“İdük tüm zamanları içine alan
bir zamanın habercisi…”
Tepemizdeki Gölge'nin yazarı N. Can Kantarcı ile, İstanbul Boğazının sularını yararak bir gecede dikelmiş esrarengiz ve devasa bir fallik objeyle başlayan satirik bilimkurgu novellası İdük üzerine konuştuk...

N. Can Kantarcı (Fotoğraflar: Mahmut Murat Avcı)
Bir bilimkurgu-novella olarak İdük, alışık olmadığımız türden, okura birçok farklı türden oyun vaat eden özel bir metin. Öncelikle İdük’ün temel fikri sizde nasıl gelişti? Bu fallik obje/nesne/cisim nasıl oldu da İstanbul Boğazı’na düştü ve hikâye başladı?
İdük’ün temelinde, İstanbul’un o alışageldiğimiz harala gürele gidişatını bir nebze olsun kesintiye uğratacak bir olay olsa, bu olay ne ve nasıl olur fikri yatıyor. Artık nasıl baktığınıza göre adı değişebilen bu cismin elbette İstanbul Boğazı’na düşüşüne dair pek çok rivayet var. Bazıları oraya birtakım yetkililer tarafından yerleştirildiğine inanıyor. Bazıları ise Dünyamızın onu kendiliğinden “doğurduğunu” düşünmeye meyyal. Başkalarının iddiasına göre ise İdük, Boğaz’ın sularına düşmüş bir tohum. Ama tohumdan ne, nasıl ve ne amaçla çıkacak, işte oraları şüpheli. Şüpheli olan diğer şeyse, en azından benim hikâyede yapmaya çalıştığım, bunların aslında önemli olup olmadığı.
Her şey bir yana, İdük şöyle çıktı ortaya: Aslında bu topraklarda sürekli fantastik (her zaman bilimkurgusal olmayabilir ama fantastik oldukları kesin bence) olaylar yaşıyoruz ve bunlara şaşırmamaya, bunları kanıksamaya o kadar alışmışız ki, artık derimiz kalınlaşmaktan –fil falan da değil– T-Rex derisi kalınlığına ermiş durumda. Ben de bunu biraz kurcalamak istedim açıkçası. Başımıza gelen şeylerin olağanüstülük derecesi ne olursa olsun, bu kanıksama eylemini devreye sokma ve olabildiğince hiçbir şey olmamış gibi yapma becerimize dikkat çekmek istedim.
Kitabın merkezinde İstanbul’un fethinin x. yıldönümünde İstanbul Boğazı’na düşen “yabancı” bir cisim ve bu cisim etrafında şekillenen olaylar yer alıyor. Her şeyi kökünden değiştiren bir dış etken meselesi özellikle bilimkurgu gibi alanlarda/türlerde özel bir başlık olarak incelenebilir. Sizin için bu cismin/dış etkenin anlamı nedir? İnsan, alışılmışın ötesinde bir durumla karşılaştığında kendisine hemen nasıl bu tür bir kaosun/sürecin içerisinde bulabilir?
Anlatının merkezine böyle kuvvetli bir dış etken yerleştirmek, yerçekimi kuvvetinin uzay-zaman üzerindeki etkisinin görselleştirilmesi gibi geliyor bana biraz. Bu etken her şeyi kendine çekerken, bazı şeyler de o çekimin etkisiyle “düşüyor” mu diyelim, geriye mi itiliyor diyelim, emin değilim; ama şu kesin: Çekim her yerde kendini aynı kuvvette göstermiyor.
İdük’te yaşadığımız durum da bence buna çok benziyor. Fallik obje Boğaz’ın sularını yararak yükselirken bazı dengeler bozuluyor. Bu denge bozulması da beklediğimiz yerlerden olmuyor bence. Çünkü aslında hikâyenin evreni, daha önce benzer bir fallik obje kaynaklı felaketin gerçekleşmiş olduğunu bize ara ara söylüyor, hissettiriyor. Ağrı Dağı’nın hiç beklenmedik bir şekilde patladığını öğreniyor, ortaya çıkan püskürmeyle ülkenin bir bölümünde ekolojik denge diye bir şey kalmadığını anlıyoruz. O zamanlar tam olarak ne yaşandığını bilmiyoruz ama hikâyenin şimdiki zamanında olan bitenden, o zaman da doğru adımların atılmadığını, gelen felaketi bir daha yaşamamak için hiçbir şey yapılmadığını anlıyoruz.
İdük’te çıkan obje ise beklenenin aksine, olumlu etkide bulunuyor İstanbul üzerinde. Çok tatkaçıran (ya da sürprizbozan) vermeden söylenebilecek şey şu belki de: İstanbul her yönüyle kendini toparlıyor. Tabii halkın üzerinde yarattığı baş ağrısı ve kusma gibi bazı yan etkiler dışında.
“Başkan”ın edimleri, düşünceleri ve nihayetinde öncülük ettiği Yabancı Cisim Dairesi (YACİDA), aslında insanoğlunun kendi çıkarları söz konusu olduğunda ne derece hızlı ve talepkâr davranabileceğini açıkça ortaya koyar. Bu noktada Başkan’ın salt bir kişiden ziyade bir fikri temsil ettiği, bunun da salt Türkiye özelinde değil, bütün bir dünya ve insanlık ölçüsünde kendisine karşılık/anlam bulduğu söylenebilir mi?
Kesinlikle öyle. Dünyanın şu anda pek çok ülkesinde karşımıza çıkan bir durum bu, dediğiniz gibi. Her şeyi bildiğini düşünen birinin aslında her şeyi bilmeyebileceği üzerine bir durum aslında bu. Ve her şeyi bildiğini zanneden birinin aynı zamanda şu ya da bu konuyu araştırması üzerine seçeceği kişilerin de işlerinin ehli olmayabilecekleri üzerine hayali bir hikâye.
Doğa/dünya ile insan karşıtlığı ve insanın kendi çıkarları için her şeyi feda etmeye meyyal/hazır tavrı, İdük’ün önemli meselelerinden biri olarak görülebilir. Nihayetinde bu yabancı cisim bir yandan dünyaya “bereket” getirirken öte yandan insanoğluna “hastalık” da vaat eder. Böylelikle karşılıklı bir çatışma alanı ortaya çıkar. Siz bu yapıyı kurarken insan ile doğa/dünya arasındaki korelasyonu nasıl geliştirdiniz? Başkan tüm bu süreç boyunca kendi çıkarlarını nasıl bu denli güçlü bir şekilde etrafındakilere kabul ettirebildi?
Sorunun son kısmından başlayacak olursam: Ben herhangi bir kişinin tek taraflı, amansız ve monolitik bir kabul ettirme sürecinde başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Rıza kademe kademe verilen, hak gıdım gıdım çaktırmadan feragat edilen bir şey. İnsan o anki rahatı bozulmasın isterken de aslında bir şeylere rızasını veriyor, tıpkı İdük ortaya çıktığında İstanbul’a olumlu etkileri olurken bunun nihayetinde başka türlü sonuçları olabileceğini düşünmek istemeyen YACİDA görevlileri gibi.
Ama elbette kritik bir sıkıntı şu: Bunun doğru olmadığını gören ve bu konularda uyarılarda bulunmak isteyenleri sistem susturmayı alışkanlık haline getirdiyse ve sistemin bu susturma eylemleri karşısında tek duyduğu birkaç cılız ah dışında derin bir suskunluksa, o zaman da yapacak bir şey olmuyor.
İdük aslında bir zamansız metin olarak görülebilir. Olayların ne zaman ve ne şartlarda geçtiğinin büyük bir önemi yoktur, zira hikâyesi zamanı ve mekânı yok sayacak denli evrenseldir. Bu noktada bilimkurgunun en önemli meselelerinden/özelliklerinden biri olarak bu yapıdan söz edilebilir mi? İdüktüm zamanları içine alan bir zamanın habercisi ve metni midir?
İdük’ün zaman ve mekân kavramlarını aşan bir yapıya sahip olduğunu duymak elbette sevindirici. Yazar bunu yapmaya çabalasa da ancak okurun görüp değerlendireceği bir durum bu zira. Bilimkurgu edebiyatının en önemli özelliklerinden biri, geleceği veya alternatif gerçeklikleri kurgularken, aslında insanlığın bulunduğu durumu, toplumsal yapıları ve gitgide daha yekpâre hale gelen bu yapılar karşısında bireylerin hem madden hem de manen hayatta kalma çabasını evrensel bir düzlemde sorgulamaya çalışması bence. İdük bu bağlamda belirli bir zaman dilimine hapsedilmeyen, her dönemde ve her mekânda geçerli olabilecek bir anlatı sunuyor.

Ve tabii ki olay İstanbul’da geçse de, İdük’ün hikâyesi aslında çok evrensel bir hikâye. Belki bir ters köşesi şu: Aniden gerçekleşen doğaüstü olay bir anda keskin olumsuzluklar yaratmıyor. Bu da belki de o hep görmezden gelmeye çalıştığımız iklim krizi meselesine benziyor. Başta biliyorsunuz, iklim değişikliği idi, sonra biz zorla, sallamaya sallamaya kriz haline getirdik meseleyi. Çünkü çizgisel düşünmeye çok takmış vaziyetteyiz. Her şey kademe kademe ilerleyecek ve biz de çok geç kalmadan müdahale edebileceğiz diye zannediyoruz bir şeylere. Öyle bir şey yok ama. Doğa lineer işlemiyor bence. Spiraller halinde ilerliyor ve bir noktada spiralin kolları içindeki lineer yükler birikiyor ve bu birikimi spiralin her bir kıvrımına şiddetle bindiriyor. Bu nedenle, İdük’ün tüm zamanları içine alan bir zamanın habercisi olmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz bence.
Güncel ve aslında gününü de geride bırakan bir siyasetin İdük’te kendisini gösterdiği ifade edilebilir. Muhafazakârlar, radikaller, sosyalistler, solcular, sağcılar… Belirsiz bir cismin harekete geçirdiği tüm bu siyasal yaklaşımlar aslında İdük’ü aynı zamanda siyasal bir metin de kılıyor ve güncelin siyasetinin edebiyatta kendisine nasıl bir temsil bulabileceği sorunsalını da görünür kılıyor. Bu bağlamda metnin siyasetle kurduğu bağı nasıl yorumlamak gerekir?
Bu konuda çok bir şey demek istemiyorum. Metnin kendisi hem güncel olanla hem de geçmiş ve gelecekte olmuş ve olacaklarla derdini çok net bir şekilde ortaya koyuyor diye düşünüyorum. Şunu söyleyebilirim belki: Metne gelen eleştirilerden birisi, metnin sunduğu eleştirinin fazla bariz ve yer yer klişe olduğu yönünde. Benim de buna cevabım şu: Bariz olanı söylemedikçe ve onu herkesin fark edeceğini düşünmeye devam ettikçe, bence bariz olana alışıyoruz ve bariz olan barizliğini kaybediyor. Sonra da yukarıda bahsettiğim o rıza/feragat meselesi devreye giriyor ve biz sadece ironi gözlükleriyle baktığımız bir vizyonla baş başa kalıyoruz.
Roman temelinde iki bölümden meydana geliyor: Serbest Radikaller’in halka sundukları “Tetkik Raporu” ile “Bilimsel Keşif Raporu”. Bu iki bölüm ve bu iki bölümü şekillendiren dil, romana biçim veren temel faktör. Romanın bu biçimsel yapısını ve söz konusu bu iki bölümde şekillenen farklı dil yapılarını nasıl oluşturdunuz? Bu iki bölüm nasıl oldu da hem birbirlerini yalanlayıp hem de birbirleriyle bu denli derin bir bağ kurdu/geliştirdi?
İlk romanım Tepemizdeki Gölge, birinci tekil şahıs anlatıcının kasıtlı olarak cılkını çıkaran ve bir adamın kendi zihnine gitgide hapsoluşunu anlatırken bizim de onun zihnine hapsolduğumuzu çaktırmadan bize gösteren bir metindi. Bu sefer daha farklı bir şey yapmak istedim. Klasik bir anlatıdan olabildiğince uzak kalan, kısa ve hakikaten de bir raporlama sistemi üzerinden giden, ne bileyim, Jonathan Swift’in vakti zamanında yayımladığı o risale/broşürlerini de çağrıştıran (kendimce!) bir şey olsun istedim.
Bu yüzden de, kitabın İthaki’den çıkan bu baskısına özel, değerli çevirmen, yazar ve akademisyen arkadaşım Kadir Yiğit Us’un paha biçilmez katkılarıyla, Bilimsel Keşif Raporu’nu ekledim. Çünkü okur bu tür metinlerde hep şunu merak eder: İyi güzel de, İdük bu yaptığı şeyleri nasıl yapıyor? Bilim bunun neresinde? En azından bize bizi idare edecek, bilimsel gibi yapan bir çerçeve sunacak mı? Kitabın İBB Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan ilk baskısında bunu kasten koymamıştım, ama üzerinden zaman geçtikten sonra, Tetkik Raporu’nu dengeleyecek/tamamlayacak bir ek metnin iyi olacağını düşündüm. Bizdeki o bilimselmiş gibi yapan akademi makalelerin yanında bence yine bu keşif raporu oldukça masum kalıyor. Zira keşif raporunun kandırmaya çalıştığı, okuyucu. Diğer metinlerin kimi kandırmaya çalıştığı üzerine pek yorum yapmak istemem.
Önceki Yazı

Feridun Özgören’in ardından
“Birbirinden güzel enstrümanlar yapıyordu, özellikle de tanburlarının sesine doyulmazdı. Ayrıca kemençe, rebab, lavta, çeng, bendir ve ney yapmışlığı da vardır, iyi de ney üflerdi. Ama musıkiyle kalmadı, gitti Niyazi Hoca’dan ebru sanatını öğrendi. Marangozluğu vardı ya, kocaman tekneler inşa etti, o güne kadar görülmemiş ebatlarda ebrular yaptı.”
Sonraki Yazı

Plastik Ruh Bebek
“Bu albümü pandeminin şerrinden Beatles’a sığındığımız bir hafta sonu grup arkadaşım Mehmet Kemal Ülkenciler ile tasarladık. Konseptimize göre, Beatles’ın ‘62’den ‘70’e kadar yayınladığı işlere kronolojik bir sırayla göndermeler yapan bir albüm kaydedecektik...”