İleti-şe-bilmek belası ya da
Andrey Zvyagintsev’in Sürgün’ü
“Sürgün, bir başka insana 'sürülmüş' olmanın sancısını işlerken, mekân olarak da sürgün imini taşıyan, ıssız, kurak ve sonsuz bozkıra kurulmuş köyün bir hanesinde geçer.”
Sürgün (Izgnanie), Andrey Zvyagintsev, 2007.
Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev her filminde ayrı bir dehlizi takip ederek izleyicisini insanın karanlık kuyularına can yakıcı bir yolculuğa çıkarır ya da en azından benim için hep öyle olmuştur. Filmleri, tadı damağımı kaşındıran, ruhumu avcuna alan, çığlık atıp da sesimi duyuramadığım karabasanlara benzer, onlara ayna olur.
Beni içinde en çok debelendiğim karanlık kuyuya sürükleyen filmiyse, William Saroyan’ın The Laughing Matter (“Gülünecek Şey”) isimli kitabından uyarlanan, 2007 yapımı Sürgün olmuştur. Duygulanım havzası, hafızası, travması, bireysel ve toplumsal kabullerle şekillenmiş zihin dünyasının toplamıyla bir insanın bir başka insana nasıl zindan olabileceğini sabırları zorlayacak şekilde usul usul aktardığı için.
Tam da bu sebeple, DEHB’lilere, sosyal anksiyete sahiplerine, güven problemi yaşayanlara, mazoşist ve sadistlere Andrey Zvyagintsev’den ve dolaylı olarak bu yazıdan uzak durmaları şiddetle tavsiye edilir. Ya da aynı sebeple her ikisi de daha bir şiddetle tavsiye edilir.
* * *
Hölderlin tek romanı Hyperion’un “Önsöz”ünde okurunu uyarı ve itiraf arasında gezinen şu sözlerle karşılar:
Bu kitap umarım Almanların sevgisini kazanır. Ama korkuyorum ki birileri bunu anlatının özüyle gereğinden çok ilgilenmek üzere okuyacaktır; bu arada öbürleri çok hafife alacaklar ve bunların ikisi de kitabı anlamayacaklar.
Bitkimi yalnız koklayan da onu yalnızca bilgi edinmek için koparan da tanımaz.
Hölderlin’in bu sözlerinin tanıdık gelebileceği bir sahne tasarlayalım. Düşünelim ki, bir konferansın, seminerin, dersin soru-cevap bölümündeyiz; mikrofonu eline alan, parmağını kaldıran insanlar biraz sonra konuşmaya başlayacak. Elbette sorular sorulmadan önce, “Siz böyle dediniz ama falancada bu mesele şöyle ele alınıyor” ya da “bildiğimiz üzere falanca falancadır” ya da “ben de tam sizin gibi düşünüyorum, o yüzden şöyle de diyebiliriz değil mi?” gibisinden korsan bildiriler sunulacak ve işte o an geldiğinde, soru nihayet sorulduğunda, sorunun konuşmacıyı değil, soruyu soran kişinin zihnini referans aldığını ya da konuşmacının bu soruyu sunumunda zaten cevapladığı ama soruyu soran kişinin muhtemelen aklına bu soru geldikten sonra, soruyu nasıl soracağını düşünmekten konuşmacıyı dinlemeyi bıraktığını… yani konuşmacının bitkisinin yalnızca koklandığı ya da koparıldığını…
Bu sahnede ister tüm bunların muhatabı konuşmacı olayım, isterse konuşmaktan çekinen dinleyicilerden biri; başkalarının zihinlerinde “sürgündeymişim” gibi ya da son bulması için çırpındığım bir karabasanda hissederim kendimi. Bu durum öyle nadir bir durum da değildir. Her gün onlarca kez başka insanlarla, başka bağlamlarda; “Hayır, onu demek istemedim”, “Yahu, öyle mi dedim ben?” “Peki, nasıl anlamak istiyorsan öyle anla”, “Lütfen beni anlamaya çalış” anlarım olur; hepimizin de oluyordur muhtemelen. Nadir olan “ileti-şe-bilmek” sanırım.
Bu gibi anlarda “Keşke Kant haklı olsaydı” demek işten değil. Keşke Spinoza, Nietzsche, Husserl, Freud, Merleau-Ponty, Deleuze ve niceleri gelip “algı”, “perspektivizm” “duygulanım”, “biriciklik”, “özne” gibi laflarla kafamızı allak bullak etmeseydi de, kapitalizmin değil de mantığın McDonaldization’ından konuşuyor olsaydık! O zaman herkesin gözünde de neysem o olabilirdim. Olabilir miydim? Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır” lafı da havalı ama eskimiş bir laf olurdu. Olur muydu?
Eyvah, biri el kaldırdı: “İyi de hocam… bildiğiniz üzere yumurta-tavuk dilemması gereği… kavram mı gerçekten doğar, gerçek mi kavramdan? Bu insanlar bu kavramları tanımlamak için mi gerçeği dönüştürmek için mi…?” Tombala!
* * *
Sürgün, bir başka insana “sürülmüş” olmanın sancısını işlerken, mekân olarak da sürgün imini taşıyan, ıssız, kurak ve sonsuz bozkıra kurulmuş köyün bir hanesinde geçer. Hikâye de kurak, ıssız ve oldukça basittir; öyle ki, ekşi sözlük’teki birçok kullanıcı için 2 saat 37 dakikalık değil, olsa olsa yarım saatte anlatılabilecek kadar sade bir hikâye. ekşi sözlük’çülere şunu sormak isterim: İzafiyet kuramından haberiniz var mı; Türkçesiyle görelilik? Hani Einstein? Hani mutlu ve huzurlu olunca zaman akıp gider, mutsuzsan ya da canın sıkkınsa geçmek bilmez. Sadece bilgi almak için koparıp cansız bırakmalarınız bezdirdi de...

Neyse, hikâye şöyle… Baba (Alex), anne (Vera) ve iki çocuk, Alex’in babasından kalma, bahsi geçen köydeki eski eve taşınır. Eve yerleşirler, çocukların canı bariz şekilde sıkılıyordur, hiçliğin ortasında etrafı keşfederler, film çok yavaş akıyordur, tek tek giysileri yerleştirirler, çocuklara banyo yaptırılır, baba elinde testi bir şeyler yapar, kadın pek konuşmuyordur, bir ara ağlar, adam görür bir şey söylemez, evde bir koku vardır, eskinin ağırlığı, naftalin, travmalar… ilk yarım saat biter. Vera ve Alex verandada oturuyordur. Vera, Alex’e hamile olduğunu söyler. “Ama çocuk senden değil.”
* * *
İnsan anlaşılmadığını hissettiğinde ne yapar?
Bir, karşısındaki insanın beynini dağıtır. “Seni seviyorum be kadın, anlasana! Ya benimsin ya BAM!”
Zvyagintsev
İki, tweet atar ve Silivri.
Üç, kendinden şüphe eder. “Belki de ben anlatmakta yeterince iyi değilim, belki de kulağımı kesmeliyim.”
Dört, sosyopat olur.
Beş, stand-up’çı olur.
Altı, Sokrates – “Agora’da at sinekliği için harika bir gün! Seni seçtim Kriton.”
Yedi, bilmem kaç cilt kitap yazar.
Sekiz, Zerdüşt gibi insanlığa hasretle yıllar sonra insanlara döner ama o da nesi, pazar yeri insanı anlamıyordur. Zerdüşt de şöyle söyler: “Öylece duruyorlar ve gülüyorlar: Anlamıyorlar beni, ben bu kulaklara göre ağız değilim.” – iyisi mi geri döneyim.
İnsanın anlaşılmazlığıyla mücadele etmesinin sonsuz yolu vardır. Peki ya Vera’nın yolu?
* * *
Alex yollara düşer, bozkırlar boyu gider gelir, karı ve koca konuşmaz, sessiz sahneler sesin gücünü alaşağı eder… yavaş, çok yavaş bir biçimde. Çünkü bu böyledir. İzafiyet kuramı gereğince, zaman akmaz; huzursuzluk sözlerin değil sessizliğin, olayların değil olaysızlığın gölgesinde süren bir sürmezlik içindedir. En ufak bir hareket yüzlerce kiloluk kum torbalarına bağlıdır. Vera suskun, Alex suskundur.
Alex öfkesini aşamaz. Vera suskun ama bazen konuşur; telefonda, bir adamla. Bazen de Alex’le; Alex’in ona ne kadar yabancı, mesafeli, olduğunu, Vera’yı tanımadığını anlatmaya çalışır, olmaz. Çünkü Vera biliyor, Alex yabancı olmaya devam edecek. Bunu söyler, Alex sinirlenir; bildiği tek şey.
Vera kararı Alex’e bırakır. Alex düşünür ve artık karar verir; bebeğin alınmasına. Çocuklarıyla her şeyi aşabileceklerine inanıyordur.
Annunciation (Duyuru), Leonardo da Vinci, 1472–1476, Uffizi Galeri, Floransa, İtalya.
Kürtaj sahnesinde, çocuklar Leonardo da Vinci’nin ünlü Duyuru (Annunciation) tablosunun puzzle’ını tamamlamaya çalışıyordur; fonda Bach’tan Meryem’in Şarkısı, bakir ve iffetli Meryem… Ve İncil’den sevgisiz imanın işe yaramayacağına dair bir bölüm okunur:
“Eğer peygamberlik yeteneğim varsa ve bütün gizemleri anlıyorsam, her türlü bilgiye sahibim ama sevgim yoksa hiçbir şeyim… Sevgi sabırlı ve yumuşaktır. Sevgi kıskanmaz veya övünmez (…) Sevgi kolay kolay öfkelenmez, sevgi kötülüğün hesabını tutmaz…”
El yordamıyla gerçekleştirilen kürtaj sonrası Vera kanama geçirir. Alex bebeğin babasının kendisi olduğunu öğrenir. Her şey için çok geçtir.
* * *
Filmin son yarım saati: Geriye dönük sahneler; henüz Alex’in babasının evine taşınmamışlar. Vera intihar girişiminde bulunmuş. Daha önce (ya da kronoloji hesabı, sonrasında) telefonda konuştuğu Robert neden intihar etmeye kalkıştığını sorduğunda konuşmaya başlarlar:
– Korkuyorum. Ona hiçbir şey anlatamıyorum.
– Alex’e mi?
– Hamileyim.
– Yanlış anlama ama çocuk Alex’in değil mi?
– Onun çocuğu. Ve onun değil.
– Ne demek bu?
–Tabii ki onun çocuğu. Başka kimin olabilir? Ama çocuklarımızın sahibi olmadığımızı düşünürsek, onun değil. Yani bizim değiller. Bizim ailelerimizin çocukları olmadığımız gibi. Yalnızca onlara ait değiliz. Geceleri uyanıyorum. Ve sonra uyuyamıyorum. Onun nefes alışverişini dinliyorum. Bize karşı bencilce bir sevgisi var. Bir eşya gibi. Yıllardır bu şekilde yaşıyorum. Tanrım, niye bu kadar yalnızım? Niye benimle eskisi gibi konuşmuyor? Ya da ben öyle olduğunu sanıyorum. Ona asla bir şey açıklayamayacağım. Bir şey yapmam lazım. Böyle giderse her şey ölüp gidecek. Ben dünyaya cansız bir varlık getirmek istemiyorum. Ölmeden de yaşayabiliriz.
– Mümkün olan ne Vera?
– Bilmiyorum ama var olduğundan eminim. Bu sadece birlikte olursak mümkün. Tek başımıza imkânsız. Manası yok. Bu bir kısır döngü. Bunu nasıl ona anlatabilirim? Ne yaptığını görmesini nasıl sağlayabilirim?

* * *
Burada sahneye ben girmek istiyorum: “Anlatamazsın Vera, vazgeç ama o şekilde değil. Kendinden vazgeçerek değil.”
* * *
Nietzsche’nin bende büyük iz bırakan yazısı: “Ahlak-dışı manada doğruluk ve yalan üzerine.”
Şöyle bir insan düşünülebilir: Bütünüyle sağırdır ve hiçbir zaman bir ses ve müzik duyumu almamıştır; şimdi, ses dalgalarının kum üzerinde yarattığı izleri görür, bunların nedeninin titreşen teller olduğunu bulur ve artık insanların ‘ses’ dedikleri şeyi bildiğine yemin eder hale gelir.
Hepimizin hepimiz karşısındaki durumu... Anlamaya çalışmak kimilerimiz arasında ancak bu kadar mümkün olabilir. Bilmek uğruna birbirimizi “didikler”, bunun adına da sağduyu, akıl, rasyonalite deriz. Günün sonunda birbirimiz hakkında kumda bıraktığımız izden fazlasına vâkıf olamayız. Yeterli mi? Sanırım değil. Yeterli olması sorun değil anlamında koyuyorum bu soruyu ama içten içe hepimizin kumda bıraktığımız izden fazlası olarak deneyimlenmek, deneyimlemek gayesinde, ihtiyacında, istencinde birleşilebileceğimize inanıyorum.
Başta Vera’ya ve hepimize benden, Zülfü Livaneli ve Sezen Aksu’nun Sürgün’ü gelsin!
Önceki Yazı
Şirvan Erciyes:
“Yalnızca kendimizden ibaret değiliz;
bir akışın parçasıyız...”
“Benimle aynı dili konuşan, ancak çığlığımı duymayan, duymazdan gelen insanların arasında yaşadım. Aynı dili konuşmak yetmedi. Ben de dilsiz kaldım... Hâlâ umuttan söz etmek mümkün mü, emin değilim. Ancak direnmek için umutlu olmaya gerek olmadığının da farkındayım.”