"İnternet, halk kütüphanelerinden ilhamla tasarlanmıştır."
İspanya’da Ulusal Deneme Ödülü ve İspanyol Kitapçılar Birliği Ödülü’ne değer görülen Papirüs kitabının yazarı filolog Irene Vallejo ile antik dünyadan günümüze kitapların yolculuğu ve son dönem teknolojik gelişmelerin bu yolculuğa etkisini konuştuk.
Irene Vallejo
Kitaplar üzerine nitelikli bir şeyler söylemek ve yazmak günümüz dünyasında artık gitgide zorlaşıyor bence. Ya beylik sözler ediliyor ya klişelere dayanıyor ya da bu sözler eskisinden daha az değer görüyor. Bunları düşününce, sizi kitaplar üzerine yazmaya sevk eden ne oldu?
Bu kitap mütevazı hislerle ve ufak bir adım olarak başladı. Herhangi bir yayınevinin yayımlamak isteyip istemeyeceğini bilmeden, hiçbir garantim ya da beklentim olmadan, tek başıma yazdım. Hep sessizce bir köşede duracağını, fark edilmeyeceğini düşünmüştüm. O zamanlar çok acı verici kişisel bir sorun yaşıyordum ve kendime ufak, sessiz bir köşe bulabilmek için, umut arayışıyla bu edebi maceraya atıldım. Yazmak beni korudu ve yıllar içerisinde bu deneme benim güvenli limanım oldu.
Papirüs’ün üzerinde çalışmaya başladığımda hepimiz kitapların sonunun geldiğine dair korkunç kehanetlerle kuşatılmıştık. On yıl önce ekran ve dijital cihaz kullanımında patlama yaşanıp bu aletler gündelik hayatımızı ele geçirirken, bu bin yıllık nesnenin yakında ve muhakkak öleceğini bildirmek üzere tonlarca mürekkep döküldü. Bu kıyamet alametlerinden rahatsız olduğumdan, antik dünyanın inanılmaz yolculuğunu, o olağanüstü hayatta kalma hikâyesini günümüze geliş gidişlerle anlatmayı amaçladım. Ayrıca, bu projeyi edebi bir tür olan denemeye ilişkin beklentilerle oynama girişimi olarak üstlendim. Niyetim okuma zevkini bilgi arayışıyla birleştirmekti. Bir deneme, bir roman kadar sürükleyici olabilir miydi? Papirüs gerçeklerle insanların yaşamlarını, diğer çağların çağrışımlarını, kitaplara ve filmlere atıfları, içgörüyü, mizahı, şimdiki zamanla bağları, seyahat günlüklerini, merakı ve keşfetmenin mucizesini iç içe geçiren bir edebi deneydir. Tüm şaşkınlığıma, bir türlü inanmamama rağmen Papirüs her türlü makul beklentiyi aştı; kitabı cömertlikle kucaklayan çok sayıda okura teşekkür ediyorum. En imkânsız hayallerimi bile aşan bir sıcaklıkla, bu kadar içten ve ılımlı bir şekilde karşılanacağımı hiç düşünmemiştim. Ayrıca yayınevim Bilgi’ye ve çevirmenim Volkan Ersoy’a da kitabın Türkçe baskısını olanaklı kıldıkları için sonsuz minnettarım.
Papirüs iki ana hat üzerinde ilerleyen bir metin. Birincisi Antik Yunan, diğeri de Roma. Ancak okudukça fark ediyoruz ki, aslında metin verili zamanı ve mekânı aşıp Ortaçağ’a, günümüz İngilteresi’ne ve daha başka yerlere de uzanıyor. Kocaman bir ağaç gibi dallanıp budaklanıyor. Bu ağacın gövdesinden çıkan o büyük iki dalın önemi nedir? Niçin Roma ve Antik Yunan hatları belirginleşti?
Benim uzmanlık alanım antik tarih. Doğunun ve Batının, Mezopotamya, Mısır ve İran’ın çok zengin gelenekleriyle şekillenen ve Akdeniz bölgesine yayılan kültürel karışımla ilgileniyorum. Tüm bu uygarlıkların aynı denizin farklı kıyılarında, tüm karşıtlıklarıyla ve karşılıklı etkileşimleriyle yarattığı imgeler, sanat, kavramlar ve felsefe gelecek üzerinde devasa bir etkiye sahip. Orada ışıklarıyla ve gölgeleriyle uygarlığın kökenini buluyoruz. Tüm farklılıklarımızın ötesinde paylaştığımız, bizim Akdenizliler olarak kim olduğumuza dair kökenimizin önemli bir parçasını oluşturan işte bu temeldir. Helenistik ve Roma kültürlerinin ayak izlerini takip etmek, bizi İskenderiye, Efes ve İzmir’in yanı sıra İspanya’ya, Cezayir’e ve Hindistan’a götürüyor. Bu, iç içe geçmiş üç kıtanın –Avrupa, Asya ve Afrika– hikâyesidir.
Ayrıca, bir şeylerin başlangıcı ve onların gelecekte bıraktığı izler hep ilgimi çekmiştir. Tarih ve filoloji alanında yaptığım çalışmalar beni çevirinin sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş dönemine, kitapların icat edildiği, yazının icadının konuşma ve düşünme üzerinde güçlü bir dönüşüm yarattığı döneme götürdü. Okumanın şafağının nasıl bir şey olduğunu bilme isteği beni cezbetti, büyüledi ve meraklandırdı. Şunu merak ettim: Bir zamanların okurları hakkında ne biliyoruz? İlk kitaplar kime aitti? Okuma yazmayı ilk kim öğrendi? Kayda geçen ilk kütüphane hangisiydi? Ya da ilk kitabevi? Kelimeler bu yeni araçlarla etrafa nasıl yayıldı? O küçük papirüs ruloları dünyayı nasıl değiştirdi? Merakımın etkisiyle, yaratıcı açlığım ve yazar olma hayalimle derinden ilişkili olan bu konuyu detaylıca araştırmak üzere yola çıktım.
Papirüs’ü bilgi arayışıyla okuma zevkini birleştirmeye çalışarak yazdım. Bu akademik bir çalışma değil, edebi bir deney, bir anlatı denemesi, özgür ve tuhaf; araştırmayı maceralarla, biyografilerle, edebiyat ve filmle, heyecan verici bir hikâyeyle ve keşfetmenin mucizeleriyle buluşturan bir akrobat. Niyetim bu sayfaların tüm okurlara açık ve samimi olmasıydı. Akademik bir çalışmanın nesnel ve tarafsız anlatısı yerine kitaplara duyulan, beni her zaman canlandıran heyecanı ve tutkuyu yüceltmek istedim. Bu kitabı hayatım boyunca bana keyif ve mutluluk veren kitaplara duygu ve minnet dolu bir övgü olarak yazdım. Bu kitapta köprüler kuruluyor, ufuklar beliriyor; keyif öğrenmenin bir aracı olarak kullanılıyor.
Kitap Mısır firavununun dünyadaki bütün kitapları İskenderiye Kütüphanesi’ne getirtme arzusunun betimlemesiyle açılıyor. Şimdi benim sözcüklerimle sönük bir anlatım oldu ama siz bu arzuyu müthiş bir macera vurgusuyla aktarmışsınız. Peki, aradan geçen yıllar sonunda bilgi-iktidar ilişkisi çerçevesinde kitapların konumu nasıl değişmiştir? Hangi aşamalardan geçmiştir?
Şunu unutmamalıyız: Kitaplar yüzyıllar boyunca, Mısır firavunları gibi pek az kişinin erişebildiği bir ayrıcalıktı. Kitaplar bir lükstü, statü göstergesiydi, şanslı ve güçlü bir grup seçkinin mülkiyetiydi. Okuryazarlığın muhteşem artışı, belediyelerde, kırsal kesimlerde kurulan kütüphanelerle, elbette devlet okullarının gelişimi ve kitapçıların artışı sayesinde kitaplar bugün herkesçe benimsenen nesneler. Bazıları kitapların statüsünü ve havasını kaybettiğini düşünüyor ama ben onları demokratikleştirdiğimizi söylemeyi tercih ediyorum, kitaplar artık yaşamlarımızı değiştirebilen fikirler için açık alanlar sunuyor. Kitaplar artık aile yapımız ve sosyal kökenlerimiz fark etmeksizin bizi açık sayfalarla karşılıyor. Bu binlerce yılda şekillenen, kutlamamız ve korumamız gereken devasa bir kolektif başarıdır. Bu macera henüz bitmedi, hâlâ kütüphanelere erişimi olmayan yerler, dünyanın en yoksul noktalarına kitapları ulaştırmaya çalışan insanlar var.
Zengin Türk geleneğinden, sanat ve edebiyatın büyük değerini karakterlerinin yaşamlarına yansıtan iki roman aklıma geliyor. Hem Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda hem de Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında sanat, şiir, müzik ve kültür, hikâyenin bir parçasıdır. Ayrıca, muhteşem sinemacı Nuri Bilge Ceylan’ın yarattığı çok sayıda muhteşem karakter de aklıma geliyor; İklimler filmindeki fotoğrafçı İsa ya da Ahlat Ağacı’ndaki efsanevi Truva Savaşı’nın geçtiği yerde varoluşsal belirsizliklerle mücadele eden yazar adayı Sinan gibi. Hepsi için yaratıcılık ve sanat, hayatlarına anlam katmanın bir yolu. Kültürün demokratikleştirilmesinin, insanlığın adil, kapsayıcı ve özgür toplumlar inşa etmekteki en büyük başarılarından biri olduğuna gerçekten inanıyorum. Bu bin yıllık uzun yolculukta kitaplar çok mühim bir rol oynadı.
Kitaplar aynı sebeple arzulanır, korunur, onların peşlerine düşülür: Onlar bilginin, zevkin ve özgürlüğün güçlü araçlarıdır. Bizi daha iyi insanlara dönüştürecekler diye bir kaide yok ama gerçekliğin karmaşasını anlamlandırabilir, ufkumuzu genişletebilirler. Okumak, iç dünyamızın sınırlarını genişletmenin, bizi üzgün olduğumuz ya da çaresiz kaldığımız anlarda kurtarmanın güçlü bir yoludur. Papirüs’te okul yıllarında maruz kaldığım zorbalıklara dair anılarımı paylaştım. Hayatımın bu oldukça zor döneminde benimle kitapları aracılığıyla konuşan yazarların sesleri beni kurtardı.
Kitapta geçen sözleriniz üzerinden sormak istiyorum. Diyorsunuz ki, “Kitap zamanın sınavından başarıyla geçmiştir, uzun mesafe koşucusu olduğunu kanıtlamıştır. Ne zaman kalkıştığımız devrimlerin rüyasından ve yaşadığımız insani felaketlerin kâbusundan uyansak kitap hâlâ oradaydı”. Yapay zekâ tartışmaları, küresel kâğıt sorunu, artan dijitalleşme… Geleceğe fal bakmanın bir yolu olarak geçmişi okursak Papirüs bize tüm gelişmelerin ışığında neler söyler?
Kitaplar değişebildikleri ve zamana ayak uydurabildikleri için binlerce yıldır hayatta kalmayı başardı. Sazlardan, parşömenden, kâğıttan ve şimdi de ışıktan yapılmış kitaplar var. Valizlerimizde, at sırtında, posta arabalarında, sonra trenlerde ve uçaklarda seyahat ettiler. Büyük olanlar da var, kıvrılıp cebimize sığabilenler de. Nesneler açısından düşünüldüğünde kitaplar muazzam şekilde dönüşebilen yapıtlardır.
Eski dönemlerde farklı formatlar –tabletler, parşömen tomarları, kodeksler– birbirleriyle rekabet etmeden, bir arada var olabiliyordu, çünkü her biri farklı bir amaç için kullanılıyordu. Günümüzdeyse, ben dijital ve matbu kitaplar arasında zafer kazanmak üzere bir yarışa tanıklık ettiğimizi düşünmüyorum; daha ziyade asıl soru, en iyi fikirlerimizin ve anlatılarımızın hayatta kalmasını nasıl garantileyeceğimiz. Bu yüzden geleneksel kitabın daha genç meslektaşlarıyla, ekranlarla birlikte yaşayacağına inanıyorum. Matbu kitapların ve dijital ekranların düşman değil, bilgi macerasında yoldaş olduklarını düşünüyorum. Her biri bize farklı yararlar sağlıyor, olasılıklarımızın ufkunu genişletiyor. Hatta güzel, uzun soluklu bir dostluğun başlangıcına tanıklık ettiğimizi bile söyleyebilirim.
Benzer biçimde, yapay zekânın işlerimizi kolaylaştırmayı amaçlayan bir araç olduğunu düşünüyorum, bizim yerimizi alacak ya da edebiyatın yaratım sürecini temelde değiştirecek değil. Gelecek yıllarda, yardımcı bir teknoloji olarak yapay zekânın imkânlarını keşfedeceğiz ama şu âna kadar gördüklerimizden yola çıkarak, onun insan yazarların yerini alması ihtimalini eliyorum. Sayısal bir yaratıcılığın kapasitesi insan yaratıcılığıyla kıyaslanamaz bile. Yaratıcılık yalnızca olasılıklar, yeniden yapılandırmalar ve veri analiziyle algoritmik olarak taklit edilebilir. “Yapay yaratım” mevcut tarihsel materyallerin analiziyle, eski işlerin kalıplarının çıkarılıp birleştirilmesiyle daha fazlasının üretimi için yapılır. Bu yolla değişik ya da yeni bir şey elde edilemez. Dijital teknolojide yaratıcılık olarak görülen, aslında, makinelerin özünü aldığı ve onlara öykündüğü geçmişteki insanların icatlarıdır. Kuralların önceden belirlendiği, bu sınırların içerisinde oynamayı öğrendikleri bir boyutta hareket ederler. İnsan varoluşu ve kültür zaman zaman bu kuralları değiştirme yetisine sahip olduğu için bu kadar ilginçtir, yaratıcılık dediğimiz de tam anlamıyla budur. Bana göre yapay zekâ büyük ihtimalle bizi en monoton görevlerden kurtaracak bir yardımcı olarak evrilecektir. İz bırakan kitaplar, yeni çağdaş klasikler insanlar tarafından yazılmaya, gerçek deneyimler ve içgörülerle bir diyalog olarak okunmaya devam edecektir.
Kitap boyunca kütüphaneler –elbette– çok önemli bir yer tutuyor anlatınızda. Anladığım kadarıyla, kütüphaneler yoğun bir sessizliğin paylaşıldığı yerler olsa da bir toplanma alanı olarak da kamusal işlev görüyordu antik dünyada. Peki şimdi kütüphanelerin gündelik hayatımızdaki yeri ve bunun kamusal alana etkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Aslında –ve bu bize okuma ritüellerinin zaman içerisinde nasıl değiştiğini gösteriyor– İskenderiye Kütüphanesi’nde muhtemelen sessiz mırıltılarla dolu bir ortam vardı. Yazının ilk yüzyıllarından Ortaçağ’a dek alışılmış olan, kişinin kendi kendine ya da başkalarına sesli okumasıydı. Okur aynı zamanda performans sanatçısıydı. Bir kitap okunduğunda genelde buna tanıklık edenler vardı. Halk arasında okumalar yaygındı, çok sevilen hikâyeler ağızdan ağza aktarılırdı. Antikçağın kütüphanelerinde sessiz bir ortam olduğunu hayal etmemeliyiz, kütüphaneler sayfaların sesleriyle ve yankılarıyla doluydu.
Daha önce belirttiğim gibi, kütüphaneler bilginin demokratikleştirilmesini güçlendirir. Yüzyıllar boyunca bilginin ve merakın kapılarını açmışlardır. Çok eski kurumlardır ama yaratım ve yenilik için yollar açmayı asla bırakmamışlardır. Pek çok değişiklik oldu fakat bu esnada okuma alışkanlığının devamlılığını ve yaşatıldığını vurgulamak isterim. İskenderiye Kütüphanesi’ni günümüzün teknolojik ortamına bağlayan bir dizi mektup ve sayfa vardır. Kitaplar ve kütüphaneler yenilikçilere ilham veren modellerdi. İnternet küresel bir diyaloğun hayaliyle başladı. Kelimelerin seyahat edebilmesi için güzergâhlar, caddeler, havayolları icat edilmek zorunda kalındı. Her metnin bir referans noktasına –bağlantıya– ihtiyacı vardı; bu sayede okur onu dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir bilgisayardan bulabilecekti. İnterneti yapılandıran fikirlerin sahibi bilim insanı Timothy John Berners-Lee halk kütüphanelerinin düzenli, esnek ortamından ilham almıştır. Onların mekanizmalarını taklit ederek, her sanal belgeye, benzersiz ve başka bir bilgisayardan erişilebilen bir adres atamıştır. URL olarak da bilinen bu evrensel yer belirteci kütüphanelerdeki katalog numarasının birebir dengidir. Ardından Berners-Lee, okumak istediğimiz bir kitabı bulmak istediğimizde doldurup kütüphaneciye verdiğimiz istek formları gibi çalışan ve “http” kısaltmasıyla bilinen hipermetin aktarım protokolünü tasarladı. İnternet kütüphanelerden doğdu; çoğaldı, genişledi ve maddenin ötesine geçti. Kütüphaneler günümüzün agoralarıdır, kamusal tartışmalar ve eğitim için vazgeçilmez yerlerdir.
Son yıllarda kitapların gittikçe artan hızda nostalji nesnesine dönüştüğünü gözlemliyorum. Ama kimse kitap okumuyor anlamında demiyorum. Örneğin “konsept” kafelerde kitaplar insanlar üzerinde bir “geçmiş”, “tarih” hissi uyandırmak için eski nostaljik nesnelerle (radyolar, eski biblolar, eski fotoğraf makineleri) yan yana sergileniyor. Bir nesne olarak kitaba zamansal anlamda biçtiğimiz bu menzil nedendir sizce?
Bugünlerde tarihteki herhangi bir dönemden çok daha fazla kitap üretiyor, saklıyor ve okuyoruz. 21. yüzyılda şimdiye kadar, hayatta oldukları zamandan daha fazla insan Platon veya Vergilius’u okudu. Bize uzun süredir bir okuma kıyametinin yaklaştığı söyleniyordu ama gerçek bir felaket olduğunda, pandemi esnasında, anketler, dünyanın her köşesinde insanların okumaya ayırdığı sürenin kayda değer biçimde arttığını ortaya koydu.
Kitaplar her zaman dekoratif nesneler olarak görülmüştür. Çok eski zamanlardan beri Seneca ve Lukianos gibi yazarlar yalnızca evlerini güzelleştirmek, itibarlarını artırmak amacıyla kitap alan varlıklı ailelere ve asillere kızıyordu. Geleneksel kitaplar şimdi de eskiden olduğu gibi aksesuar olarak kullanılıyor, çünkü çok güzel olabiliyorlar ve çok açık biçimde bilgeliği simgeliyorlar; öte yandan bir bilgisayar görsel açıdan bilgi için bir metafor işlevi görmüyor. Ve kitaplar artık bu kullanımın yaygınlaşmasına olanak verecek kadar uygun fiyatlı.
Nihai olarak, planlı eskitmenin teknolojik formatların aleyhine, dayanıklılığın oldukça değer gördüğü bir zamanda yaratılan geleneksel kitaplarınsa lehine olduğunu düşünüyorum. Elbette teknoloji baş döndürücü. Ancak hepimiz hızla eskidikleri ve modaları geçtiği için kaybettiğimiz şeylerin –fotoğrafların, arşivlerin, eski işlerin, anıların– özlemini çekiyoruz; önce kasetlerdeki şarkılar, VHS’ye kaydedilen filmlerdi. Teknolojinin modasını geçirmeye kararlı olduğu şeyleri toplamaya sinir bozucu miktarda çaba sarf ediyoruz. CD’ler ilk çıktığında bize sonunda depolama problemlerimizin sonsuza dek çözüldüğünü söylediler ama sonra daha ufak, yeni CD’lerle aklımızı çelmek üzere geri döndüler, bu diskler de her zaman yeni cihazlar gerektiriyordu. İroni şu; on asırdan uzun bir süre önce elde sabırla yazarak çoğaltılmış bir metni bugün hâlâ okuyabiliyoruz; ancak evlerimizin ıvır zıvırla dolu, işlevini kaybetmiş eşyalar müzelerine dönüşmüş odalarında bir üst model bilgisayar ya da oynatıcı yoksa yalnızca son birkaç yılda kaydedilmiş bir videoyu izleyemiyor ya da CD’nin içeriğini göremiyoruz.
Aslında Papirüs’ün geçmiş değil, günümüz hakkında bir deneme olduğunu düşünüyorum. Bugünün toplumuna nasıl dönüştüğümüzle ilgileniyorum, katettiğimiz yolların izini sürmeye çalışıyorum. Benden önce gelen, takdiri hak eden meçhul insanlara minnet duyuyorum. Kitapların bu muhteşem yolculuğunun kahramanlarının büyük savaşçılar değil, hayatlarını ve emeklerini bilgiyi ve öğrenmeyi savunmaya adamış, adlarını bilmediğimiz meçhul kişiler olduğuna inanıyorum. Bugün hâlâ devlet okullarında, küçük kırsal bölgelerin kütüphanelerinde, bağımsız kitapçılarda bu zor zamanların güçlüklerine göğüs geren, edebiyatın, kültürün ve bilginin değerine dair inançlarını savunan pek çok insanın asırlık mirasını taşıyan çok sayıdaki insanı düşünüyorum. Bana göre, onlar bu kitabın asıl kahramanlarıdır.
Çeviren: Ceren Ceylan
Önceki Yazı
Behçet Çelik’in romanları
“Çelik’in öykülerinin de roman zemini taşıdığını, roman okuyor hissi oluşturduğunu ve genişleterek yazıldığında kolaylıkla romana dönüştürülebilecek eserler olduğunu, dolayısıyla aslında yazarın edebi üretiminin daha çok roman zemininden beslendiğini düşünüyorum.”
Sonraki Yazı
"Hikâyede yeni bir yolun üç yolcusu"
Bülent Ecevit'in Yeni Ulus gazetesinde 1954 ve 1952'de yazdığı iki yazıyı yeniden, yazımını hiç değiştirmeksizin yayımlıyoruz. Her iki yazı da Memduh Şevket'ten söz ediyor. 1952'de MŞE'nin ölümü üzerine yazdığı yazıda özellikle onun Türkçesi üzerinde duruyor. 1954'teki yazı ise MŞE'nin açtığı yeni yoldan giden üç genç edebiyatçıya dikkat çekmesi bakımından önemli.