İki konferans bir kitap vesilesiyle
Darülfünun’dan Boğaziçi’ne üniversitelerarası göç
“1930'larda Türkiye'ye gelen akademisyenlerin büyük çoğunluğu Nazi iktidarından kaçan Yahudi asıllılar, fakat aralarında Yahudi olmayan siyasi muhalifler de var. Haliyle, günümüz Türkiye’sinden bu döneme tekrar ve yakından bakmak ayrı bir anlam taşıyor. Zira faşist bir rejim altında hallaç pamuğu gibi atılan üniversitelerden çil yavrusu misali yurtdışına dağılma olgusunun bir benzerine ülkemizde de tanık oluyoruz.”

Nihat Falay. Fondaki resim: İstanbul Darülfünunu yazısı İstanbul Üniversitesi yazısına dönüştürülürken, Ağustos 1933.
Geçen yılın son günlerinde İktisat Fakültesi’nin 87. kuruluş yıldönümü dolayısıyla İstanbul Üniversitesi’nin rektörlük binasının şaşaalı doktora salonunda bir konferans düzenlendi. Konuşmacılardan biri olan Profesör Nihat Falay’ın haberdar etmesi üzerine ben de konferansa izleyici olarak katıldım. Onyıllar sonra ‘Taş Bina’nın buz gibi mermer merdivenlerini tırmanıp doktora salonunun (bu salon, muhtemelen Cihan Harbi ile ilgili planlamanın kotarıldığı mekândır) kasvetli ışığında bazı tanıdık simalara rastlamak benim için bir tür nostalji turu oldu, ama özlemden çok hüzün dolu bir nostaljiydi bu – melankoli demek daha doğru.
Konferansın kendisi hakkında iki çift lakırdı etmeden geçemeyeceğim, ama önce Nihat Falay’ın (ağabeyim; üniversiteden eski, mahalleden şimdiki komşum – bu kırk yıllık dostuma ‘Nihat Hoca’ demeye dilim varmıyor: çaresi yok, benim için sadece ‘Nihat’!) tebliğine konu olan kitabı üzerinde durmak istiyorum.[*] Birkaç ay önce yayınlanan bu kitap, 1930’lu yıllarda Darülfünun’a, ardından da onun yerini alan İstanbul Üniversitesi’ne gelen yabancı akademisyenlere ilişkin kapsamlı bir çalışma.

İstanbul Üniversitesinin Yabancı Akademisyenleri
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu
Haziran 2023
416 s., büyük boy
Bilindiği gibi, Tanzimat’tan itibaren Osmanlı ülkesine Batıdan türlü eğitim/öğretim elemanı gelmiş ve getirilmiştir. 20. yüzyıl başlarında iyice hızlanan bu ‘ithal’ sürecini Nihat üç kategoride sınıflandırıyor: 1) 1915-1918 arası Alman Müderrisler Dönemi; 2) 1919-1933 arası Fransız Profesörler Dönemi; 3) 1933 sonrası Yabancı Akademisyenler Dönemi. Nihat bu üçüncü dönemi ele alıyor; çoğunluğu Almanya ve Avusturya yurttaşı olan akademisyenler, bu dönemin başlıca kişileri. Büyük çoğunluğu Nazi iktidarından kaçan Yahudi asıllılar, fakat aralarında Yahudi olmayan siyasi muhalifler de var. Doğrudan siyasi nedenlere bağlı olmadan, başka ülkelerden gelenler de cabası.
Haliyle, günümüz Türkiye’sinden bu döneme tekrar ve yakından bakmak ayrı bir anlam taşıyor. Zira faşist bir rejim altında hallaç pamuğu gibi atılan üniversitelerden çil yavrusu misali yurtdışına dağılma olgusunun bir benzerine kaç zamandır ülkemizde de tanık oluyoruz. Evveliyatında da bazı tekil örnekleri yok değildi, fakat akademyadan yurtdışına ilk büyük göç, 12 Eylül döneminde 1402’liklerle olmuştu. Şimdiyse daha tedrici fakat derinden yürüyen bir göç dalgasıyla karşı karşıyayız. Neredeyse yüz yıl sonra, şartları ve çapı çok farklı olsa da, yeryüzüne akademisyen dağıtma sırası şimdi Türkiye’de sanki. O bakımdan Nazi dönemiyle bir karşılaştırma yapmadan durmak zor. Ancak böyle bir karşılaştırma üzerinden tüm bu göç hadisesinin artı ve eksileriyle muhasebesini çıkarmak için henüz çok erken. Çünkü süreç devam ediyor; sürecin tam içindeyiz.

Alman/Avusturya ağırlıklı yabancı akademisyenlerin Türkiye’ye gelişinin muhasebesini yapmak ise zor değil. Ayrılışlarının anavatanlarının düşün dünyasında yarattığı fakirleşme ve yıkım malum. Türkiye’ye getirdikleri bakımından ise, fakültelerde uzmanlık alanlarının oluşmasında, kurumsallaşmasında ve genel olarak eğitim kalitesinin yükseltilmesinde bu akademisyenlerin katkısı büyük. Örneğin Türk hükümetinin daveti üzerine İsviçre’den gelen Prof. Albert Malche’nin İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunda hatırı sayılır bir rolü var.

Keza, Fritz Neumark da İÜ İktisat Fakültesi’nin kurucu babalarından biri addedilir. Nihat’ın saydıkları arasında, Felix Haurowitz (tıp), Erich Frank (tıp), Philipp Schwartz (tıp), Ernst Hirsch (hukuk), Franz Heske (ormancılık), Alfred Heilbronn (botanik), Erich Obst (coğrafya), Gerhard Kessler (sosyal siyaset), Ernst von Aster (felsefe), Hans Reichenbach (felsefe), Richard von Mises (matematik/fizik), Erich Auerbach (filoloji), Andreas Tietze (Türkoloji), Robert Anhegger (Türkoloji) gibi isimler de bilim ve eğitim planında katkılarıyla öne çıkmış örneklerden. Fransız akademisyenler George Dumezil (tarih/dilbilim) ve Albert Gabriel (mimari tarih/arkeoloji), ayrıca İngiliz Steven Runciman (Ortaçağ/Bizans tarihi) da bu örnekleri tamamlayan isimlerden.

Tabiatıyla, bu figürlerin Türkiye’de kalma süreleri ve kök salma dereceleri aynı değil. Mesela Bedri Rahmi’nin kız kardeşi Mualla Eyüboğlu ile evlenen Robert Anhegger, kendi deyimiyle “Türkleşmiş bir bilinçli Alman”dır. Benzer şekilde, İÜ’de olduğu kadar Boğaziçi Üniversitesi’nde de çalışan filolog/şair Traugott Fuchs da ömrünün sonuna kadar Türkiye’de kalanlardandır. İÜ Hidrobiyoloji Enstitüsü’nü kuran zoolog Curt Kosswig de bunlar arasında sayılabilir. Bir de çeşitli yayınlarıyla Albert Gabriel, Andreas Tietze gibi Türkiye’de geçirdikleri süreyi iyi değerlendirip çok ürün vermiş olanlar var. Diğer taraftan, kendi ihtisas sahaları dışında yürüttükleri faaliyetleriyle dikkat çeken akademisyenler de unutulmamalı. Örneğin Anhegger, döneminin en hareketli mekânlarından olan Maya Sanat Galerisi’nin (Adalet Cimcoz ile birlikte) kurucularındandır.

Nihat’ın belirttiğine göre, diş hekimliği hocası Alfred Kantorowicz, Türkiye’de henüz az bilinen kayakçılık sporu için en uygun yer olarak “Uludağ’ı ilk keşfedenlerdendir”. (s. 81) Gene Nihat’ın verdiği bir bilgiye göre, Gerhard Kessler 1946’da asistanı Orhan Tuna ile birlikte “ilk Türk işçi sendikasını kuran” kişidir. (s. 201) İlginç; herhalde tek parti dönemi kastediliyor ama doğrulamaya veya detaylandırmaya muhtaç bir bilgi bu.
Söz konusu akademisyenler arasında dil, kültür, olanak yetersizliği gibi nedenlerle Türkiye’ye ayak uyduramayan ve savaş sonrasında buldukları ilk fırsatta başta ABD olmak üzere başka ülkelere göçenler çoğunluktadır. Nihat, Hans Reichenbach’ın Amerika’daki üniversitelerde kendisine iş bulması için Albert Einstein’a yazmış olduğu mektuba yer vermiş. O mektupta Reichenbach’ın İstanbul’dan ayrılmak için sabırsızlandığı anlaşılıyor ama bu, Alman felsefecinin Türkiye’de geniş bir izleyici çevresinden mahrum bulunduğu anlamına gelmiyor. Tersine, öğrencileri ve meslektaşları üzerinde derin bir etki bıraktığı açık. Nitekim, başta Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı kitabı olmak üzere, pek çok eseri uzun yıllar boyunca Türkiye’de ilgili derslerde okutulagelmiştir.

Yabancı hocaların Türkiye’deki izlerini ölçmenin iyi bir yolu, Türk öğrencilerinin kimler olduğuna bakmak. Nihat faydalı bir iş yapmış ve bulabildiği kadarıyla, ele aldığı 163 akademisyenin her birinin siciline tanınmış Türk öğrencilerinin veya çalışma arkadaşlarının isimlerini eklemiş. Örneğin Nusret Hızır, Nermi Uygur, Macit Gökberk gibi hocalar Reichenbach’ın öğrencileri arasında. Liste epey zengin. Mesela Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Adnan Benk, Güzin Dino, Berna Moran, Erich Auerbach’ın öğrencileri arasında. Keza, Muammer Aksoy ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Ernst Hirsch’in; Macit Gökberk ve Nermi Uygur’un yanı sıra Takiyettin Mengüşoğlu, Bedia Akarsu, İsmail Tunalı, Cavit Orhan Tütengil gibi hocaların Ernst von Aster’in; Sabri Ülgener, Memduh Yaşa ve Feridun Ergin’in de Fritz Neumark’ın rahle-i tedrisinden geçmiş oldukları görülüyor.

Erken veya geç çoğu ayrılsa da, yabancı hocaların kendilerini misafir eden Türkiye’ye daima borç ve minnet duygusu içinde kaldığı biliniyor. Ama Türkiye’ye ilk geldiklerinde bazı Türk meslektaşlarıyla uyumsuzluk ve gerilim yaşadıkları da bilinen bir durum. Bunda, misafir hocaların Türkçe engelini aşamadıkları için derslerde verimli olamamaları gibi teknik nedenler kadar, kendilerine sunulan maddi-manevi ayrıcalıkların yarattığı birtakım kişisel çekememezlik ve kıskançlıkların da rolü var. Fakat bir diğer etken, yabancı profesörlerin Türkiye’ye varışının Darülfünun’un tasfiyesi ve İÜ’nün kuruluş dönemine rastgelmesiyle ilgili. Nihat’ın da işaret ettiği gibi, bu sancılı geçiş döneminde Darülfünun’dan açıkta kalan öğretim kadrosunun önemli bölümü yeni üniversiteye alınmamıştır (Nihat’ın verdiği rakama göre, 240 öğretim elemanının 157’si).
Bu tasfiye sürecinin yabancı hocaları eski kadroların gözünde nasıl bir yere koyduğu tahmin edilebilir. Genellikle varsayıldığı gibi, Darülfünun’un eski müderrisleri kifayetsiz, gerici, örümcek kafalı adamlardan mı ibaretti? Bu sorunun yanıtı belki üniversite tarihini araştıranların bazı çalışmalarında saklıdır (Nihat’ın da atıfta bulunduğu bu çalışmalara iki örnek: Ali Y. Baltacıoğlu, “Darülfünun’dan Üniversiteye: 1933 Üniversite Reformunun Sonrası”, Toplumsal Tarih, sayı 177, 2008; Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi: Darülfünundan Üniversiteye Geçiş/Tasfiye ve Yeni Kadrolar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010). Her halükârda, yabancılar gelirken giden ‘yerliler’ kimdi sorusu, davetkâr bir inceleme konusu.
Üniversite tarihi derken, parantez açıp bir not düşmek isterim. Vefatından iki yıl kadar önce kendisiyle yaptığım son fakat uzun bir telefon görüşmesinde Zafer Toprak, İstanbul Üniversitesi tarihi üzerinde hacimli bir çalışma yapmaya hazırlandığını söylemişti. Vefatına kadar olan süre içinde bu çalışmayı ne kadar ilerlettiğini öğrenme fırsatım olmadı. Umarım sadık öğrencileri ve meslektaşlarının katkısıyla, o çalışması bir şekilde gün yüzü görür. Muhtemeldir ki Zafer Hoca Darülfünun’un köküne kadar inecek, hatta kim bilir, belki daha da gerilere, 1453’e kadar gidecekti. “O da nereden çıktı” dememek lazım, çünkü İÜ’nün logosunda bu tarih var. Bu logodan anlaşılan, İÜ’nün 1453’te kurulmuş olduğu.
Bunu unutmuştum, fakat konferans boyunca tebliğleri dinlerken ziyadesiyle hatırlamak durumunda kaldım. Zira önümde oturan izleyicilerin iskemlelerinin hepsinin bana bakan arka yüzünde tahta oyma şeklinde bu logo vardı. Kırk yıl önce İÜ binalarına girip çıkarken, bu logo iskemlelere varıncaya kadar her tarafta bu kadar görünür değildi, ya da belki hiç yoktu. İtiraf edeyim ki İÜ’nün 1453’te kurulduğu bilgisine ne zaman ve nasıl bir yöntemle varıldığı hakkında pek bir fikrim yok. Rivayet niteliğinde bir bilgiye göre, kuruluş tarihi 1470’te Fatih Camii çevresinde teşekkül etmiş bir külliyeye (‘Sahn-ı Seman Medreseleri’) dayandırılmakta. O halde niçin 1453?
Aslına bakılırsa, 1453’ten de gerilere gitmek pekâlâ mümkün. Nitekim Alman profesörlerden hukuk tarihçisi Richard Honig, İÜ’nün kuruluşunu Bizans dönemine, hem de somut bir tarih olarak 1 Mart 1321’e dayandırmıştı. Ona göre, bugünkü merkez binanın bulunduğu tepede tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat fakültelerinden oluşan ve o devirdeki Roma üniversiteleriyle eşdeğer addedilebilecek bir oluşum vardı ve bunun görünürdeki başlangıcı, İstanbul’da üniversite eğitiminin başlangıcı sayılmalıydı.
İÜ’nün şeceresini çıkarırken, Gerek Honig’in, gerek milli tarihçilerimizin kurumların uzun tarihlerinde sürekliliğin belirlenmesini mümkün kılan kriterlere pek uyduğu söylenemez; oysa bu kriterler önemlidir. Örneğin dünyanın en eskisi olarak anılan Bolonya Üniversitesi’nin 1088’de başlayan ve 1180’den itibaren netleşen uzun mazisinin hemen her aşamasını belgelerle ve tanıklıklarla takip etmek mümkündür. Uzun bir mazi her kuruma prestij kazandırır kuşkusuz. Son yıllarda bir tür ‘tarih açlığı’ baş gösterdi; lokantalardan muhallebicilere, kebapçılardan şekercilere kadar her türlü işletmenin hiçbir zemini yokken kendine yüz, hatta iki yüz yıllık geçmişler icat ettiğini görüyoruz. Onlar bir kısım turisti kandırabilir ama, İÜ kendi mirasını yeterli verilerle ortaya koymadan arzuladığı bir milada sahip çıktığı zaman, bunun daha bilinçli ve eğitimli kesimlerde anlamlı bir tatmin ve gurur duygusu yaratması beklenemez. Bu şartlarda 1453’ü öne çıkarmak yerine, İÜ’nün klasik yılanlı amblemiyle yetinmesi belki daha doğru olur.

Galip
Öte yandan, sürekliliğin her daim tercihe şayan bir şey olmadığı da hatırlanmalı. 1933’te resmen kurulduğu zaman, İÜ’nün geçmişin kamburundan azade yepyeni bir kurum olduğu vurgulanıyordu. Nihat’ın aktardığı gibi, “dönemin Maarif Vekili Reşit Galip Bey, kurulan üniversitenin Darülfünun ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığını” ilan ediyordu (s. 36). Yapılan bütün projeksiyonlar geçmişe değil, geleceğe dönüktü. Bu “geçmişten kopma” çabasını dil düzleminde süren özleştirme gayretleri izliyordu. Darülfünun’un yerine yepyeni bir üniversite kuruluyordu ama bizzat ‘üniversite’ sözcüğünü de Türkçeleştirerek yenilemek gerekiyordu. Nihat, TBMM Maarif Encümeni’nin bir mazbatasında, bu sözcüğün “yabancı kökenli” olmakla beraber, aynı zamanda “uluslararası bir terim olması nedeniyle, en kısa zamanda yerine Türkçe bir karşılık bulunması kaydıyla geçici olarak kullanılmasının uygun” olduğuna dair tedbirli bir ifadeyi aktarmış. (s. 37)
‘Üniversite’ye Türkçe bir karşılık bulundu mu, bulunduysa hiç denendi mi, bilmiyorum. Fakat bir asra yakın süredir ‘üniversite’ sözcüğünü dilimizden düşürmediğimize göre, denenmiş olsa da tutmadığı belli. Oysa başarıya ulaşan denemeler hiç yok değil. Örneğin, ‘kampüs’ü kanırta kanırta ‘yerleşke’ yaptılar. Buna karşılık, o dönemde hâlâ kullanılmakta olan bazı ‘yerli’ kelimelerimizin ‘yabancı kökenli’ sözcüklere direnemediğini fark ediyoruz: ‘Reis’in yerini ‘dekan’ın, ‘emin’in yerini ‘rektör’ün alması gibi. Bu dil denen canlı hep arzu ve niyetlere göre hareket etmiyor maalesef. Mamafih, şu ‘medrese’ kelimesi ne güne duruyor? İÜ için ‘üniversite’ yerine artık bu kelimeyi kullanmamamız için bir neden yok. Hem kökeni itibarıyla İÜ’nün zaten bir medreseye dayandığı düşünüldüğü için hem ‘medrese’ tam Türkçe olmasa da kulağa daha ‘yerli’ geldiği için hem de tabii günümüzün ruhuna daha uygun düştüğü için.

Eğer İÜ’nün yakın geçmişinde bir ironi varsa, bu ironiyi söz konusu yabancı akademisyenlerin bu dev kurumdaki deneyimlerine bakmadan hissetmek herhalde imkânsız. Nihat’ın kitabı her şeyden önce o bakımdan yararlı bir kaynak. Ayrıca, sonundaki geniş kaynakça da üniversitenin tarihine eğilecek araştırmacılara her şekilde yardımcı olacak nitelikte. Akademisyenlerin tek tek portresini içeren resimli albüm formatı da kitaba renk katan ayrı bir özelliği.
Nihat’ın tezgâhında yayınlanmayı bekleyen bir başka metin daha var ki, o da İstanbul hakkında şimdiye kadar Latin harfleriyle çıkmış tüm eserlerin dökümünü içeren bir bibliyografya çalışması. Uzun zamandır bir kuyumcu sabrıyla hazırlamakta olduğu bu kitabı da umarız yakında görmek nasip olur.
Teslim etmek gerekir ki, Nihat’ın tebliğini sunduğu konferans muhalif seslere de yer verecek şekilde usturupluca düzenlenmişti. Nihat’ın yanı sıra, sol ve liberal kesimden Ersin Kalaycıoğlu ve Asaf Savaş Akat gibi İktisat Fakültesi’ne emek vermiş profesörler de konuşanlar arasındaydı. Çeşitli tebliğlerle, Sabahattin Zaim, Mehmet Genç, Erol Manisalı, Sencer Divitçioğlu gibi fakültenin merhum hocaları anıldı. Tahmin edileceği gibi geçmiş tatlı tatlı yâd edildi, ama günümüzün ekonomik durumuna ve izlenen politikalara ilişkin tek bir söz söylenmedi. Fakültenin doğum yılının kutlandığı böyle bir günde maziye odaklanmak doğal sayılabilir, ama konferansın düzenleyicilerinden konuşmacılarına kadar hemen herkesin siyasi konulara girmekten kaçındığı, kenarından köşesinden girdiği noktalarda da karnından konuştuğu belli oluyordu. Bu otosansür halini bizzat dinleyiciler de iyice içselleştirmiş olmalı ki, beklentileri zaten yüksek değildi. Ne demeli, gerçekten de böyle bir devirde bundan iyisi can sağlığı!
Tesadüf bu ya, bu konferansın hemen ertesinde, bazı tanıdıkları görmek ve dinlemek niyetiyle davranınca kendimi bir başka konferansta buldum. Konusu, üniversitelerle kentler ve yerel yönetimlerin ilişkisine dair oldukça spesifik ve ‘teknik’ bir alanı kapsıyordu, ama bu konferans daha genel sorunların ele alınmasına da imkân verdi. Ağırlıkla dört büyük üniversiteden (İstanbul, İTÜ, Boğaziçi ve Mimar Sinan) konuşmacıların katıldığı, açılış ve kapanış konuşmalarını da iki Harvard’lının (Cemal Kafadar ve Güven Güzeldere) yaptığı ve her şeyin serbestçe konuşulduğu, dopdolu ve verimli bir etkinlik oldu.
Tuhaf olan şu ki, Boğaziçililerin inisiyatifiyle planlanan bu konferans, rektörleri izin vermediği için kendi üniversitelerinde düzenlenemeyince İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tahsis ettiği Taksim’deki Sevgi Soysal Kütüphanesi’nde yapıldı. Anlaşılan, Boğaziçi Üniversitesi artık İÜ’ndeki sınırlı ‘serbestiyet’ ortamından bile yoksun; adına yakışır nitelikli toplantılarını bile kendi kampüsünde yapamaz durumda. Bu ister istemez akla sürgündeki kurumları getiriyor. Tarihte pek çok köklü müessesenin –hatta kocaman hükümetlerin– belirli dönemler sürgünde kaldığını, varlığını ve hayatiyetini de sürgündeki yaşamı sayesinde muhafaza edebildiğini biliyoruz. Acaba Boğaziçi Üniversitesi de bir ‘sürgünde üniversite’ olma yolunda mı? Yok olmaktansa, öyle olması herhalde evladır.
[*] Nihat Falay, İstanbul Üniversitesinin Yabancı Akademisyenleri, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 2023.
Önceki Yazı

Nilüfer Kuyaş ile söyleşi:
“Bu bir kurtuluş ateşi, düşmanlık ateşi değil. Geleceği hep birlikte kuracağız.”
“Bir şok yaşadığınızda zaman çok farklı işlemeye başlar, hızı değişir. Kopuk parçalara bölünür. Zamanı içine hapsettiğimiz gün, saat, takvim, neden-sonuç ilişkisi, çizgisellik, hepsi kaybolur ve başkalaşır... Zamanı parçalamak, aynı zamanda deneyime biricikliğini, büyüsünü tekrar kazandırmak imkânı yaratıyor.”
Sonraki Yazı

Beliz Güçbilmez:
“Muhatabımız da, eşlikçimiz de kurmacadır.”
“Kurmacaların üzerimizdeki etkisi düşündüğümüzden fazladır... Gündelik hayatın en karıncaezmez insanı okur pozisyonuna geçtiğinde önce kralın, sonra ondan şüphelenecek herkesi öldüren Macbeth’in yanında saf tutar; hikâyeyi onun gözünden, onun arzularıyla, korkularıyla takip eder. Hiç bilmediği olma biçimlerine, hayat tarzlarına, siyasi ya da ahlaki görüşlere içinden bakma fırsatı demektir bu.”