Hikâye İstanbul’da geçiyor...
Meşher'deki “Hikâye İstanbul’da Geçiyor” isimli serginin konusu, Batı edebiyatındaki kurmaca İstanbul kitapları. Kitaplara ve elyazmalarına eserlerin Türkçe çevirileri, film afişleri, filmlerden sahneler ve gazete haberleri eşlik ediyor...

Vehbi Koç Vakfı’nın 2019 yılında Beyoğlu’nda açtığı sergi alanı Meşher, 23 Ocak 2025’te “Hikâye İstanbul’da Geçiyor” isimli yeni sergisini yaklaşık dört aylık aradan sonra izleyiciye sundu. Serginin ana konusu Batı edebiyatında yer alan kurmaca İstanbul kitapları. Ömer Koç koleksiyonunu merkeze alan bu sergide elyazmaları, ilk basımlar, yazar imzalı, ithaflı kitaplar da bulunmakta.

Küratörlüğünü Şeyda Çetin ve Ebru Esra Satıcı’nın üstlendiği sergiye kitapların yol gösterdiği farklı malzemeler de eklenmiş: Eserlerin Türkçe çevirileri, eserler filme uyarlandıysa film afişleri, filmlerden sahneler, bu eserlerin döneminde aldığı tepkilerin yer aldığı gazete haberleri, eserlerde yer alan haritalar, resimler, ilişkili çeşitli objeler, yazarlara ait nesneler gibi malzeme çeşitliliği bulunuyor sergide.
Kitaplar belirli temalarla gruplandırılarak izleyiciye sunulmuş. Gerilim, casusluk, İstanbul izlenimleri, kurmacayla harmanlanmış yarı-otobiyografik eserler, şiir kitapları, tarihî romanlar, romantizm temalı eserler gibi pek çok farklı türde kitaplar var.

Sergi üzerinden çeşitli okumalar yapılabilir. Ben bu yazıda sergideki eserlerden yola çıkarak İstanbul’un sosyal tarihine dair neler öğrenebiliriz, bundan bahsetmek istiyorum.
Serginin birinci katında, Fransız elçisine sekreterlik yapmış, on yıl kadar İstanbul’da yaşamış Eduard de la Croix’nın 1688 yılında, müstear ismi olan Du Vignau ismini kullanarak yayımladığı “Le Secretaire Turk” (“Türk Kâtip”) kitabı, Osmanlı’da kullanılan sembolik dil hakkında bilgiler verir. Literatürde “lisan-ı ezhâr” olarak geçen bu sembolik dil özellikle romantik ilişkilerde sessizce iletişim kurmak amacıyla kullanılır. Çiçekler, bitkiler ve renkler kullanılarak iletişim kurulan bu dilde hangi nesnenin ne anlama geldiğini anlatan yazar, Fransızca metne Türkçe örnekler ekleyerek açıklar.[*]
Kitapta birine karanfil vermenin neyi ifade ettiğini anlattığı bölümden (1688, s. 13):
“Karanfil sen Kararung yok, ben seni tcoktan severem meyer benden haberung yok” örneğini vererek hemen ardından Fransızca olarak:
“Demek ki sen bir karanfilsin, eşi benzeri olmayan bir güzelliksin, uzun zamandır sana söylemeye cesaret edemeden seni seviyorum’ demek istiyor” der.

Türkçe olarak belirttiği metin türkülerde de yer alan bir manidir ve günümüze kadar gelebilmiştir.
Kitapta ayrıca haremdeki kadınların günlük rutinlerini hareme bizzat girmişçesine anlatır. Örneğin, Sultan 4. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Sultan’ın sabah rutininden bahseder. (s. 58) Harem literatürünün öncü eserlerinden biri olduğu söylenebilir.
Aynı katta, sol tarafta, daha çok şiir kitaplarının yer aldığı bölümde, Lady Montagu’nun (Mary Wortley Montagu) “Verses Written in the Chiask at Pera overlooking Constantinople” (“Pera’da Konstantinopolis’e Bakan Köşkten Yazılmış Mısralar”) isimli şiirinin yer aldığı derleme bir kitap sergileniyor. Montagu, eşi Edward Montagu’nun diplomatik görevi sebebiyle 1717-18 yılları arasında İstanbul’da yaşamıştır. Bu şiiri Beyoğlu’ndaki Britanya Başkonsolosluğu binasında hamileyken kaleme almıştır.
Şiirleri dışında Montagu’nun arkadaşlarına yazdığı mektuplar da ileriki yıllarda kitaplaştırılır. Reşat Ekrem Koçu dahil birçok çevirmen ve yayınevi tarafından Türkçeye çevrilir. Bu mektuplarda 18. yüzyıl Osmanlı kültürüne, gündelik yaşama dair deneyimlerini, gözlemlerini aktarır. Osmanlı’daki dine, hukuka, evlere, hamamlara, evliliğe ve hareme dair bilgiler verir. Kitapta yerel kıyafetlerle gezdiğini söyler ve bu kıyafetleri detaylıca tasvir eder. Sergide Montagu’nun Türk kıyafetleri giydiği bir suluboya portresine de yer verilmiş.

Montagu’nun kitaplaştırılan “Şark Mektupları” isimli mektuplarından 29 Mayıs 1717 tarihli olanında (2022, s. 83-84) mezarlıklar hakkında şöyle yazar:
“Buradaki mezarlıklar bütün şehirden daha geniş. Türkiye’deki mezarlıklar için bu kadar arazi kaybedilmesine şaşırıyorum. Birkaç mil büyüklüğünde mezarlıklar gördüm. Bunlar vaktiyle büyük bir şehirden sayılan, gayet küçük bir kasabanın ölülerini gömmek içinmiş. Bu büyük şehirden de şimdi bu hazin eserden başka bir şey kalmamış. Türklerde anıt değerinde olan bir taşa dokunmak bile âdet değil. Bunların içinde gayet pahalı, çok güzel mermerden yapılanları da var. Sıradan bir insan için yüksek bir taş dikiyorlar, ucuna da bir sarık yapılıyor. Sarıkların biçimi bir adamın mevkiini, sanatını gösteriyor. Bu tıpkı vaktiyle ölünün mezarına silâhların konulduğu zamanki etkiyi yapıyor. Bundan başka, taşın üzerine yaldızlı harflerle bir de kitabe yazılıyor. Kadınların mezarı süssüz bir sütundan ibaret fakat genç bir kıza ait olduğu zaman başına bir gül yapılıyor.”
Montagu mektuplardan birinde, isim vermez ama Du Vignau’dan sembolik dile dair örnekler paylaşır. Du Vignau’nun kitabını 18. yüzyılda Avrupa’ya tanıtanın Lady Montagu olduğu düşünülür.
Sergide tekrar sağa yöneldiğimizde karşımıza Jules Verne’in Kéraban-le-têtu (“İnatçı Keraban”) kitabı (1898) karşımıza çıkıyor. Hali vakti yerinde ama cimri bir tütün taciri olan Keraban Ağa, 1882’de bir Ramazan günü Hollanda’dan İstanbul’a gelen dostunu ve onun uşağını Üsküdar’da yemeğe davet eder. Tophane’den Üsküdar’a kayıkla geçmeleri gerekmektedir fakat Boğaz’ı geçmek için yeni bir vergi getirildiğini öğrenen Keraban Ağa bu vergiyi ödemeyi reddeder. Yarım fincan kahve fiyatı olan bu vergiyi ödemek yerine, Tophane’den başlayarak kara yoluyla Karadeniz’i boylu boyunca dolaşıp şehrin Anadolu yakasına geçmeyi tercih eder. Hollandalı misafiri ve onun uşağıyla beraber bu yolculuk sırasında çeşitli maceralar yaşarlar.

Kitapta, bu macera sırasında gezilen yerlerdeki idari yönetim biçimleri, kadın-erkek ilişkileri, âdetler de bolca yer alır. 1882 yılı Ramazan ayına dair bir tasvir şöyledir:
İstanbul, sihirli bir değnek dokunmuşçasına birdenbire değişti. Tophane Meydanı’nın sessizliği yerini keyifli haykırışlara, neşeli bir gürültüye bıraktı. Sigaralar, çubuklar, nargileler ateşlendi, havayı rayihalı bir duman kapladı. Kahveler, susamış ve acıkmış müşterilerle dolup taştı. Her çeşit kızartma, yoğurtlar, kaymaklar, kebaplar, fırından yeni çıkmış baklavalar, yaprak sarmalar, haşlanmış mısırlar, siyah zeytin fıçıları, havyarlar, tavuklu pilavlar, ballı tatlılar, şuruplar, şerbetler, kahveler, Şark dünyasında yenip içilen ne var ne yoksa hepsi dükkânların önündeki masalarda zuhur etti; bu sırada kahveciler, küçük gaz lambalarını yakıyorlardı.Sonra, eski şehir ve yeni semtleri âdeta sihirli bir şekilde aydınlandı. Ayasofya, Süleymaniye, Sultan Ahmed camileri, Sarayburnu’ndan Eyüp sırtlarına kadar, dinî ya da sivil bütün büyük binalar rengârenk ışıklarla taçlandı. Bir minareden diğerine uzanan mahyalarla, karanlık gökyüzünde Kuran’ın emirleri parlıyordu. Suyun üzerinde, dalgaların keyfine göre sallanan ışıklı kayıklar, gökkubbeden Boğaziçi’ne düşmüş yıldızlar gibi parlıyordu. Sahilde yükselen saraylar, Anadolu ve Rumeli kıyılarındaki yalılar, Üsküdar’da, eski Krizeopolis’te basamak basamak yükselen evler, sudaki akisleriyle birlikte yalnızca ışıktan çizgiler gibi görünüyordu.
Uzaktan duyulan tef, lavta, darbuka, rebap ve flüt sesleri akşam dualarına karışıyordu. Minarelerin tepesindeki müezzinler, şenlik içindeki şehrin üzerine yayılan ‘Allahü ekber’ sesleriyle müminleri akşam namazına çağırıyorlardı.”
Jules Verne’den tam karşıya geçtiğimizde, katın diğer köşesinde 1754 yılında basılan Abdeker ou l’Art de Conserver la Beauté (“Abdeker veya Güzelliği Koruma Sanatı”) kitabını görüyoruz. Bu kitap oldukça ilginç. Kurmaca bir kitap fakat sergi kataloğunda, Sultan II. Mehmed’in sarayındaki bir hekimin bıraktığı Arapça elyazmasından devşirildiği iddia edilen bir roman olduğu bilgisi yer alıyor.
Oldukça yetenekli Arap doktor Abdeker ülkesindeki başarısından sonra Türkiye’ye gelir. Fatih Sultan Mehmet ateşli bir hastalığa yakalanmıştır ve ölümle burun buruna gelmiştir. Sultana çare bulamayan doktorların geri çekilmesiyle Abdeker, sultana tanıtılır. İyileştirdiği sultan tarafından kurtarıcısı olarak görülen Abdeker, sarayın başhekimi unvanıyla ödüllendirilir ve harem kadınlarının sağlığından sorumlu olur.
Abdeker haremdeki cariyelerden Fatmé’ye âşık olur. Fatmé güzelliğini korumak ister, harem rekabetin bol olduğu bir yerdir. Abdeker güzellik reçeteleri, hijyen ve beslenme gibi birçok konuda Fatmé’ye bildiklerini aktarır, reçeteler sunar. Fatmé de Abdeker’e karşı hisler beslemeye başlar ve onun sayesinde haremde güç sahibi olur.
Sergi kataloğundan kitap hakkında bir alıntı (2025, s. 184):
Aslında, makyaj yoluyla değişim hakkında felsefi yorumlar içeren, kozmetik ve güzellik üzerine bir incelemedir. Abdeker, oryantalist klişelerin neredeyse tümünü sergiler, odağındaki güzellik ve sağlık konularıyla klasik harem anlatılarından ayrışır. Harem egzotizmi ile pratik reçetelerin harmanlandığı roman, orijinal yaklaşımıyla etkili bir metin haline gelir. Birçok kez yeniden basılır; İngilizce, Almanca, İtalyanca ve İspanyolcaya çevrilir.
Kitabın Türkçe çevirisi olmamakla birlikte, sergi için kitaptan bazı reçeteler Türkçeye çevrilmiş. Bunlardan “Yanakları Kırmızıya Boyamak İçin Bir Yağ Tarifi” (1754, s. 83) şöyle verilmiş:
On libre (4,5 kg) tatlı badem, bir ons (28,3 gram) kırmızı sandalağacı tozu ve bir ons karanfil alın. Hepsini bir havanda güzelce dövün, sonra dört ons beyaz şarap ve üç ons gülsuyu ekleyin. Kabı sekiz gün boyunca her gün sallayın, sonra tatlı badem yağı sıkar gibi yağını çıkarın. (Çeviri: Ayşen Gür)

Bir alt katta, en köşede, bizi müstear ismi Pierre Loti olan deniz subayı Julien Viaud’nun kurmacayla harmanlanmış yarı-otobiyografik romanı Aziyade karşılıyor. Loti 1876’da Selanik’te yaşlı bir beyin haremindeki Aziyade adlı genç kadınla tanışır. O yıl İstanbul’da tutkulu bir aşk yaşarlar. Bu ilişki sırasında İstanbul’daki gündelik yaşamı, bazen mimari yapıları da tasvir ettiği bir günlük tutar. Fransa’ya döndüğünde arkadaşları onun bu günlüğünü yayımlamaya teşvik ederler ve Aziyade anonim olarak 1879’da yayımlanır. Sergide Aziyade romanının eksiksiz elyazması, Azade ismiyle Osmanlı Türkçesi baskısı, ayrıca II. Abdülhamit’in Loti’ye hediye ettiği tütün tabakası da bulunuyor.
Doğrusu kitap okurken Loti’den (2024, s. 37-38) hoşlanmak epey güç, fakat kitapta İstanbul’a dair bilgiler edinmek mümkün. Bir Ramazan âdetini şöyle paylaşır:
Karagöz kartondan ya da tahtadan yapılır, kukla ya da gölge oyunu figürü olarak seyirci karşısına çıkar, her iki durumda da gülünçtür. Karagöz’ün, Fransız kuklasının kahramanı Guignol’un aklına gelmeyecek ses tonları, tavırları vardır, karısını okşayıp sevmesi ise dayanılmaz bir gülünçlüktedir.
Karagöz’ün seyirciye laf attığı, onlarla dalaştığı olur. Kimi zaman hiç çekinmeden uygunsuz şaklabanlıklar, herkesin önünde pervasız bir rahibi bile utandıracak işler yapar. Türkiye’de olur böyle şeyler, sansürün buna diyecek sözü yoktur, her akşam aklı başında birçok Türk’ün, ellerinde fener, küçük çocuklarını sürü sepet Karagöz’e götürdükleri görülür. Salonları dolduran bu yavrulara İngiltere’de bir karakoldaki bütün görevlilerin yüzünü kızartacak bir gösteri sunulur.
Doğu göreneklerinin ilginç bir yanıdır bu, insanın bundan Müslümanların ahlakça bizden çok daha yozlaşmış oldukları sonucu çıkaracağı gelir, ama böyle bir sonuca varmak tamamıyla yanlış olur.
Karagöz temsilleri Ramazan ayının ilk günü başlar, otuz gün boyunca halk temsilere akın eder.
Ramazan bitince her şey sökülür, toplanır, Karagöz bir yıllığına kendi kutusuna girer ve hiçbir bahaneyle oradan çıkamaz.
Serginin ikinci katında ise ilerleyen günlerde film gösterimleri, etkinliklerin yapılacağı bir sinema salonu ve sergide yer alan bazı kitapları inceleyebileceğiniz bir okuma alanı bulunuyor.
Sergi edebiyat, tarih ve sinema meraklılarının ilgisini çekebilir. 13 Temmuz 2025’e kadar pazartesi hariç her gün ziyaret edilebilir.
KAYNAKÇA
Antoine Le Camus, Abdeker or The Art of Preserving Beauty, 1754.
Du Vignau, The Turkish Secretary, 1688.
Hikâye İstanbul’da geçiyor / The Story Unfolds in İstanbul sergi kitabı, 2025.
Jules Verne, İnatçı Keraban (1. cilt), çev. Nihal Özyıldırım, İthaki Yayınları, İstanbul, 2010.
Mary Wortley Montagu (Lady Montagu), Şark Mektupları / 1717-1718, Dorlion Yayınları, Ankara, 2022.
Pierre Loti, Aziyade, çev. Ali Faruk Ersöz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2024.
[*] Lisân-ı ezher hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için İrvin Cemil Schick’in K24’te çıkan şu yazısına bakabilirsiniz: “Bir Fransız yazarın gözüyle Osmanlı âşıklarının gizli dili” [Editörün notu]
Önceki Yazı

Tom Robbins'in ardından:
Ne güzel bir abimizdin, ah be Tom abi!
İlham dolu bir yıldız kaydırmaca, lolipoplu bir dondurma, en komik saydırmacalar ve uğrunda dans etmeye layık tüm değerler…
Sonraki Yazı

Haftanın vitrini – 7
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arkadya / Beklenen İstanbul Depremi / Biyopolitikanın Ötesi / Çatırdayan Kafatasları / Genç Mungo / Hastane / Karihōmen / Patronun Gözü / Sessiz Cümle / Talim Yazıları