İkinci Dünya Savaşı hâlâ güncel
“Son yıllarda şahit olduğumuz pek çok gelişmeyi İkinci Dünya Savaşı sonrası hâkim olan ‘Batı demokrasileri paradigmasının’ çözülüşü olarak okumak mümkün. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşı vesilesiyle sıklıkla İkinci Dünya Savaşı tarihine göndermelerle karşılaşıyoruz. Bugünlerde en sıcak gündem olan İsrail-Filistin çatışmasının gerisinde de, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni var.”
Aldwych metro istasyonu hava saldırılarından korunmak için kullanılıyor. Londra, 1940.
Bu yıl bir hileye başvuracağım; ilk baskısı 2011’de yapılmakla birlikte, bizim gibi genel okuyucu için Penguin tarafından baskısı 2023 yılında yayınlanmış olan ve benim bu yıl içinde okuduğum ve çok önemli bulduğum bir kitaptan söz edeceğim. Bunun dışında bir ikinci sorun, kitabın henüz Türkçe yayınlanmamış olması olabilir, ancak ben bu tip fırsatları yayıncıların dikkatini çekmek için sıklıkla kullanmaya çalışıyorum. Umarım, İngilizce okuyanların ötesinde geniş okuyucuyla buluşması için bir tavsiyede bulunmuş olurum. Britanya’nın en önemli tarihçilerinden Richard Overy’nin “Kan ve Enkaz 1931-1945 Büyük Emperyal Savaş” (Blood and Ruins: The Great Imperial War, 1931-1945) başlıklı kitabı küçük formatla basılmış, bin sayfaya yakın hacimde, devasa bir çalışma.
Sakın “II. Dünya Savaşı üzerine binlerce kitap yazıldı, yazılacak, hele bin sayfa yazılacak ne kaldı?” diye düşünmeyin. Sadece İkinci Dünya Savaşı değil, genel olarak geçmişe dair bakışımızı hep yeniden gözden geçirmek gerekiyor. İlla yeni tarihsel bulgular, kaynaklar, arşivler keşfedildiği için değil, aradan geçen zamanda yaşananlar olaylara bakış açımızı değiştirebiliyor veya zenginleştiriyor. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yarım yüzyılı aşkın bir zamanın ardından, özellikle son on yıldır bu konuda çok önemli kitaplar yayınlandı. Diğer taraftan, aslında günümüzdeki olayların yorumlanması açısından, aslında çok da uzak olmayan bir geçmişten söz ediyoruz. Hatta, son yıllarda şahit olduğumuz pek çok gelişmeyi İkinci Dünya Savaşı sonrası hâkim olan ‘Batı demokrasileri paradigmasının’ çözülüşü olarak okumak mümkün. Tam da bu nedenle, güncel gelişmeler çerçevesinde, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı vesilesiyle sıklıkla İkinci Dünya Savaşı tarihine göndermelerle karşılaşıyoruz.
Blood and Ruins: The Great Imperial War, 1931-1945
Penguin Books,
Ocak 2023
1040 s.
Diğer taraftan, bugünlerde en sıcak gündem olan İsrail-Filistin çatışmasının gerisinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni var. Sadece İsrail devletinin resmen savaş sonrası kurulmuş olmasından söz etmiyorum, uluslararası alanda İkinci Dünya Savaşı terminolojisinin İsrail-Filistin çatışması çerçevesinde dahi devreye girebilmiş olmasından söz ediyorum. Ariel Şaron, 11 Eylül’den iki gün sonra, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’a, “Avrupa demokrasilerinin, siyasi gerekçelerle Çekoslovakya’ı feda ettiği 1938 yanlışını tekrarlamayın, İsrail Çekoslovakya olmayacak, terörle savaşacak” (The Independent, 5 Ekim 2001) demişti.
Başından söyleyeyim, Overy’nin o döneme dair yorumlarının tümüne katılmıyorum, ama çok önemli başlıklar altında hem o döneme ilişkin bilgimizi tazeleyecek pek çok konuya değinmiş hem de bu vesileyle pek çok tartışma konusu açmış. Kitabının başında, öncelikle savaşın başlangıcını öncesinde olanlar çerçevesinde değerlendirirken Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı işgalinin yeterince vurgulanmadığına işaret ediyor. Savaşı Almanya’nın değil, Japonya’nın başlattığı anlamında değil, zaten bu konudan ilk kez bahsedilmiyor. Ancak malum, İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan en önemli etkenin, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Versay Antlaşması’nın Batı Avrupa siyasetinde yarattığı istikrasızlık olduğu fikri çokça vurgulanır. Overy, Batı Avrupa ötesinde küresel sahneyi öne çıkarıyor, daha önemlisi, bu savaşın da ‘emperyal bir savaş’ (s. 11) olduğunu vurguluyor. Ama olayı Leninist ‘emperyalistler arası mücadele’ tezinin dar sınırlarına da mahkûm etmemek gerektiğine işaret ediyor.
Leonard Woolf’un “Emperyalizm ve Uygarlık” (Imperialism and Civilization, 1928) kitabından bir alıntı ile başlıyor: “19. yüzyılda bilindiği haliyle emperyalizm artık mümkün değil; bütün mesele, barışçı biçimde mi, yoksa kan ve enkaz ile mi gömüleceği”. Overy’nin kitabının başlığı da bu alıntıdan esinlenmiş. Sonuçta, 19. yüzyıl emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı ile, kan ve enkazla gömülmesinin serüvenini anlatmaya girişiyor. Söz konusu ettiği coğrafi işgale dayalı (territorial) emperyalizmin, modern ulus-devlet inşasından kopuk değil, tam tersine onunla birlikte ilerleyen bir güç olduğuna işaret ediyor. Yine malum, emperyalizmin coğrafi işgalden, ekonomik nüfuza evrimi konusu da uzun boylu ve Marksist (David Harvey, Alex Callinicos gibi) düşünürleri de halen meşgul eden bir tartışma. Bence Overy’nin kitabı, ‘emperyal ulus’ (‘nation empire’) ve ‘emperyalizmin uluslaşması’ (‘nationalization of empire’) kavramları çerçevesinde ulus-devlet-emperyal genişleme ilişkisine yaptığı vurgu ve ile bu tartışmanın alanını genişletiyor. Bu arada, Overy’nin ‘emperyal ulus’ kavramından kast ettiğinin ‘emperyalist ulus(lar)’ olmadığını hatırlatalım. Burada söz konusu olan, ulus-devlet ve emperyal sistemin sıklıkla karşıt biçimde tanımlanmasının yanıltıcı olduğu, aslında Fransa ve Britanya’da ulus-devletin inşasının doğrudan emperyal sistem çerçevesinde şekillendiği…
Overy, Birinci Dünya Savaşı sonrası çözülenlerin savaşta yenilmiş imparatorluklar, yani Rus, Alman, Habsburg (ve Avrupa dışında Osmanlı) imparatorlukları olduğunu, o nedenle ‘ulusların kaderini tayin hakkı’ ilkesinin Orta ve Doğu Avrupa’dan öteye gitmediğini hatırlatıyor. Bu çerçevede, iki dünya savaşı arası dönemde ‘imparatorluk fikir ve siyasetlerinin’ zayıflamak bir yana, güçlendiğine işaret ediyor. 1931-40 yılları arasında yaşanan küresel krizi, emperyalist güçler arası rekabet ve paylaşım çatışmasının ötesinde, Almanya, İtalya ve Japonya’nın uluslaşma çabasının bir parçası olarak görmek gerektiğini söylüyor. Almanya, İtalya ve Japonya’nın ulusal ekonomi ve güçlerini temin etmek için imparatorluk kurma heveslerinin, öncelikle İngiliz İmparatorluğu’nu model aldıklarını hatırlatıyor. Bu yorum ilk bakışta Hitler’in saldırgan ‘yaşam alanı’ siyasetini haklı çıkarıyor gibi görülebilir. Ancak geçmişte olanların köklerini kavramaya çalışmanın, haklılık ve meşruluk tartışmasıyla gölgelenmemesi gerekiyor. Bu bakımdan, Overy’nin döneme ilişkin değerlendirmelerini dikkate almak gerekiyor.
1 Eylül 1939. Alman ordusu tarafından Polonya’nın işgali.
Overy’nin, “İkinci Dünya Savaşı Berlin’de değil, Londra ve Paris’te alınan kararların sonucu idi” (s. 68) ifadesini de, Almanya ve müttefiklerini savaşın sorumluluğunda kurtarmak değil, yukarda söz ettiğim çerçevede değerlendirmek gerek. Nitekim Overy, Hitler’in Polonya’yı işgalini de, Avrupalı imparatorlukların kısa bir süre önce kılıç zoruyla kurduğunu hatırlatmasına gönderme yaparak, ‘sınırlı bir savaş’ olarak tanımlıyor. (s. 81) Kitabı boyunca, Almanya’nın ekonomik güç için imparatorluk arayışını dönemin koşulları içinde anlaşılır olduğunu ifade ediyor. Almanya’nın, Britanya’nın imparatorluk siyasetini ‘uygarlaştırma’ misyonu olarak meşrulaştırmasına benzer bir şekilde, kendi yayılmacı siyasetini aynı çerçevede tanımladığına işaret ediyor. Sürekli olarak Hitler’in o dönemin ‘dünya düzenine’ isyan etmiş olmasının altını çiziyor. (s. 198, 598 vd)
Overy’nin tartışmaya açık biçimde gündeme getirdiği diğer bir konu, ‘Haklı Savaş’ (Just War) kavramı. Bu konuya ayırdığı bölümün en başında, o dönem tüm tarafların savaşta haklı taraf olduğuna inandıklarını hatırlatıyor. (s. 596) Malum, liberal düşünür Walzer’in (Just and Unjust Wars, 1977) yeniden gündeme getirdiği ‘haklı savaş’ konusu ve savaşı ‘ahlaki misyon’ (moral mission) ile meşrulaştıran görüşleri Rusya-Ukrayna savaşıyla yeniden gündeme geldi. Overy bu konuda görecelilik hususunu öne çıkarmakla kalmıyor, aslında müttefik devletlerin ahlaki misyonunu sorgulamaya açıyor. (s. 604)
Stalingrad, 1943.
Benim çok önemsediğim Bolşevik Devrimi sonrasında, komünizm tehdidinin Avrupa siyaseti açısından ne denli önemli olduğu konusu ve İkinci Dünya Savaşı sürecine etkisi meselesi son yıllarda yeniden ilgi çeken bir konu. Jonathan Haslam’ın “Uluslararası Komünizm ve İkinci Dünya Savaşı’nın Kökleri” kitabı (The Spectre of War International Communism and the Origins of World War II, Princeton University Press, 2021) bu çerçevede iyi bir örnek. Overy’nin kitabı boyunca da sıklıkla bu konu gündeme geliyor. Bir yandan Britanya’nın Sovyetler Birliği ile Hitler karşıtı ittifak kurmak konusundaki isteksizliği, diğer taraftan Hitler’in Yahudi düşmanlığı ideolojisinin Bolşeviklikle ilintili olması gerçeği, İkinci Dünya Savaşı sürecini yeniden değerlendirmek açısından önemli hatırlatmalar.
Diğer taraftan, Overy’nin tarih yazımının İkinci Dünya Savaşı sonrası ortodoks liberal tarihçiliğini sorgulayan yönleri olduğu gibi, bu paradigmayı tekrarlayan yönleri de var. Örneğin, savaş süreci ve hemen sonrasında ortaya çıkan iç savaşlardan ve bu arada Baltık bölgesi ve Ukrayna’da Bolşevik karşıtı hareketlerden söz ederken, bu hareketlerin Nazi yandaşı ve/veya Nazi ideolojisine yakın olduğundan hiç söz edilmiyor. Şimdilerde Putin’in Ukrayna Savaşı’nı ‘Nazi yandaşlarıyla savaş’ olarak meşrulaştırdığını biliyoruz; ancak konjonktüre aykırı diye bu geçmişi hafızalardan silmenin anlamı yok. Overy’nin bu konudaki dikkatini belirleyen, kuşkusuz bu konudaki güncel tartışma değil. Ben Overy’nin bu konudaki ‘dikkatli’ tutumunu, zamanında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sürecinde Doğu Avrupa’nın, Sovyet nüfuz alanından çıkışını, ‘demokratik devrim’ olarak tanımlayan neo-liberal siyaset söylemi çerçevesinde okuyorum. O dönemde, çözülen Sovyet cumhuriyetlerinde öne çıkan neo-Nazi milliyetçi hareketlerin varlığı, Naziler ile işbirliği yapmış yerel siyasetçilerin ‘milli kahraman’ ilan edilmesi gibi olaylar ‘demokratik devrim’ söylemini gölgelememek için göz ardı edilmişti.
Sonuçta, bin sayfalık bir metni kısa bir yazı çerçevesinde her yönüyle özetlemek mümkün değil. En iyisi, kısaca Overy’nin kitabını, özellikle de pek çok siyasi tartışma çerçevesinde hâlâ güncelliğini koruyan İkinci Dünya Savaşı tarihini değerlendirmek açısından önemli bir kaynak olduğunu düşündüğüm için yılın kitabı olarak gördüğümü ve dikkatinize sunmak istediğimi söyleyerek bitireyim.
Önceki Yazı
Yanlış yazılan tarihi daha da yanlış yazmak
“Gerçekte var olmayan ama aslında çok sayıda benzeri mevcut bu insanların hayalî yaşamöyküleri üzerinden son derece net bir politik mesaj veriyor Bolaño. Kurguyla gerçeği harmanlayarak, dümdüz söylendiğinde pekâlâ yavan ve sert gelebilecek bazı şeyleri söylemenin akla hayale gelmedik yollarını icat ediyor.”
Sonraki Yazı
Hayat dalgalar gibi üstlerinden geçti… mi?
“Bu mektupları, 'bir şair ve yazar adayının kanat çırpmaları' diye okuyabilir miyim? Bülent Ecevit, kolejdeki son yıllarında yazmaya ve yazdıklarını okulun edebiyat dergisi İzlerimiz’de yayımlamaya başlamıştır. Grubundaki arkadaşları da edebiyata, sanata meraklıdır. Ancak ilk mektuptan başlayarak yazamamaktan yakınır.”