamlarından olan göçmenleri konu alıp, Eshilos’un Les Suppliantes (Yalvaranlar) adlı tragedyasından esinlenerek yazdığı oyundan alıntının yazıma alınlık etmesinin nedeni budur. Bugün neo-liberal ve neo-kalkınmacı ekonomi entelijansiyasının dilindeki “ilerleme”, “kalkınma” ya da “ekonomik büyüme” söylemleri arasında, kuzenleriyle evlenmeyi reddettikleri için Mısır’dan kaçan Libya kralı Danaos’un elli kızının Argos şehrine sığınmaya çalışırken duyduğumuz tragedya korosunun yükselen sesi gibi, Hatice Kocalar da, “emekçiye ait isyan zamanlarının içgüdüsüyle”, “Kendi toprağını savunmak suç mu?” diye haykırıyor… Ve bu arada, hafriyat alanlarındaki nüfus tahliye edilmeye hatta yok edilmeye, zorla mülksüzleştirilmeye devam ediyor; yerel halk ve çevre savunucuları da etkisiz kılınmaya...
NOTLAR:
[1] Zamana ilişkin tanım ve kavramlar, onlara felsefi yaklaşımlar konusunda, bu yazıya kaynaklık etmeleri bakımından, Lal Hitay’ın 11 Şubat 2024 tarihinde Birikim dergisinde yayımlanan “Beklentisizliğin İmkânı Olarak Umut (II)” isimli yazısından feyz aldım. Ve Derviş Aydın Akkoç’un, 18 Şubat 2024 tarihli, ilahi söylemi yerin altından üstüne dolaştıran “Allah’ın Boyası Altının Sarısına Karşı” adlı yazısından.
[2] Rougon-Macquart dizisinin on üçüncü cildi olan Tohum’da Etienne Lantier, yine Zola’nın Meyhane’sinde karşımıza çıkan çamaşırcı Gervaise Macquart ile işçi Auguste Lantier’in oğludur.
[3] Kitap hakkında daha geniş bilgi için bkz. Şule Çiltaş, "Küresel Fabrikadan Gezegensel Madene", polenekoloji.com
KİTAPLAR:
- Emile Zola, Germinal, çev. Volkan Yalçıntoklu, Can Yayınları, 2011.
- Richard Llewellyn, Vadim O Kadar Yeşildi ki, çev. Gani Yener, Yordam Kitap, 2019.
- Elfriede Jelinek, Les Suppliantes, L’Arche, 2016, alınlık çevirisi bana ait.
Önceki Yazı
Yeni yoksullar
“Yoksul Evler’de cılız bir umut olan çocuklardan hiç değilse birinin okuyup adam olması düşü aslında gerçekleşmiştir işte! Godot tüm görkemiyle geldi de diyebiliriz. Bütün bu genç insanların cep telefonları da, üniversite diplomaları da var. Ama büyükanne ve babalarının da, kendi anne babalarının da bunlar üstünden bekledikleri, umdukları kurtuluş yok olup gitti.”
Sonraki Yazı
“Daha fazla ütopik karaktere ihtiyacımız var...”
Sıradan bir hayatın sıradışı cazibesi
“Wim Wenders’in 16 günde çektiği Perfect Days, Batıdan bakan birinin Doğuya yönelik incelikli kavrayışları dolayısıyla insanı sarıp sarmalayan zarafetlerle kuşatılmış durumda. Wenders ve Japon yazar Takuma Takasaki tarafından yazılan senaryo sıradan bir hayatın, sıradan bir işin diğer sıradanlıklarla kıyas kabul edilemez bir biçimde manevi bir iklimde serpilebileceğini gözler önüne seriyor çünkü.”