Hukuk, siyaset, etik ve adalet bütünleşmesi: Bir Sisifos söyleni?
“Siyasal liberalizmin savunduğu adalet anlayışına varılabilmesi için insanın mükemmel olması gerekmez; fakat adil bir toplum düzenini sağlayabilmek için öncelikle adaletin var olabileceği inancına ihtiyaç vardır. Kavala davası, kitaptaki tüm verilerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, bu umudu söndüren bir süreç.”

Ateş Alpar’ın "Osman Kavala aramızda dolaşıyor" adlı performansından, Kasım 2022.
Hukukla politika arasında bir gerilimin yaşandığı bir dönemin içindeyiz; “siyasi davalar” üreterek, hukukun iktidar tarafından bir baskı/sindirme unsuru olarak araçsallaştırıldığı bir dönem. Ayşe Buğra ile Asena Günal tarafından derlenen ve İletişim Yayınları’ndan Ocak 2025’te yayınlanan Bir Dava Hikâyesi: Osman Kavala’nın Yedi Yılı başlıklı çalışma bu dönemin en çarpıcı örneklerinden birine odaklanmakta. Önsöz’de Ayşe Buğra’nın zikrettiği gibi, “… suç işlemiş olduğuna dair herhangi bir kanıt gösterilmeden tutuklanmış, hüküm giymiş ve kesintisiz yedi sene boyunca cezaevinde yaşamış bir insanın hayatının yedi senesinin hikâyesi” (s. 7) bu; kendisi hâlâ cezaevinde olan…

Derleyenler: Ayşe Buğra, Asena Günal
İletişim Yayınları
Ocak 2025
271 s.
Bu kitap fikri, Sunuş’u kaleme alan Ertuğrul Günay’ın Silivri ziyaretlerindeki söyleşilerinde –biraz da ısrarlı önerileriyle– ortaya çıkmış. (s. 14) Çalışmada Osman Kavala’ya yönelik suçlamaların ve tutuklamaların bir özeti (s. 17-20); Osman Kavala’yla yıllar içinde Şirin Payzın, Murat Sabuncu, İrfan Aktan, Express, Mahmut Hamsici, Aslı Uluşahin, Beril Eski, Hikmet Adal, Pen Norveç, Ayşe Sayın, Barış Terkoğlu, Işıl Cinmen, Deutche Welle tarafından yapılan çeşitli söyleşiler, (s. 22-127) Ayşe Buğra ile yapılmış mülakatlar (s. 129-158) ve dört makale yer alıyor. Söyleşilerde sorular ve cevaplar şu başlıklar altında toplanmış: Yargı sürecinin aşamaları, iddialar; Soros/Sorosçuluk, fonlar; Gezi neydi?; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) ve Avrupa Konseyi; sivil toplum faaliyetleri: kültür alanında çalışma, deprem ve sivil toplum, sivil toplum ve demokrasi; hapsedilmek/hapishanede hayat; kitaplar; siyasi davalar, tarihten dersler; dünyanın hali.
Osman Kavala’nın bu konularda yayınlanmış üç yazısı da ilgili bölümlerin sonlarına eklenmiş. Kitapta yer alan makalelerin ilki Gökçer Tahincioğlu’nun “45 Soruda Kavala ve Gezi Davası” başlıklı bilgilendirme çalışması. 10 küsur senedir ortada yeni bir iddia yokken defalarca aynı suçlamaların yargılama konusu yapıldığı Kavala ve Gezi davasının “Kafkaesk”leşen havasını net bir şekilde anlatan bir yazı bu. Prof. Köksal Bayraktar’ın “Hükümete Karşı Suç” (s. 183-196) ve Türkiye’nin AİHM’deki eski yargıçlarından Rıza Türmen’in “AHİM Kararları Nasıl Uygulanmaz: Osman Kavala Davası” (s. 219-235) başlıklı makaleleri, sürecin hukuk ve adaletle bağdaşmayan niteliğini ortaya koyuyor. Kitapta ayrıca davayı başından itibaren takip etmiş olan Avukat Deniz Tolga Aytöre’nin 8 Ocak 2024 tarihinde Merdan Yanardağ’ın Tele 1’deki Beşinci Boyut adlı programında anlattıkları (s. 197-218) ve Osman Kavala’nın ödül mesajları (s. 237-249) ile basın açıklamaları (s. 251-271) da yer almakta.
Amerikalı hukuk ve siyaset felsefecisi John Rawls, (1921-2002) 1999’ta yayınladığı The Law of Peoples (Halkların Yasası ve “Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması) adlı çalışmasında kamusal siyasal alanın üç bölümden oluştuğunu belirtir: (i) yargıçların, özellikle de yüksek mahkeme yargıçlarının kararları ve gerekçeleri; (ii) devlet yetkililerinin, özellikle de yasama ve yürütmede yüksek makam sahibi kişilerin söylem ve eylemleri; (iii) seçim kampanyalarından başlayarak siyasal pozisyonlara aday kişilerin beyanları. (s. 145-146) Bu şekilde tanımlanmış kamusal siyasal alan içerisinde Rawls kamusal akıl kavramını ve idealini ortaya koyar. Kamusal akıl düşüncesinin içeriğini liberal siyasal adalet anlayışlarının belirlediği idealler, ilkeler ve değerler oluşturur. Ancak halihazırda Türkiye kamusal siyasal alanında hukukun üstünlüğünün gözetildiğini iddia etmek zor. Misal olarak yargıçların, özellikle de yüksek mahkeme yargıçlarının önündeki dosyalarda, Kavala’nın da ifade ettiği gibi, “yeni delillerin ortaya çık(ması söz konusu) olmadıkça, bir örtbas söz konusu değilse, yıllar öncesine dönüp suç aramak yargılamanın doğal akışına aykırıdır, tehlikeli bir uygulamadır. Yargı süreçlerini siyasal manipülasyona ve şantaja açık hale getirir. (…) Hiçbir somut şiddet olayıyla ilişkilenmeyen ifadelerde suç aranması, olayı daha da vahim bir hale getirmektedir.” (s. 26) Durum hukuk açısından devlet yetkililerinin, özellikle de yasama ve yürütmede yüksek makam sahibi kişilerin söylemleri bakımından da sorunlu. Kavala’nın bir söyleşisindeki değerlendirmeleri bu duruma örnek teşkil etmekte:
Eğer Cumhurbaşkanı’nın beraat kararını bir manevra olarak niteleyen demeci olmasaydı, bu karar yargıda onarıcı bir etki yaratabilirdi (…) Gezi protestoları sırasında başbakan olan Sayın Erdoğan olayların arkasında faiz lobisi olduğunu söylemişti. Bu sözleri yüksek faizlerden çıkarı olanların protestoculara destek vererek faizlerin düşmesini engelleme çabası olarak anlaşılabilir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu söylem değişti; Gezi olaylarının hükümeti devirmeye yönelik bir dış komplo olduğu iddiası AKP çevrelerinde yaygınlık kazandı. Cumhurbaşkanı da bu komplo teorisine angaje oldu (s. 29)
Bu koşullarda Türkiye kamusal siyasal alanı içerisinde Rawls’un kamusal akıl kavramını ve idealini uygulamanın neredeyse imkânsız olduğu ne yazık ki aşikâr.
Toplumdaki felsefi, ahlaki, dinî, siyasi çeşitliliğin herhangi bir kapsamlı öğreti temelinde anlaşabilmeyi imkânsızlaştırdığı bir vakıa. Öte yandan, toplumu hakikati ve doğruyu sadece kendisinin temsil ettiği iddia edilen bir kapsamlı doktrin ışığında düzenlemeye çalışmanın sakıncaları da ortada. John Rawls 1993 tarihli Political Liberalism (Siyasal Liberalizm, 2007) adlı çalışmasında, bir kapsamlı doktrinin toplumun yönetimini temelinden belirleme isteğinin, “makul çoğulculuk” (fact of reasonable pluralism) olgusunu reddederek farklılıkların ancak cehalet, sapkınlık, zayıflık, kötü niyet ya da kişisel çıkardan kaynaklandığını ileri sürer. (s. 81) Kavala bu saptamayı tarihteki engizisyon mahkemeleriyle örnekliyor:
Avrupa’da Ortaçağ’da din görevlilerinin suiistimallerinden, insanların hayatlarına daha fazla müdahale edilmesinden dolayı kilisenin koyduğu otoriter kurallara karşı çıkan akımlar, birbirlerinden bağımsız ve çok farklı olmalarına rağmen Katolik kilisesini çökertmek için şeytanla işbirliği içinde hazırlanmış büyük bir komplonun yürütücüleri olarak ilan edilmişler. Bu komplo teorisini benimseyen engizisyon mahkemelerinin görevi kendilerini gizleyen suçluları ortaya çıkartmak, cezalandırmak haline gelmiş. Bu yeni tür mahkemeler aracılığıyla sapkınlıklara ilişkin şüphenin canlı tutulması, kilisenin uygulamalarına karşı çıkanların komplonun parçası oldukları suçlaması, yeni kurulan düzeni meşrulaştırmak, otoriteye karşı direnişi bastırmak işlevini görmüş. (s. 45)
Yalnızca bu örnekteki İspanya’da o dönemde oluşturulmakta olan merkezî devletin baskın din kurumuyla yardımlaşarak yeni düzeni değil, bir toplumun yönetimini temelinden belirleme arzusunun beraberinde kaçınılmaz olarak gelen baskı olgusu (fact of oppression) da böylelikle meşrulaştırılmış olur. Bu hususlarda toplumdaki tepkiler de belirleyicidir. Kavala bu durumu da şöyle ifade ediyor:
Beğenmediğiniz düşünceleri savunan yurttaşların maruz kaldığı hukuksuzluklara sessiz kalınması akılcı bir davranış değil. Böyle bir tutum modern hukuk normlarının ve bununla ilgili etik değerlerin içselleştirilmesine engel oluyor, hukuksuzlukların meşrulaştırılmasına hizmet ediyor. Daha yaygın olan davranış, ‘Bizde yargı mı var?’ tavrıyla hak ihlallerinin normal karşılanması. Bu daha tehlikeli; zira bir gerçeklikten besleniyor ve bu gerçeklik halinin devam etmesinin şartlarını oluşturuyor. (s. 39)
Oysa Rawls eşit ve özgür, aynı zamanda akılcı kişilerin, hakkaniyet içeren bir durumda toplumun temel yapısını düzenleyecek adalet ilkeleri üzerinde anlaşabileceklerini düşünür. Siyasal liberalizmin savunduğu adalet anlayışına varılabilmesi için insanın mükemmel olması gerekmez; fakat adil bir toplum düzenini sağlayabilmek için öncelikle adaletin var olabileceği inancına ihtiyaç vardır. Kavala davası, kitaptaki tüm verilerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, bu umudu söndüren bir süreç. Türkiye’de genel ahlaki ve hukuki kurallardan çok, güçlü bir otorite veya merkez dolayımıyla, normlardan çok, idealler yoluyla bütünleşme eğilimi var. Oysa demokrasiyi bir yandan kural haline getirmek, diğer yandan da hukuki kılmak için devletin müdahale alanını hukuka ve asgari manada da olsa bir adalet prensibine bağlamak zorundayız.

Hukuk ile ahlak arasındaki ilişki hukuk felsefesi çerçevesinde en dikenli meselelerden biri. Hukuk yaptırım gücüyle desteklenen bir sosyal kontrol biçimi; neyin yapılabileceğini, neyin yapılamayacağını tanımlıyor. Ahlakın konusu ise ‘yanlış’ ve ‘doğru’ arasındaki fark; salık verdiği, ne yapılmalı, ne yapılmamalı. Dahası, hukukun sosyal bir vaka olarak nesnel bir karakteri var. Ahlak ise daha öznel, kişisel bir değer. Gerçi çekirdekleri Platon’a kadar uzanan doğal hukuk kuramları hukukun köklerinin bir tür ahlaki sistem içinde olduğu ya da olması gerektiğini ileri sürmekte. Erken modern dönemde genellikle bu tür kuramların temeli, Tanrı’nın verdiği ‘doğal haklar’dı, doğal haklar yeniden gündeme oturdu; bu kez aradaki bağıntı insan hakları ya da bireysel özgürlükler düşüncesiyle ilişkilendirilmekte. Ancak 19. yüzyılda yükselen ‘pozitif hukuk bilimi’ hukukla ahlak arasındaki ilişkiye çok farklı bir bakış getirdi. Amacı hukuk anlayışını ahlaki, dinî, mistik farzlardan ari kılmaktı. John Austin ‘hukuki pozitivizm’ kuramını geliştirdi. Bu kuram çerçevesinde hukuk daha yüksek ahlaki ya da dinî ilkelere uygunluk terimleriyle değil, kurulmuş/düzenlenmiş ve icra edilen bir vaka olması terimleriyle tanımlanmaktaydı: Hukuk tabi olunduğu için hukuktur (the law is the law because it is obeyed).
Bu yaklaşım 1961’de İngiliz hukuk felsefecisi H.L.A. Hart’ın yayınladığı The Concept of Law’da rafine edilmiş halini buldu. Hart hukukun gövdesinin her biri farklı işlevleri haiz ‘asli’ ve ‘tali’ kuralların ahenginden oluştuğunu ileri sürdü. Hart’a göre asli kurallar sosyal davranışı düzenler ve hukuk sisteminin “muhtevası/içeriği/özü” olarak düşünülebilir; örneğin ceza hukuku, medeni hukuk kuralları bu türdür. Tali kurallar ise devletin kurumlarına yetki tevdi eden kurallardır. Asli kuralların nasıl yapılacağını, uygulanacağını ve yaptırıma bağlanacağını, kısacası onların usulünü düzenlerler. Demokratik yapılarda geçerli olan bu çerçevede totaliter rejimler hukuk kisvesi altında da hukuksuzluk yaratabilirler. Kavala kendisine yönelik süreci bu bağlamda şöyle değerlendiriyor:
Casusluk suçlamasıyla tutuklanmam ve arkasından 15 Temmuz darbe girişimine katılma iddiasıyla birlikte bu suçlamayı içeren ikinci iddianame bana Nazi dönemi uygulamalarını düşündürdü. Duruşmada da söylemiştim, Nazi Almanyası’nda ceza yasasında yapılan değişiklikle ‘yasasız suç olmaz’ ilkesi lağvedilmişti. Halkın sağlıklı vicdanına, yani halkı temsil eden Nazilerin bakış açısına göre cezalandırılmayı hak eden kişinin eylemleri yasadaki suç tanımlarına uymasa da, o kişinin suçlamalara en yakın yasaya göre cezalandırılması bir yükümlülük haline getirilmişti. Hitler prensiplerine göre yargıçların temel görevi bireylerin haklarını değil, bir cemaat olarak tarif edilen milletin bekasını korumak olmalıydı. Böylelikle yasaların keyfi kullanımının önü açıldı. Bizim ceza yasalarımızda bu tür bir değişiklik yapılmamış olmasına rağmen, bizim davamızda da savcı aynı davranışı gösterdi. Beni hedef alan Sorosçuluk ithamlarına en yakın suçun casusluk olduğunu düşünerek, meşru sivil toplum faaliyetlerimi suç haline getirebilmek için yasalarda tanımlanmış olanın dışında bir casusluk suçu kurgulandı. (s. 106)
Sonuç itibariyle hukuk, bireyin özerkliğine saygıdan ayrılması mümkün olmayan bir içsel ahlaki değer de taşımalıdır; bu değer ancak bireyin politik özerkliğiyle gerçekleşebilir. Diğer bir deyişle, hukukun kaynağı demokratik politik usul ve süreçlerde yatar ve bu anlamda ancak hukuk-etik-politika beraberliği üzerinden düşünülebilir. Prosedürler hukuki ve siyasi çatışmalara elverişli cevabı sağladıkları için değil, uyuşmazlıkların adilane ve tarafsız, yani objektif olarak çözülmesini sağladıkları için savunulurlar. Ne yazık ki halihazırda olmayan, başta Kavala davası olmak üzere özellikle son on küsur yıllık süreçte yok edilmiş durum bu; “hukukun tarafsızlığı” ilkesini bir mit haline getiren...
Kavala davasının kitaplaştırılması bu bakımlardan çok anlamlı ve önemli.
Önceki Yazı

21. Yüzyılın İstanbul'unda Rumlar:
“Ümit hiçbir zaman kesilmez.”
21. Yüzyılın İstanbul'unda Rumlar adlı iki ciltlik sözlü tarih çalışmasını gerçekleştiren Kornilia Çevik Bayvertyan: “Ben ‘biz varız’ı göstermek istedim bu kitaplarla. Ama bir bitişi de yaşadığımız muhakkak.”
Sonraki Yazı

Bugünleri anlamak için de…
“İki ayrı suçtan tutuklanıp bunlardan birinden tutuklandıktan yaklaşık iki yıl sonra mahkeme kararıyla tahliye edilen; dört ay sonra da ikinci suçtan beraatine karar verilen sanığın tam tahliye edilmek üzereyken dört ay önce mahkemenin re’sen verdiği kararla tahliye edildiği birinci suçlamadan yeniden tutuklanmasını; bunun bir ay sonrasında bu kez üçüncü bir suç nedeniyle tutuklanmasına karar verilmesini ve mahkemenin daha önce re’sen tahliye kararı verip sonra da yeniden tutuklama kararı verdiği suçla ilgili tutuklama kararını ikinci kez kaldırmasını; bundan iki yıl sonra da sanığın daha önce beraat ettiği suçtan mahkûm olmasını, ama iki yıl cezaevinde kalmasına neden olan üçüncü suçtan beraat etmesini hukuki mevzuat dahilinde tartışmak mümkün mü?”