İrfan Yalçın’ın romanlarında fare tıkırtıları
Türk romancılığının bir çınarı, sessiz bir ağaç gibi “İnsan Ormanında” yaşayıp handiyse kimselere görünmeden, cümle cümle, sözcük sözcük edebiyatımıza iğne işi dantel oyası gibi eserler bırakan İrfan Yalçın 29 Haziran 2024 günü hayatını kaybetti. Başımız sağolsun.
Türk romancılığının bir çınarı, sessiz bir ağaç gibi “İnsan Ormanında” yaşayıp handiyse kimselere görünmeden, cümle cümle, sözcük sözcük edebiyatımıza iğne işi dantel oyası gibi eserler bırakan İrfan Yalçın 29 Haziran 2024 günü hayatını kaybetti.
1934 doğumluydu “Çınar Romancımız”; doksan yaşında hayata veda etti. Vefat haberini, edebiyatçımızın kitaplarını bir külliyat gibi derli toplu yayınlayan H2O Kitap yayınevinin kurucusu Özcan Özen yayınevinin sosyal medya hesaplarından duyurdu.
Şöyle yazıyordu:
“Bir saat önce bir felaket oldu; edebiyatımızın en hüzünlü, aynı zamanda şakacı, gerçekçi ama duygusal yazarı İrfan Yalçın’ı kaybettik. Onun sözleriyle ‘ölme dedik ama bizi dinlemedi.’”
İrfan Yalçın gibi bir isimle aynı yayınevinde romanlarımdan birisinin yayınlanmış olmaklığı, bana bu usta ismin yakınında bulunmak imkânını veriyordu. Nitekim 2019 yılında düzenlenen 38. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’nda H2O Kitap’ın çağrılısı olarak İrfan Yalçın’ın dinleyici olarak katıldığı, fakat kendisinin kitaplarından ve edebiyatından söz edilen bir konuşmayı onun önünde ve edebiyat sever bir dinleyici grubuna yapmıştım.
İrfan Yalçın’ın başta Fareyi Öldürmek romanı olmak üzere öteki eserlerini okurken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı tematik olarak ele aldığım bir sunumu, sanki bu romanların yazarı kendisi değilmiş gibi şaşkınlıkla dinleyen romancımız, konuşmam sonrasında bana “Bu ayrıntılar hiç aklıma gelmemişti, hayret, nasıl buldunuz!” diye sitayişle cevap vermişti.
Kendisini son gördüğüm o değerli ânın hatırasına dayanarak bu yazıyı kaleme alıyorum. Bir vefat üzerine biyografi gibi yazılan nekroloji tarzı yazı olmayacağını bile isteye, yazarımızın bir özelliğinden burada bahsederek onu anmak bütün dileğimdir.
İrfan Yalçın’ın edebiyatımızdaki yeri, toplumcu gerçekçilikten hüzünlü fakat kara mizaha kadar uzanan salınımlı dünyası üzerine pek çok akademik yazı yazılır, yazılmıştır. Onun edebiyatının Türk romancılığındaki önemini uzun uzadıya anlatmak da mümkündür. Ne ki, romanlarında gezinen “farelerin tıkırtılarını” sayfalarda duymanız onun romanlarında gizlenmiş musophobia–fare korkusunu fark etmenize yeterli olacaktır.
Onun roman koridorlarında fare tuzaklarımızı kurduk mu, teker teker İrfan Yalçın farelerini yakalamak işten değildir.
1980 tarihli Fareyi Öldürmek başlıklı romanı 2014’te sinemaya İçimdeki İnsan afiş adıyla çıktı, film tarihimizin önemli bir vesikası oldu. Bir taşra kasabasında yoksulluğun dibine kadar inmiş ailenin itilen kakılan evladı Sabri’nin acıklı hayat öyküsüdür bu.
Sabri’nin hayatı baştan sona günah keçisi olmakla sürer. Sonunda bu temiz kalpli, iyi niyetli kahramanımız çocukluğundan beri ruhunu istila etmiş fare korkusu-musofobi’ye yenik düşecektir; fareler ona cinayet işletecektir.
Çalıştığı resmî dairede şefini fareye benzeten Sabri eline geçirdiği bir demir maşayla faresini öldürür. Olmaz demeyin, olur! Bu olmazın olduğu bir dünyanın farkında olan İrfan Yalçın, romanlarında okurunu “ters köşeye yatırmayı”da bilir; böylece dramın hüzünle, hüznün acıyla karıştığı bir edebiyatı sunmanın ustasıdır.
Zonguldaklı İrfan Yalçın’ın Fransızca öğretmenliğiyle geçen taşradaki yılları onu edebiyatımızın kasaba romancıları arasına sokar ama nihayetinde yayıncılığın kalbi olan İstanbul’a gelir, ardı ardına büyük şehir romanları da yazar, pek çok roman ödülünü de hak ederek alır.
Romanlarından filme çekilen bir başkası da Genelevde Yas’tır.
14 Numara başlığıyla 1985 yılında beyazperde için filme alındı. Roman, romancının yazdığı gibi aktarırsak, haliyle bir “kerhanede” geçer. Müşterilerin sorduğu, hep bildik, “Bu hayata nasıl düştün?” hikâyelerinin romanı değildir ama.
İrfan Yalçın her bir karakteri yaşamın içinden devşirip onların en derin yaralarına kadar içlerinde saklanan ruhu teşhir etmekte ustadır.
Elimizdeki son baskısını okurken, (2019, s. 75), İrfan Yalçın’ın musofobi’yi işleyişini bir kez daha görürüz: Kızlar müşterisiz kalınca çene çalıyorlar aralarında; mevzu fare! Lakırdı İstanbul’un arsız kuşlarınca genelev balkonuna bırakılan kurumuş fare kafalarına gelir dayanır. Her sabah balkonlarında gözleri oyuk, dişleri fırlamış fare kafaları bulmaktadırlar.
Birisi, “iç çamaşırı yerine kombinezonla dolaşmakta olanı” diyor:
“Ne var korkacak canım? Fare kafası alt tarafı.”
Öteki kız, “ayakları üşümüş de kalın erkek çorabı geçirmiş ayacıklarına”, cevaplıyor:
“Beyaz beyaz dişler var ama üstünde. Uykuma giriyor bazı...”
Büyük romancımızdır İrfan Yalçın ama çok yazık ki, Ömer Türkeş’in 6 Şubat 2009 tarihli Radikal Kitap’taki yazısında aktardığı gibi, genç kuşaklarca pek bilinmez; bilinmeyişi ortalıkta dolaşmamasındandır.
Bütün gün o kapı senin bu kapı benim, sellemehüsselam gezinse, böyle mi olur!
İrfan Yalçın öyle yapmaz ama; roman yazmayı gezinmeye tercih eder. Anlatacağı kahramanları roman dünyasına davet eder. Fareleri de…
Alınız, örneğin Büyük Soytarı romanını; bu kez beş ayrı yerde fareden bahsedilir ve bunlardan birinde roman kahramanı anlatmaktadır:
“‘Ne insanlar yaşıyormuş dünyamızda meğer!’ dedim; düşte görsen korkarsın! Lağımlardan gelen iri fareler gibiydi çoğu; saç sakal içinde iki kuru göz, ‒insan gibi bakmayı çoktan unutmuş‒ tırnaklar parmaklardan uzun; yarı hayvan, yarı diken.” (1982, s. 32)
Bu romanında birçok kez fareleri sayfasında gezdiren İrfan Bey, Yorgun Sevda başlıklı muhteşem eserinde sadece bir kez fareden bahseder, ama yine de bahsedecektir:
“İri bir fareyi üstüne gaz dökerek yaktığını anlatırken Cüce Hamdi, öğürecek gibi oluyor...”
Durun, daha bitmedi: İrfan Yalçın’ın Aşağıdakiler başlıklı romanını okuyanlardan biraz ödlek olanı, bir süre tuvalete gidip hacet giderememiş olabilir:
“Koca koca fareler çıkıyor heladan, benim kedilerden bile büyük, senden bile bü… Yok senden büyük değil. Lağım fareleri nah böyle, ya yatağıma girerlerse?” (2018, s. 17)
Tuvaletler birbirlerine bağlıdır, sanmayın ki siz tek başınıza oturup kalkıyorsunuz, karşı apartmanın falanca dairesindeki filanca da aynı boruların bir ucuna oturuyor ve bu şebekenin içinde fareler yaşıyor. Biz romanlara devam edelim, bırakalım orada yaşasınlar. Onların da varoluş yazgısı, doğada üstlendikleri görev bu!
İrfan Bey her zaman ürkünç farelerden bahsetmez, roman kahramanı yeteri kadar çile çekiyorsa ona sevimli farecikler de gönderir. Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi’nde bu kez sayfalarına sevimli bir fındık faresini davet eder. Bu romanında komünistlik suçlamasıyla tutuklanmış kahramanın acıklı hikâyesi bizi zaten yeterince üzecektir. Muhtemelen eski polis merkezi Sansaryan Han’daki tabutluk hücresinde sorgulanır kahramanımız. Fakat İrfan Yalçın kendi kaleminden çıkan bunca eziyete dayanamaz ve zor günlerinde ona, işkence gören siyasi tutukluya bir fındık faresi salıverir. Fındık faresiyle barışıktır yazarımız, roman kahramanı da öyle… Kimselerin gelip gitmediği o ıssız yalnızlık günlerinde fındık faresinden başka ziyaretçisi yoktur bizimkinin. Zaten işkence odasına bir de azgın fareleri göndermeye hangi roman yazarının gönlü razı olur?
“Fındık faresi için ayırdığım ekmek kırıntılarını kapının önüne dizip küçük bir çocuk gibi onun gelmesini bekliyorum ama gelmiyor.” (2017, s. 19)
Demek farelerin beklendiği zamanlar da vardır.
Romancımız roman kahramanlarını farelere benzetmeye kadar işi vardıracaktır. Bu kez Annem, Babam ve Ben başlıklı romanına gidiyoruz. Romanda damat adayı biri var, cüce gibi kısacık bir adam, fakat cüce değil. Roman anlatıcısı kahramanımızın halasına talip; kız istenecek:
“Uyanık bir düş görür gibiyim; bıyıklı, kambur cücenin incecik fare sesi, fare gözleri, nezleli yüzü, silmekten kızarmış küçük burnu, faremsi bakışları... ‘Ölür de evlenmez o cüceyle benim kardeşim’ diyor babam eve dönünce, ‘kavak gibiyim onun yanında ben’.”
Kızı aldı mı almadı mı, romanı okuyanlara bırakalım.
Haydi şimdi Zonguldak’ın madencilik dünyasına bir yolculuk yapalım, romandan romana zıplayarak.
Bu kez Ölümün Ağzı romanındayız.
I. Dünya Savaşı yıllarında insanların zorla, mükellefiyet adı altında kömür madenlerine indirilip çalıştırıldığı o yıllar.
Jandarmasız taşra romanı olmaz, burada da var, hem de fareli:
“… Yığılmış odunların arasından koca bir fare nereye kaçacağını bilemeyerek kapıya doğru koştu, şaşkın şaşkın. Kocamandı karnı. Zor taşıyordu. Candarma, ‘Gebe’ diye mırıldandı, kurnaz kurnaz gülümseyip. Sonra bir iki adım atarak çok doğal bir şey yapıyormuşçasına ayağıyla ezdi fareyi. İnsan sesini andıran, tuhaf, acıklı bir ses çıkardı fare.”
Pansiyon Huzur romanında ise fare sadece bir kez görünür pansiyon sahibesi İnci’den bahsederken:
“İnci cin gibi bakıyordu; fare yakalamış bir kedi kadar keyifliydi.” (2018, s. 97)
Bu kadarcıktan hiçbir şey olmaz, korkulmaz!
Fare her yerde var, alışın diye yazıyor romancılar. İrfan Yalçın’ın Pansiyon Huzur’unda bir satıra sığan fareye siz aldırmayın.
Musofobi ayıp değildir, herkesin bir fare korkusu olur. Fareler yüzünden depresyona girmiş Walt Disney’in sonunda çareyi Micky Mouse karakteri yaratmakta bulduğu söylenir. Öyle ki, bununla yetinmez, Tom & Jerrykarakterlerini de yaratır; evin işgüzar kedisi Tom ve sevimli farecik.
Bir de John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanı var; öyle ki, Steinbeck’in bu romanı yazdıktan sonra fare korkusundan sıyrıldığı söylenmektedir.
Öyle böyle, fareleri de romanların içinde yerleştirerek Türk edebiyatında onlara yer bulan İrfan Yalçın’ın vefatı üzerine bir nekroloji yazısı değil, romanları üzerine bir deneme yazısıyla büyük ustamıza veda etmeyi istedim; ruhu şâd olsun.
Önceki Yazı
Raymond Queneau’nun siyasete ve tarihe bakışına dair:
Demokratik Erdemler Antlaşması
ve Model Tarih
“Direniş sözcüğünün öne çıktığı bir dönemdeyiz. Queneau’nun mizah anlayışına, zekâsına keşke sahip olabilsek; felsefeden matematiğe, tarihten mistisizme uzanan çok farklı alanlarda her birimiz üretken olabilsek. En etkin direniş yaratıcı zekânın kaybolmamasını sağlamak.”
Sonraki Yazı
Kerem Işık ile söyleşi:
“İnsan olmanın tuhaflığı”
“Sınır’ı yazmak üzere beni masanın başına oturtan itici güç, çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden fantastik hikâyeleri kendi gerçekliğimle birleştirip bu iki düşünsel katman arasındaki sınırları ortadan kaldırma çabasının verdiği heyecandı diyebilirim.”