Hüseyin Sîret’in sürgünlüğü:
Güney Afrika Savaşı’ndan Adıyaman sokaklarına
“Paris’ten yazılan Adıyaman izlenimleri yalnızca Adıyaman’a dair bir şey söylemez, bir muhalifin II. Abdülhamid’in başarısızlıklarına dair imalarını da içerir. Adıyaman’a bu mektuplarda köy ya da kasaba olarak atıfta bulunulur. Sîret, mektupları köylülerin sefaletle örtülmüş manzarasına bakarak kanlı gözyaşlarıyla yazılmış metinler olarak sunar.”

1900’lerin başında Adıyaman, Hüseyin Sîret (kolaj)
Adıyaman Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Sümer’in 6 Şubat depreminin öncesinde bitirdiği ama nisan ayında basılan Şair Taşrada: Hüseyin Sîret’in Adıyaman Sürgünü kitabı, şimdi büyük hasar görmüş bir şehrin 20. yüzyıl başındaki hâlinin Servet-i Fünun şairlerinden Hüseyin Sîret tarafından nasıl alımlandığını tartışmaya açıyor. Daha çok duygu hallerini anlatan şiirleriyle tanınan bir şairin o zamanlar Hısnımansur adıyla bilinen Adıyaman’a sürülmesi ve sürgünlük haliyle şehir tecrübesinin iç içe geçmesi başlı başına ilginç olmakla birlikte, Mehmet Sümer bu olayın –yerel, milli ve küresel düzlemleri olan– karmaşasını dönemin dergileri ve arşiv belgelerinden yararlanarak derinlemesine sunuyor. Böylelikle Adıyaman, İstanbul, Güney Afrika, Mersin, İskenderiye, Kahire, Korfu ve Paris’ten oluşan coğrafi ağın içerisindeki olayların değişen derecelerde etkilediği Hüseyin Sîret’in hayatıyla Adıyaman’ın 120 yıl önceki halinin kesişiminde bir dünyaya açılıyoruz.
11 Ekim 1899-31 Mayıs 1902 tarihleri arasında Güney Afrika’da Hollanda kökenli Boerler ile Büyük Britanya arasında gerçekleşen savaş esnasında II. Abdülhamid karşıtı bir grubun İngiliz Elçiliği’ne giderek teslim ettikleri ve savaşta onların zaferini temenni ettikleri bir mektup, İstanbul’daki siyasi ve edebi ortamı dalgalandıracak ve bu mektubun imzacılarından Hüseyin Sîret’in sürgün sürecini başlatacaktır. Hüseyin Sîret ile birlikte Ali Galib Bey, Avlonyalı İsmail Kemal, İsmail Safa, Ubeydullah Efendi, Zehavizade Cemil Sıdkı, Abdülhamid Zehravi’nin öncüleri olduğu bir grup 20 Kasım 1899’da İngiliz Elçiliği’ne gidip temennilerini içeren mektubu iletirler.

Söz konusu Osmanlı bürokrat ve aydınları, iki sömürgeci güç arasında Güney Afrika’daki elmas madenleri üzerinde egemenlik kurmak amacıyla gerçekleştirilen savaşta sömürgeci güçlerden birinin tarafında yer almayı seçmişlerdir. II. Abdülhamid karşıtı bu kişiler, İngilizlere mesafeli, Almanlara yakın olan sultanın otoritesini sarsarak meşrutiyeti yeniden ilan ettirmek için İngilizlerin desteğinin önemli olduğunu düşünerek bir sömürge savaşında taraf olmakta beis görmemiştir. Bu girişimin her aşaması, kolonyal olanla emperyal olanın, egemenlik kuranla egemenliğe direnenin iç içe geçtiği gerilimli bir iklimde gerçekleşir.
İkisi de Servet-i Fünun mensubu olan (Peyami Safa’nın babası) İsmail Safa’nın yazdığı, Hüseyin Sîret’in tashih ettiği mektupta İngilizler, hürriyet ve adalet için mücadele eden ve medeniyetin ana hattı olarak görülmesi gereken bir devlet olarak tanımlanır. Özellikle İngilizlerin Osmanlıların haklarını ve bağımsızlığını korumak için gösterdiği çabalar takdir edilirken Afrika kuzey kısımları “münevver” [aydınlık] iken geri kalan kısımları “zalâm-ı cehl ve bedavet” (s. 29) [cehalet ve bedeviliğin karanlığı] içinde yuvarlanan bir kıta olarak tasavvur edilir. Aydınlık ve karanlık karşıtlığı bir kere varsayıldığında iki sömürgeci güç arasındaki fark da bunun üzerinden tesis edilir. Mektuba göre Boerler insan ticaretiyle uğraşırken, İngilizler ise tasallut altındaki “zenci” kabilelerine ve binlerce Müslüman’a hürriyet ve adalet getirecektir. Bu koşullarda Osmanlı gençleri adına İngiltere’yi desteklediklerini belirterek hürriyet ve adalet nurunun bütün âleme yayılacağına inandıklarını vurgularlar.
Kendi içinde bulundukları siyasi karanlığı sarsmak için Güney Afrika üzerindeki sömürge savaşını karanlıkla aydınlığın savaşı addeden bu söylemin bir benzerine Hüseyin Sîret’in Adıyaman izlenimlerinde de rastlayacağız. Mektubun elçiliğe teslimi diplomatik ve siyasi bir skandala yol açar ve II. Abdülhamid yönetimi, çoğu aynı zamanda devlet memuru olan imzacılarla ilgili soruşturmalar açar. Tabii onlar, yukarıda gösterdiğim söylemden çok Osmanlı gençleriyle İngiltere Elçiliği arasında kurulan bağdan, mektubun ardındaki dolaylı destek talebinden rahatsızdırlar. Zira II. Abdülhamid yönetimi de bu savaşta Büyük Britanya’yı desteklemiştir. (s. 32) Ancak bu mektubu kendisine zarar verecek, resmî yolların dışında Osmanlı muhalefetiyle İngiltere arasında bir bağ oluşturacak bir vesile olarak görmektedirler.
Soruşturmaların sonucunda mektubun hazırlanmasında önemli rol oynayanlar sürülürken Hüseyin Sîret de 22 Şubat 1900 tarihinde Adıyaman’a gönderilir. Durum resmî söylemde sürgün olarak tanımlanmaz, görünüşte Hüseyin Sîret Adıyaman’a tahrirat kâtibi olarak atanmıştır. Vapurla Samsun’a, oradan da karayoluyla Elazığ’a giden Hüseyin Sîret, sonrasında Malatya’ya ve o dönemde Malatya’nın kazası olup Hısnımansur adıyla bilinen Adıyaman’a geçer. Bu esnada jandarmalar ona eşlik etmektedir.
8 Ekim 1901’de sürgün yerinden kaçıp yurtdışına gidene kadar Hüseyin Sîret, Adıyaman’da 1,5 yıl geçirir. Şair Taşrada’ya zemin oluşturan “Anadolu Mektupları” adıyla yayımlanan beş mektup ise bu sefer başka bir sürgünde, Paris’te yazılır. Osmanlı muhalefetinin yayın organları olan Osmanlı ve Şura-yı Ümmet gazetelerinde 15 Mayıs 1902-23 Eylül 1903 tarihleri arasında bu mektupları yayımlayan Hüseyin Sîret, Paris’te muhalefetin önde gelen sözcülerinden biri olarak ikamet etmektedir.

Şair Taşrada:
Hüseyin Sîret'in Adıyaman Sürgünü
Kriter Basın Yayın Dağıtım
Nisan 2023
116 s.
Hüseyin Sîret’in edebi ve entelektüel yanlarıyla siyasi kariyeri, edebiyat tarihinde pek incelikle ele alınmayan bir giriftliği barındırır. Servet-i Fünun dergisi etrafında yazarlar yaygınlıkla apolitik addedilirken, Hüseyin Sîret örneğinde hassas ve hisli iç âlemlerin şiiriyle politik muhalefet iç içe geçmektedir. Üstelik derginin diğer mensuplarında da buna benzer durumlar söz konusudur. Bu edebiyatın içselliğini II. Abdülhamid döneminin baskı ortamında edebiyatçının iç(in)e kapanmasına yoran kolaycı yaklaşım, yazarı kurbanlaştırarak pasifize eden bir söylemi benimsemektedir. Halbuki Hüseyin Sîret ve diğer örnekler, içselliğin edebi temsiliyle politik muhalefetin yan yana barınabildiği daha karmaşık durumlar sunmaktadır. Mehmet Sümer, Hüseyin Sîret’in eylemlerinin ve şartlarının karmaşasını oluşturan verileri özenle sunarken, analiz söz konusu olduğunda mektubun yazılışında ya da diğer politik eylemlerde Hüseyin Sîret’in rolünü ikincilleştirip edebiyatla siyaset arasındaki gerilimli ilişkiyi pek sorunsallaştırmamaktadır. Yine de mevcut literatürün eksiklerine işaret edip döneme ve olaya dair bilgilerimizi yeni kaynaklarla genişleten bu çalışmanın açtığı ufuk, edebiyat ve siyaset ilişkisini daha derinlemesine düşünmeye yönelik bir çağrıyı da barındırmaktadır.
Hüseyin Sîret’in Adıyaman tecrübesi de yukarıda sözünü ettiğim edebi ve siyasi koşullar aracılığıyla şekillenir. Paris’ten yazılan Adıyaman izlenimleri yalnızca Adıyaman’a dair bir şey söylemez, bir muhalifin II. Abdülhamid’in başarısızlıklarına dair imalarını da içerir. Adıyaman’a bu mektuplarda köy ya da kasaba olarak atıfta bulunulur. Sîret, mektupları köylülerin sefaletle örtülmüş manzarasına bakarak kanlı gözyaşlarıyla yazılmış metinler olarak sunar. (s. 43) Adıyaman, lağımları açık sokakları, kötü kokuları ve çok yaygın olan bulaşıcı bir göz hastalığıyla (trahom) anlatılır. İstanbul’da yöneticiler kör kalmayı hak ederken burada bebekler kör olmaktadır ve kendisini İstanbul’daki kör olası yöneticilerin hışmıyla bu “körler memleketi”ne sürülmüş çıplak ve kırılgan bir fidan olarak telakki eder. Her ne kadar bulunduğu yer “kaza” olsa da, bu kazaya sürülüşünü Hüseyin Sîret “ecel-i kaza”, kazara ölüm addeder.
Hüseyin Sîret’in Adıyaman söylemi bu türden karşılaştırmalar ve mecazlarla üretilir. Adıyaman yokluklar, eksikliklerle donatılırken sürekli İstanbul’la karşılaştırılır ama bu İstanbul özleminden çok oradaki siyasal ortamla buradaki hayat şartları arasında bağ kurmak içindir. Adıyaman’daki yokluk, İstanbul’daki yönetimin yok ediciliğine geçişi mümkün kılan bir vesiledir.
Bu söylemin doğası gereği Adıyaman’daki devlet memurlarının yozlaşmışlığı, ataleti, işe yaramazlığı sürekli gündeme getirilir. Ne Adıyaman halkı medeni bir hayat sürebilmekte ne de orada devlet işlemektedir. Nitekim Adıyamanlılarla da, memurlarla da ilişki kurmaz, kırlarda bayırlarda dolaşır, evine eşya almaz, misafir kabul etmez. Hüseyin Sîret’in bu karşıtlığı aşıp Adıyaman ile sosyal bir ilişki kurabilmesi ancak Ramazan ayında mümkün olur. Şehrin bu aydaki canlılığı sayesinde kendisini ilk defa olarak o topluluğun parçası hisseder. Dinin birleştiriciliğini ifade ederken benimsediği söylem de yine karanlık/aydınlık karşıtlığı üzerine kuruludur:
“Birdenbire kasabanın kalb-i sükûnpenahından [sakinliğin koruyucu olan kalbinden] koparak kubbe-i asumana [gökkubbeye] yüksele yüksele nücumu [yıldızları] titreten bir nida-yı ehadiyet [birlik, teklik sesi] işitildi. Ezan!..
Bir saniye içinde derin derin uyuyan kasaba hemen uyandı. Dağlar, taşlar, bütün Allahü Ekber!.. Allahü Ekber!.. diye inliyordu. Kadınlar, çocuklar hepsi evlerin damlarına çıktılar. On bir aydan beri mahkûm-ı zulmet [karanlığın mahkûmu] olan gözleri kandillerin ziyalarıyla [ışıklarıyla] istinâre ederek [nurlanarak, ışıklanarak] masum ruhlarını ısıtıyordu. Erkekler ellerinde fenerler akın akın teravih namazını kılmaya gidiyorlardı. Ah bu ibadet! Kulub-ı Müslimînin [Müslümanların kalplerinin] ne büyük teselli-i uhrevisidir.” (s. 88)

Sîret
Ezan ve ibadet, mekânla insanları, canlılarla cansızları, Adıyaman’la Hüseyin Sîret’i bir araya getirir, toplar ve uhrevi bir terkip oluşturur. Gündelik hayatın sıradan karanlığının aydınlandığı istisnai anlardır bunlar. Hüseyin Sîret için norm olan ise Adıyaman’ı vesile kılarak ülkenin çarpıklığına işaret etmektir. Buralarda Hüseyin Sîret’in söyleminde şarkiyatçı tonlar da belirginleşir. Yoksulluk ve yoksunluğa dair eleştiriler Şark’a dair özcü tasavvurlarla iç içe geçer. Adıyaman’ın sokaklarını gören bir “ecnebi seyyah” o ülkedeki yönetimin niteliğini de hemen kavrayacaktır. Yabancı bir turistin gözüyle özdeşleşen Hüseyin Sîret şu sözü hatırlatır: “Sokakları gayr-i müstakim olan bir şehrin hükûmeti de gayr-i müstakimdir.” (s. 86) Belirli bir şehir planlaması ve düzen fikrini norm belleyen yazar, ideal geometrisine uymayan bir sokak yapısını iktidar ve zihniyet eleştirisine vesile kılarken, kendi normunu da tahkim eder:
“İnsanın eşya-yı hariciye [dış nesneler] ile daimi bir münasebet ve irtibat-ı hafisi [gizli bağı] vardır. Bundan dolayıdır ki hükema-yı Garb [Batı felsefecileri] ‘insan muhitinin mahsulüdür’ diyor. Hakikat! Güzel çehreler, nazar-firib [göz alıcı] manzaralar, zarif ve müzeyyen [süslü] bahçeler kulûb-ı mukassiye [kasvetli kalplere] bir inşirah-ı ruhani [ruhsal bir ferahlık, açılma] verdiği gibi âli [yüksek] binaların, meabid-i insaniyet [insanlığın mabetleri] olan muazzam mekteplerin, mecma-ı ümmet [ümmetin toplandığı] kütüphanelerin, geniş ve muntazam hıyabanların [iki tarafı ağaçlı yolların] efkâr [fikirler] ve hissiyat üzerine tesir-i küllisi [bütüncül etkisi] olduğu kabil-i inkâr değildir [inkâr edilemez]. Gayr-i müstakim [düzgün olmayan], dolambaçlı sokaklardan sabah akşam gelip gitmeyi itiyad eden [alışkanlık edinen] akvam-ı Şarkiyenin [Doğu kavimlerinin] mesleklerinde [hayat yollarında] adem-i istikamet nümayandır [istikamet yokluğu gözlenir].” (s. 87)
Dolambaçlı yollara dayalı mekân tasavvurundan hayatta doğru yolu tutturamamaya, sürekli vaat ettiği yoldan sapmaya uzanan bu düşünce silsilesinde Adıyaman’ın sokakları ile idealleri ve hakikat uğruna dosdoğru yürüyen insanların ülkede azlığı birbirine bağlanır. Hatta Hüseyin Sîret, Avrupalıların sokakta dik yürürken “Şarklılar”ın başları öne eğik yürümesini de istibdat altında esir oluşlarına bağlar. Güney Afrika’daki elmas madenlerinden kaynaklanan sömürgeciler arası savaşta taraf tutan bir mektup, İstanbul’dan Adıyaman’a sürülmeye yol açarken Adıyaman’ın dolambaçlı sokakları da boyun eğişe, direnişe, dik duruşa, yoldan sapmalara açılır.
“Bâr-ı giran-ı esaret [esaretin ağır yükü] altında ezilen bir kavim o kadar alçalır ki, bayağı onunla [zeminle] ünsiyet kesb eder [yakınlık kurar]. Bunun içindir ki esaret boyunduruğu müstebidler [diktatörler] tarafından kolayca başlarına takılır. Bizde Midhat Paşa, Kemal Bey gibi huzur-ı zalemede [zalimlerin huzurunda] eğilmek bilmeyen âli cephelere [yüce alınlara] pek nadir tesadüf olunur. Sokakları gayr-i müstakim bir halkın meslekleri de gayr-i müstakimdir.” (s. 87)

Önceki Yazı

Hayvan Bakışı sergisi üzerine Ece Nada ile söyleşi:
“Kibirli antroposentrizmden kurtulabilmek…”
“İnsan olmayanlar araçsal olarak varlar ve özne olarak değerlendirilen ise yalnızca insan. Bu mekanizma ancak insanın ideal ve en mühim olan canlı türü olarak görülmemeye başlamasıyla, bütüncül ve birlikte varolan, birbirinin varoluşuna saygı duyan, birbirinin varolma ve sömürülmeme hakkını tanıyan bir bakış açısına geçmekle duracak ya da değişecek.”
Sonraki Yazı

Julián Fuks:
“Siyasetin kişisel olduğu, kolektifin mahrem sayıldığı bir edebiyata inanıyorum.”
“Öz kurmacanın, pek çok okurun romanlara karşı geliştirdiği ve pek çok yazarın da mustarip olduğu belli bir güvensizliği kırdığını, inandırıcılık probleminin aşılmasına yardımcı olduğunu hissediyorum. Ben de onlardan biriyim, olay örgüsü icat etme konusunda pek yetenekli değilim, samimiyete belki biraz fazla sıkı sıkıya bağlıyım.”