Hikâye anlatıcısı aramızda!
“ 'Evrenin Yatışmaz Yapısı’nın anlatıcıları tekrarlarla anlattıkları hikâyeleri okurun hafızasına kazırlar, böylelikle hikâyelerini ölümsüz kılmaya çalışırlar. Tıpkı Binbir Gece Masalları gibi, hikâye içinde hikâye okuruz. Her iki anlatıcının anlattığı hikâye adım adım ve ilmek ilmek örülür, işlenir, bağlanır, birleştirilir.”

Aykut Ertuğrul
Engin denizde Odysseus’un gemisi Sirenlerin adasına doğru yol alır. Kendilerine yaklaşanları tatlı ezgileriyle ele geçiren, büyüleyen, baştan çıkaran o Sirenler… Odysseus yol arkadaşlarının kulaklarına balmumu tıkar, yarenler o büyüleyici sesleri işitmez olurlar. Aralarında yalnızca ulu Odysseus onları dinleyebilir. Yoldaşları Odysseus’u kollarından, bacaklarından geminin orta direğine bağlar. Böylece Odysseus, Sirenleri doyasıya dinler ve sonunda adadan uzaklaşabilirler. İşte iyi bir metinle –“sıkı bir metin” de diyebilir miyiz?– karşılaşmak da bence bir çeşit büyülenmeyi beraberinde getirir. Rita Felski (2019), Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabının “Büyülenme” bölümünde Sirenler efsanesine ve sesin baştan çıkarıcılığına da değinerek bu meseleyi tartışır:
Büyülenmiş, bir gücün buyruğuna girmiş, duygusal anlamda teslim alınmış olsak bile, içine çekildiğimiz şeyin hayalî bir manzara olduğunun farkındayızdır: Sanatı iki yönlü bir bilinç hali içinde deneyimleriz (…) büyülenmiş olduğumuzda dahi, içinde bulunduğumuz büyülenme durumuna ilişkin farkındalığımız ortadan kalkmaz, kaldı ki bu farkındalık esere katılımımızın yoğunluğunu da azaltmaz veya hafifletmez. (s. 95)
Bazı eserler karşısında tıpkı kollarından ve bacaklarından bağlanan ama o büyüleyici nağmeleri dinlemekten de geri durmayan Odysseus gibi bir büyülenme deneyimi yaşarız; Felski’nin ifade ettiği o iki yönlü bilinç halinde olduğu gibi, metin karşısında engel olamadığımız bir coşkuya kapılıp eserin içine çekiliriz, fakat o sırada bir ayağımız da yere basar, eleştirel bakış ve dikkat orada bir yerlerde durur, kurgusal dünyanın ve onun araçlarının farkındayızdır. Aykut Ertuğrul’un Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler kitabını okuma sürecim ve hakkında uzun zamandır bir şeyler söyleme isteğim ve hatta tam şu an bir kafede Şostakoviç’in The Second Waltz’ını dinlerken bu satırları yazmam yukarıda bahsettiğim deneyimin bir parçası. (Neden mi Şostakoviç? Kitabın ilk öyküsünde “karakter anlatıcı Aykut Ertuğrul”, Leyla’yı gördüğü anda hayat durur ve Üsküdar semalarında işte bu vals çalar.) Bu yazıda Aykut Ertuğrul’un 2022’de yayımlanan son öykü kitabı Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler’e adını veren, kitabın ilk öyküsünü konu edineceğim. “Evrenin Yatışmaz Yapısı” üzerinden yazarın nasıl bir anlatı evreni kurguladığını tartışacağım. Korkut Molla “Anlat onlara” demişti, bilmiyorum gerçekten anlatabilecek miyim? Ama onun emrine uyup anlatıyorum işte!

Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler
Ketebe Yayınları
Ekim 2022
164 s.
“Bir ucu yerin altında, öbürü bulutların içinde kaybolan” (Benjamin, 2021, s. 104-105) uçsuz bucaksız bir merdiven ve bu merdivenin basamakları arasında gezinip duran biri... Walter Benjamin’in bu merdivende aşağı yukarı dolaşıp durduğunu hayal ettiği o kişi “hikâye anlatıcısı”dır. Basamaklar hikâye anlatıcısının deneyimleri ve bu merdiven de tüm bir “kolektif deneyimin imgesi”dir (Benjamin, 2021, s. 105). Benjamin bu kolektif deneyime ölümün dahi bir engel oluşturmadığını söyler. Hikâye anlatıcısı işte bu ölümsüz mirasın, derin ve sonsuz köklerin vârisidir. Fakat bence bu imgenin çağrışımları çok daha fazla. Hikâye anlatıcısı yalnızca kökleri, geçmişi, geleneği devralmaz; onun benzersiz, biricik muhayyilesi bulutları, semaları da aşar. Hikâye anlatıcısı bu merdivende geçmişi ve geleceği, eskiyi ve yeniyi, düzeni ve kaosu, tikeli ve tümeli, bireyi ve toplumu, hafızayı ve hayali… bir ahenkle karıştırır, birleştirir, mezceder ve dönüştürür.
Aslında Benjamin, “Hikâye Anlatıcısı” başlıklı yazısına hikâye anlatıcılığına bir ağıtla başlar. Günümüzde artık anlatıcının beslendiği kaynağın yani deneyimin değer kaybettiğini, dolayısıyla hikâye anlatıcısının bir hükmünün kalmadığını söyler. (Benjamin, 2021, s. 86-87) Sözlü gelenekten, masallardan, hikâyeden romana, anlatıcıdan romancıya geçişi tartışır. Özellikle Leskov üzerinden hikâye anlatıcılığının doğasını ortaya koyar. Tam da “hikâye”yi, hikâye anlatıcılığını konu edinen “Evrenin Yatışmaz Yapısı”nı okuyunca Benjamin’i düşünmemek ve okuyup “İşte! Hikâye anlatıcısı ölmedi, tam karşımda!” dememek elde değil. Bir ucu semada, diğeri arzda kaybolan merdivenin basamaklarında dolaşan o hikâye anlatıcısı “Evrenin Yatışmaz Yapısı”yla karşımıza çıkar.
“Evrenin Yatışmaz Yapısı” üçüncü tekil kişi anlatıcının “Anlat onlara” (Ertuğrul, 2022, s. 11) emriyle başlar.[1] Metinde karşılaştığımız bu ilk anlatıcı adeta geçmişten, gelenekten süzülüp gelen, bilge ve kadim bir sesin sahibidir. 1685 yılına gidilir ve parmakları arasında tuttuğu kâğıt parçasını rüzgâra kaptıran Meryem karakteri karşımıza çıkar. Bir sırla, bir hikmetle öykü açılır. Fakat bu sahne aynı zamanda bir “foreshadowing” ânıdır, bu sahnenin manasını okur ileride öğrenecektir. Meryem’in sırrı, hikmeti, emaneti yani “hikâye”yi taşıyan ve devreden bir kahraman olduğunu okur daha sonra görecektir.
Anlat onlara! Deden Korkut’un emanetinin zamanın külleri arasında yeniden filizlenişini anlat. Çocuğun babanın sırrı oluşundaki hikmeti… (…) Havada bırakılan ellerin tedirgin bekleyişinde uyuklar tarih. Başlangıcı ve sonu olmayan puslu hikâyelerde nefes alır, dinlenir, ayaklanır. Anlat onlara, anlat. (s. 12)
İşte öyküde karşılaştığımız bu ilk anlatıcı da adeta Dede Korkut’un emanetini devralan bir sestir, bir personadır. Peki Dede Korkut’un emaneti nedir? Bu emanet elbette hikâyenin kendisidir. Sözün, sözlü geleneğin, hikâyeciliğin atası Dede Korkut… O hikâyelerde duyduğumuz üslup, ses; sözü devralıp dua eden, boy boylayan, soy soylayan Dede Korkut. İşte sanki o metinlerden –yalnızca Dede Korkut değil, destanlardan, masallardan, sözlü anlatılardan– bugüne gelen bir anlatıcı karşımıza çıkar. Bu anlatıcının, bu sesin sahibinin “Korkut Molla” olduğunu da öyküde daha sonra öğreniriz. Geleneğin, atasözünün ve hatta hakikatin timsali olan bu ses beni tekrar Benjamin’in hikâye anlatıcısına götürüyor. Benjamin (2021), her gerçek hikâyenin “yararlı bir şeyler” barındırdığını ve hikâye anlatıcısının “okuruna akıl verebilecek kişi” olduğunu söyler. (s. 89) Deneyimin giderek azaldığı, değer kaybettiği, daha az aktarıldığı bir çağda “akıl vermek” de modası geçmiş bir eylemdir. (Benjamin, 2021, s. 89) Benjamin (2021), “Gerçek hayatın dokusuna nüfuz etmiş akıl, bilgeliktir. İşte hikâye anlatma sanatı tam da bilgelik, yani hakikatin destansı boyutu öldüğü için ortadan kalkıyor. Ama bu uzun zamandır devam eden bir süreç” (s. 89) der. “Evrenin Yatışmaz Yapısı”ndaki geleneksel anlatıcı bize Korkut Molla’nın hikâyesini açmakla, anlatmakla kalmaz; sanki o bilge aklı, hakikatin o destansı boyutunu da temsil eder ama o aynı zamanda kelamın, Tanrı’nın sözünün de bir temsilcisi gibidir:
Anlat onlara.
Zaman O’dur hem de O’dur.
Ruh O’nundur hem de O’dur.
Aşk O’ndandır hem de O’dur.
İman, O’nadır hem de O’dur.
O sonsuzdur, sonlardan ve sınırlardan münezzehtir, anlat onlara.
Zamanın, ruhun, aşkın ve imanın sınırlarının olmadığını anlat.
Mümkün müdür sanıyorsun, yarattıkları O’nun sonsuzluğundan pay almamış olsun? Anlat onlara! (…)
Her şey O’nda başlar ve O’nda biter. (s. 11)
Meryem bahsinden önce duyduğumuz bu açılış sözleri adeta bir besmeledir. Korkut Molla bilgece söz söyler; onun sesi hikmeti, hakikati taşır. Bu kadim anlatıcının sesini duyduğumuz ilk iki sayfalık girizgâh işte neredeyse tüm bir öykünün de özünü ele verir. Lakin bu gizemli ve oyunsu girizgâhın mahiyetini, sırrını anlamak elbette öykü atmosferine dahil olarak –ve bu öyküyle hemhal olarak, bu büyülü atmosferde adım adım ilerleyerek, hayret ederek– çözülecektir. İşte o zaman “başlangıcı ve sonu olmayan puslu hikâyeler”in hikâyesini anlatan bu metin okura kendini açacaktır.
Bilge anlatıcının masalsı, destansı girişinin ardından metnin birinci bölümü başlar. Burada ikinci bir anlatıcı –bu sefer birinci tekil kişi anlatıcı– karşımıza çıkar. Bu anlatıcı o geleneksel, bilge anlatıcıdan daha farklı bir sese, söze, üsluba sahip olan “modern anlatıcı”dır. Geleneksel anlatıcının sesinde daha mütehakkim, sağlam bir ton varken modern anlatıcının üslubu daha mütereddit ve tedirgindir denebilir. Ben anlatıcı, “Burada mısın? Gördüğün gibi ben de. Buradayım buradayım buradayım” (s. 13) girişiyle okuru selamlar. Metin boyunca geleneksel anlatıcının sözü devraldığı bölümlerde “Anlat onlara!” emrini tekrarlaması gibi, “ben anlatıcı” da “Burada mısın?” sorusunu tekrar tekrar soracaktır. Okuruna bu soruyu yöneltirken de devamlı “burada” olduğunu hatırlatacaktır.
“Evrenin Yatışmaz Yapısı”ndaki bu tekrarlar önemli bir yer tutar. Öyküde bilinçli bir tekrar söz konusudur. Bu durum anlamlıdır, çünkü hikâye anlatıcılığıyla da tekrar arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Benjamin (2021) de anlatıcılığı, “hikâyeleri tekrarlama sanatı” olarak tanımlar:
Çünkü anlatıcılık her zaman hikâyeleri tekrarlama sanatı olmuştur; hikâyeler akılda tutunamayınca da bu sanat yok olur. Yok olur, çünkü hikâyeler dinlenirken kendini ne kadar unutursa, dinledikleri hafızasında o kadar yer eder. (s. 94)
“Evrenin Yatışmaz Yapısı”nın anlatıcıları da tekrarlarla anlattıkları hikâyeleri okurun hafızasına kazırlar, böylelikle hikâyelerini ölümsüz kılmaya çalışırlar. Öykü işte bu iki ayrı anlatıcının sesinden, iki ayrı katmandan ilerler. Tıpkı Binbir Gece Masalları gibi, hikâye içinde hikâye okuruz. Yazar geleneksel metinlerde karşımıza çıkan bu anlatı tekniğini devralır. Her iki anlatıcının anlattığı hikâye adım adım ve ilmek ilmek örülür, işlenir, bağlanır, birleştirilir. Bu anlatıcılar kendilerine has seslerini, tavırlarını korurlar, fakat üsluplarında benzer bir coşkuyu da paylaşırlar. Bu coşkuyu “anlatmanın coşkusu” ve neredeyse bir vecd içinde anlatma hali olarak görüyorum. Birbirinden farklı bu personalar, bu hikâye anlatıcıları aslında ortak bir deneyimin ve mirasın da taşıyıcılarıdır. Modern anlatıcı yani öykünün kahramanı Aykut Ertuğrul, geleneksel anlatıcı Korkut Molla’nın soyundan, onun torunlarındandır. Aynı zamanda her iki anlatıcı da öyküde birer “hikâye taşıyıcısı”dır. Metinde her ikisi de zamanın başlangıcından beri anlatılan, aktarılan “Hikâye”nin taşıyıcılarındandır. (s. 44) Böylelikle adeta “hikâye anlatıcılığının ölmediği” fikri de kurgulaştırılır.
Bakışımı tekrar Benjamin’e yöneltmek istiyorum, çünkü Aykut Ertuğrul da zanaatkârın ince ince, uzun uzun, sabırla, emekle işlediği, ürettiği bir nesne gibi öyküyü inşa eder, kurgular. Benjamin (2021) zanaatkârlığın hikâye anlatıcılığına kaynaklık ettiğini söyler ve artık modern insanın “kısaltılmayacak şeyler üzerinde çaba sarf etmediğini” (s. 95) belirtir. “Gerçekten de, insanoğlu hikâye anlatıcılığını bile kısaltmayı başardı. Kendini sözlü gelenekten kopartan short story’nin gelişimine tanık olduk. Artık kısa öykü, çeşitli anlatışların katmanlaşmasından doğan yetkin anlatının en yakın resmini çizen ince, saydam katların yavaş yavaş birbiri üstüne birikmesine izin vermiyor.” (Benjamin, 2021, s. 96) Benjamin modern insanın uzun, sabırlı emekten uzaklaşıp öyküyü de kısalttığını söyler. “Evrenin Yatışmaz Yapısı” Benjamin’in bahsettiği o yetkin anlatıyı okuruna sunar, öyküde o ince ve saydam katlar yavaş yavaş birbiri üstüne birikir, katmanlaşır. Tüm katmanlar, sesler, hikâyeler metinde bir inci gibi sıra sıra dizilir, bir minyatür gibi ince ince işlenir.
Öyküdeki neredeyse tüm bu anlatıcılar ve karakterler hikâyeyle ve hikâye ederek varlık kazanırlar. Kendi sergüzeştlerini kendileri hikâye ederler, hikâye ettikçe hakikat kazanırlar. Mezarlıkta karşılaşan ve tanışan Muharrem abiyle Aykut Ertuğrul birbirlerine kendi sergüzeştlerini anlatırlar. Hikâye içinde hikâye burada da devam eder. Öykünün ana karakteri, modern anlatıcı Aykut Ertuğrul’un hikâyesini, Leyla’ya olan aşkını, sergüzeştini bizzat Muharrem abiye hikâye ederken öğreniriz. Yazarın sözünü, sesini emanet ettiği personalardan birine kendi adını vermesi de dikkat çekicidir. Post-modernist metinlerdeki oyunsuluk burada da karşımıza çıkar. Yazar gelenekten, onun dilinden, tekniklerinden yararlandığı gibi, modernist ve post-modernist anlatı tekniklerini de kullanır. Bir yanda metnin yazarı Aykut Ertuğrul, diğer yanda metindeki iki anlatıcı sesten biri olan Aykut Ertuğrul vardır. Aykut Ertuğrul, Muharrem abiyle mezarlıkta karşılaştıktan sonra birbirlerine hikâyelerini anlatmaya başlarlar demiştik. Karakter Aykut Ertuğrul,
O, gerçekliğini anlattığı hikâyelerle ispat ettiyse, ben de öyle yapmalıydım.
Yaptım. İçinde çırpınıp durduğum denizden bahsettim ona. Leyla’dan, onunla tanışmamızdan, ansızın terk edilişimden. Birbirimize sürekli kahraman olduğumuzu söylüyorduk ama birbirimize anlattıklarımıza bakılırsa iki kovulmuştan başka bir şey değildik. Yine de hikâyelerimiz vardı. Gerçektik. İki gerçek kovulmuş. Anlatırken bugüne kadar yazdığım öykülerde başka bir şeyden bahsetmediğimi düşündüm. Kovulmuşlar ve onların çırpınıp durduğu denizler. (s. 31)
der ve ardından bizzat “yazar Aykut Ertuğrul”un öykülerinin adlarıyla karşılaşırız: “Dünyanın en acıklı hikâyesi. Başlangıçların sonsuz mutluluğu. İki dünyanın ustası.” (s. 31) Hatta oyuncu ve “şen anlatıcı” bununla da yetinmeyip öykünün sonunda okura hitap ederek şöyle der: “Şu an konuşan ses, kendisine Aykut Ertuğrul diyen bir anlatıcı mı? Yoksa anlatıcı kılığına girmiş Aykut Ertuğrul mu? Söylesene hangisi? Söylesene, burada mısın?” (s. 82) Böylelikle gerçekle kurmaca arasındaki sınır belirsizleştirilir ve kurgunun öğeleri oyunlaştırılır.
“Evrenin Yatışmaz Yapısı”ndaki tüm bu anlatıcı sesler ve onların hikâyeleri masalsı bir evren içerisinde bir araya getirilir, birleştirilir. Öykü okuru hayrete düşürerek bambaşka bir evrene geçiş yapar, artık neredeyse fantastik bir öyküyle karşı karşıyayızdır. Yüzlerce yıldır tek bir şeyin, “Hikâye”nin peşinde olan gizli bir örgüt karşımıza çıkar. Aykut’un, aradıkları “yaşayan son hikâye anlatıcısı” olduğunu söyleyen Adem isimli karakter, örgütü şu sözlerle anlatır:
Aradığımız şey ne güç, iktidar ne de para ya da altın. Biz Hikâye’yi arıyoruz. İnsanlığın yaratıldığı günden bu yana her nesilde yalnızca yedi kişinin taşımasına müsaade edilen, yazılamayan, saklanamayan Hikâye’yi. Şehrazat onun taşıyıcısıydı, Homeros, Dede Korkut, Herodot, hatta Evliya Çelebi… (s. 53)

Kendilerine “Esatiriler” diyen bu örgüt hikâye taşıyıcılarını yani anlatıcıları arar. Öyküde “hikâye anlatıcılığı” işte bu gerçeküstü, oyunsu, masalsı kurguya dahil edilir. Öykü iki anlatıcının sesinden, iki katmandan ilerlemeye devam eder. Bu sırada Korkut Molla’nın anlatısında Evliya Çelebi, Korkut Molla’ya rüyalar âleminde Hikâye’yi aktarır ve Korkut Molla kendi yüzyılında yedilerden biri olur. (s. 57) İşte metinde takip ettiğimiz iki farklı ses ve hikâye, o geleneksel ve modern anlatılar böylece fantastik bir evren içerisinde katman katman, ilmek ilmek örülür, birleştirilir. “Hikâye”, Esatiriler’den, o kanlı örgütten yüzyıllardır itinayla saklanmıştır. Korkut Molla karısı Meryem’e –hani öykünün açılışında gördüğümüz o kadına– hikâyeyi aktarır. Aslında hikâye yüzyıllardır kadınlar tarafından saklanır, gizlenir, taşınır. Tam burada Korkut Molla’nın o destansı, büyüleyici, etkileyici sesine yer vermeden olmaz:
Anlatıcının hakikate ve Hikâye’ye karşı asıl sorumluluğu onu zamanında devretmesini bilmektir. Onun sahibi olmadığını anlamaktır. Onun seni terbiye etmesine izin vermektir.
Bunu bize ve on sekiz bin âdeme Meryem ve kızları öğretti.
Anlat onlara ya da anlatma ama bil.
Ben deden Korkut Molla’yım. Sen torunum Aykut Ertuğrul’sun. (s. 72)
Korkut Molla işte bu sözlerle doğrudan vârisi, torunu Aykut Ertuğrul’a seslenir. Bir yandan Meryem ve kızları, diğer yandan Korkut Molla ve torunları… Emanet, sır, söz, hikâye yüzyıllar ve nesiller boyu taşınır. Nihayet öykünün şimdisinde bir ateşin başında Leyla emaneti “yedilere” teslim eder.
Hikâyeyi dinleyip beni teslim almasını kabul ederken; alevlerin içinde Dede Korkut’un, Evliya Çelebi’nin, Korkut Molla’nın ve daha onlarca anlatıcının gözlerine baktım. Onlar da bana baktılar. Anladım, anladılar, anlaştık. (s. 80)
Aykut Ertuğrul’un atası Korkut Molla, onun hikâyeyi devraldığı Evliya Çelebi ve diğer hikâye anlatıcıları silsilesi gözlerinin önünden geçer. Hikâye artık Korkut Molla’nın soyuna emanet edilir. Aykut Ertuğrul da bu emaneti devralır. Korkut Molla’nın “Anlat”, “Anlat onlara”, “Anlatma ama bil” emri karşılık bulur: Aykut Ertuğrul öykünün bu bölümünü “Anladım, anladılar, anlaştık” (s. 80) sözleriyle bitirir, çünkü “anlatmak” için önce anlamak, idrak etmek gerekir. O da anlar, kabul eder ve anlatır… Bir anda fantastik bir evrenin içine düşüverdiğimiz öyküde ilerledikçe, yol aldıkça bilmeceler, gizler çözülmeye başlar. Öyküde kurgulanan bu fantastik atmosferin masallarla olan bağlantısına da işaret etmek istiyorum. Zira hikâye anlatıcısının başlıca kaynağı masallardır. Benjamin de (2021) şu sözlerle hikâyenin masalla yakınlığına dikkat çeker:
Bir zamanlar insanlığın ilk hocası olan, bu yüzden de bugüne kadar çocukların ilk hocası olarak kalan masal, hikâyede gizlice sürdürür yaşamını. İlk gerçek hikâye anlatıcısı masal anlatıcısıdır ve öyle olmaya devam edecektir. (s. 105)
Hikâye anlatıcısı aynı zamanda bir masal anlatıcısıdır. Aykut Ertuğrul da kurguladığı öykü evreninde masalın ruhuyla yakın ve derinden bir bağ kurar. Gerçeküstü, fantastik öykü atmosferi masallarla, efsanelerle, mitlerle akrabalık kurar.
Aykut Ertuğrul (2023) kendisiyle Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler üzerine yapılan söyleşide, “Artan kutsallık ihtiyacının, dünyayı terk eden büyünün, gündelik hayattan koparılan ‘Tanrı’ fikrinin bıraktığı o büyük boşluğu doldurmak için, karşısında dehşete kapıldığımız dünyaya ilahi olanı sızdırma gayretiyle ya da bilinçsizce üretilen fantastik’in örneklerinin de gün geçtikçe arttığını görüyoruz” (s. 47) diyerek hikâyenin, kurmacanın evrildiği noktadan bahseder. “Evrenin Yatışmaz Yapısı” da aşkın, ilahi, büyülü, masalsı ve kutsal olanı fantastik bir anlatı evreninde birleştirir.

“Evrenin Yatışmaz Yapısı”nın kurguladığı o masalsı, büyüleyici, fantastik evrenin yanında öyküdeki metinlerarasılık, göndermeler, başka metinlere ve yazarlara selamlar da dikkat çekicidir. Aykut Ertuğrul özellikle modern anlatıcısı aracılığıyla öykünün başlangıcından itibaren pek çok metne ve yazara hem doğrudan hem de dolaylı olarak gönderme yapar, selam verir. Mezarlıkta birkaç kez duyduğumuz “Hişt hişt”le Sait Faik’i anarız; Aykut, Leyla’yı görür görmez dilinden dizeler dökülüverir; Calvino, Perec, Dostoyevski ve nice ustaya selam gönderilir… Fakat öykünün özellikle Oğuz Atay’la ve onun “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” ve “Korkuyu Beklerken” metinleriyle kurduğu bağlantıya odaklanmak istiyorum. “Evrenin Yatışmaz Yapısı”ndaki gizli hikâyeci cemiyeti –Esatiriler– akla “Korkuyu Beklerken”deki Ubor Metenga’yı getirir. Nitekim yazar Aykut Ertuğrul (2023), kendisiyle yapılan söyleşide öykünün ilk tohumunun bu fikirle atıldığını, Atay’dan aldığı ilhamı dile getirir:
İki yıl önce bilgisayarın başına oturduğumda şunları düşünüyordum: Oğuz Atay’ın Ubor Metenga’sında olduğu gibi bir gizli örgüt neden kurmayayım? Yazıya aktarılınca kaybolan, yalnızca kulaktan kulağa aktarılan ve insanlıkla yaşıt bir ve değişmez bir hikâye olabilir mi? (Bana sorarsanız bütün hikâyeler biraz böyledir!) (s. 45)

Böylelikle Ubor Metenga, Esatirilere ilham olmuştur. Aykut Ertuğrul metin boyunca okuruna devamlı “Burada mısın?” diye sorar, onu sık sık yoklar. Öyküde istisnasız her bölümün –yedi bölümün de– başlangıcı “Burada mısın?”dır. Yalnızca başlangıçlarda değil, fasılalarla “Burada mısın?” sorusu karşımıza gelir. Öte taraftan bizzat anlatıcı “Buradayım buradayım buradayım” deyip durur. Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” öyküsünün sonunda yer alan herkesçe malum o soru: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” Aykut Ertuğrul da “Evrenin Yatışmaz Yapısı” boyunca işte bu soruyu, seslenişi yineler durur. Öykünün yedinci ve son bölümü ise anlatıcının tamamen okura hitabı, onunla sohbeti üzerine kuruludur. Yazarın ismini ve sözünü emanet ettiği anlatıcı Aykut Ertuğrul okura “Burada mısın ey okur?” (s. 81) diye seslenir, aynı zamanda okurlarına eleştiri oklarını da yöneltir. Öykü, anlatıcının kendine has o çarpıcı üslubuyla sona erer: “Burada mısınız? Buradasınız, biliyorum. Şimdi artık sadece bunu biliyorum. Buradasınız. Belki de beni ve yoldaşlarımı koruyacak olanlar sizlersiniz. Burada mısınız? Sevgili okur biliyorum, buradasınız. Nihayet.” (s. 84) Anlatıcı bu sözleriyle aslında hikâyeyi okura, okurlarına emanet ederek sonlandırır. Hikâyeyi, anlatıcılığı devralan Aykut Ertuğrul emaneti okurlarına teslim eder. Artık hikâyeye sahip çıkacak, onu anlatacak, aktaracak okurlardır. Böylelikle Oğuz Atay’ın o yakarışına, sorusuna öyküde yanıt verilir. Bu noktada yine yazarla yapılan söyleşiye dönmek istiyorum:
Aykut Ertuğrul metin boyunca (belki de hayatı boyunca) Oğuz Atay’ın sitemini ve tedirginliğini yaşıyor, “Neredesiniz, burada mısınız?” Öykünün sonunda Aykut Ertuğrul, “Biliyorum, buradasınız, nihayet!” diyor. Hem kendi adına geleneğe hem de cüretimi bağışlayın Oğuz Atay dahil bütün anlatıcılar adına okura teşekkür ediyor. Nihayet bir minnet ifadesi gibi. Aykut Ertuğrul (ben değil karakter) ölmek bir yana okuruyla, edebi atalarıyla olabilecek en sağlıklı şekilde buluşuyor. (Ertuğrul, 2023, s. 46)
Bu sözleriyle yazar, Oğuz Atay’la kurduğu metinlerarası ilişkiyi açıklar ve anlatıcı Aykut Ertuğrul’un öykünün son bölümündeki ifadeleriyle hem anlatıcılık geleneğine hem de okurlara şükranını ifade ettiğini söyler.
Evrenin Yatışmaz Yapısı hakkında, bu coşkulu, yatışmaz, zengin, dolambaçlı, oyunsu metin hakkında sözler edip bunları bir sonuca bağlamak sandığımdan da zor. Bir döngüyü tamamlamaya çalışırcasına başa dönüyorum… Fakat bu sefer bambaşka bir yerdeyim, mevsim de yazdan güze dönmüş. İstanbul Boğazı’ndan oldukça uzakta, dağlarla çevrili bir yerdeyim. Korkut Molla “Âlim için de, savaşçı için de aslolan daima yola çıkmaktır. Evden çıkma, eşikten dışarı doğru ilk adımı atma cesaretini gösterebilmektir. Anlat onlara ki, bilsinler: hikâye ancak böyle sürer” (s. 29) demişti. Yazıya başlarken onun emrine uyup anlatmaya başlamıştım, sonra yine onun emrine uyup hikâyemi yazmak için bir yola çıktım. Yazımı tamamlarken burada bir kütüphanede işte yine Şostakoviç’in valsini açıyorum. Çoğumuz hikâyelerle varlık kazanıyor, hikâyelerle yaşıyor, yine onlarla hayata tutunuyoruz. “Evrenin Yatışmaz Yapısı” gibi kimi hikâyeler ise Sirenlerin seslerini yankılarcasına bizi tesiri altına alıyor. “Hikâye”nin ve “anlatıcılığın” hikâyesi tüm bir öykünün belkemiğini oluşturuyor. “Evrenin Yatışmaz Yapısı”ndaki anlatıcıların peşi sıra okur da bu öyküde bir ucu derin, sağlam köklerle yerin altına uzanan, diğer ucu arşı, evreni aşan bir merdivende dolanıyor, aşağı yukarı gidip geliyor. Kâh “hakikatin epik kıyısı”nda dolaşıyor kâh masalsı, fantastik bir âleme geçiyoruz. Hikâyeler, sesler, anlatıcılar katman katman birbirinin önüne geçiyor. Kâh bilge, hâkim, kadim bir ses duyuyoruz kâh mütereddit, yeni, coşkulu bir ses… Geleneğin sözlerine kulak verirken post-modern bir oyunun içine düşüveriyoruz. “Evrenin Yatışmaz Yapısı”nı okuyup “Burada mısın?” sorusunu defalarca işiten ve her defasında –belki benim yaptığım gibi sesli bir şekilde– aynı yanıtı veren okurlar adına söylüyorum:
Buradayım, buradayım, buradayım!
KAYNAKÇA:
- Akgül C. E. ve Ertuğrul, A., "Cahid Efgan Akgül, Aykut Ertuğrul ile son kitabı Evrenin Yatışmaz Yapısı üzerine konuştu" Edebiyat Ortamı, 90 (16), 2023, s. 43-48.
- Benjamin, W., Son Bakışta Aşk: Walter Benjamin’den Seçme Yazılar, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 9. basım, 2021.
- Ertuğrul, A., Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler, Ketebe Yayınları, 2022.
- Felski, R., Edebiyat Ne İşe Yarar?, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, 2019.
[1] Bu alıntıdan sonra Aykut Ertuğrul’un Evrenin Yatışmaz Yapısı ve Diğer Öyküler kitabından yapılacak tüm alıntılar yalnızca parantez içerisinde sayfa numarasıyla belirtilecektir.
Önceki Yazı

Bir duygu çıkını olarak
Tanpınar’ın Yaz Yağmuru
“Yaz Yağmuru öyküsü su, deniz ve yağmur izleklerinin baskın olduğu bir öyküdür ve daha önce arketipsel ve mitolojik boyutlarıyla pek çok çalışmada ele alınmıştır. Bense bu yazıda hatıranın ve yağmurun iç içe geçtiği bir rüya haliyle örülen öyküdeki duygu kategorilerine biraz daha yakından bakmayı hedefliyorum.”