Hermann Broch:
“Sürgündeki vizyoner”
“Broch bugün yaşasaydı bilimsel gelişmelerin bunca acıya sebep olduğunu düşünerek edebiyatın insancıl koynuna geri döner miydi?”

Hermann Broch. Fonda antik bir Roma freski. Vergilius'un Ölümü (İthaki) kitabının kapağından ayrıntı.
Marguerite Duras, Yazmak adlı yapıtında şöyle der: “Yazı yel gibi gelir, çıplaktır, mürekkeptir, yazıdır ve yaşamda başka hiçbir şeyin geçmediği gibi geçip gider, başka hiçbir şey değil, yalnızca o, yaşam.” (s. 48) İşte o yel gibi gelip geçen şeye, yazıya nasıl ve ne kadar bel bağlayabiliriz? Yaşamımız boyunca bize sadık kalır mı; elimizi uzattığımızda yakalayabilir miyiz onu? Yoksa bir gün ansızın uçup gidiverir de ardından baka mı kalırız? Yazar, yazınsal yaşamının bir evresinde niçin yazıya, dolayısıyla edebiyata olan inancını yitirir? Yazı mı onu bırakmıştır, yoksa o mu yazının baskısı altında ezilmiştir?
Hermann Broch, Vergilius’un Ölümü’ndeki o upuzun monoloğu, sözün akışkanlığından ve onu yakalamanın olanaksızlığından söz ederek bitirir:
Vergilius, evet, o da sözle birlikte boşluktaydı fakat öte yandan söz tarafından sarıp sarmalandığı ölçüde, akıp giden tınılara katıldığı ve onlar benliğine katıldığı ölçüde söz daha bir erişilmez ve büyük, daha bir ağır ve kaçıp gidici oluyordu, boşlukta bir denizdi, boşlukta dalgalanan bir ateşti, deniz kadar ağır ve deniz kadar hafifti, buna rağmen hâlâ sözdü: Vergilius, onu alıkoyamıyordu ve alıkoymak hakkına da sahip değildi; söz onun için anlaşılmaz bir dile getirilemezlik haliydi, çünkü dilin ötesindeydi. (s. 539)
Hannah Arendt’in çok sevdiğim o tabiriyle “kendine rağmen şair”, Paul Michael Lützeler’in ifadesiyle “sürgündeki vizyoner” Hermann Broch ismini ilk olarak ‘90’lı yılların sonunda, Almanca öğretmenimin elindeki o kitapta (Die Schlafwandler) gördüğümde lise öğrencisiydim ve “yaşantım bir dizi ahlak, çatışmanın ağırlığı altında”[1] henüz ezilmiyordu. Bugün ise tarihsel ve toplumsal olarak içinden geçtiğimiz bu zor süreçte, ahlaki pek çok çatışmanın altında ezilirken Hermann Broch’u tekrar tekrar anıyorum.

Broch,
1909.
Broch zengin Yahudi bir ailenin oğlu olarak 1 Kasım 1886’da Viyana’da dünyaya geldi. 1909’da Katolik inancını seçen yazar, aynı yıl Franziska Von Rothermann ile evlendi ve ertesi yıl bu evlilikten bir oğul sahibi oldu. Ancak 1923 yılına gelindiğinde Broch ve Franziska’nın evliliği boşanmayla sonuçlandı. 1927 yılı da Broch’un hayatının dönüm noktalarından biri olacaktı; hakikatte ahlaki sorumluluklarından kaçamayışı ile bilinen Broch, babasından kalma tekstil fabrikasını devralması beklenirken bu sorumluluğu almadı ve fabrikayı satarak matematik, psikoloji/felsefe okumak amacıyla Viyana Üniversitesi’ne girdi.
Bilimadamı, filozof, şair ve yazar olarak çok yönlü vasıfları bulunan Hermann Broch, Milan Kundera’dan Carlos Fuentes’e, Michel Foucault’dan Theodor W. Adorno’ya, Hannah Arendt’ten Elias Canetti’ye kadar pek çok ünlü ismi etkilemişti. Ancak edebiyata kırgın olarak, (edebiyatın etkisizliğinden yakınsa da tümüyle edebiyatı reddetmez) sürgün yaşadığı ABD’de yorgunluğa bağlı kalp krizi nedeniyle 1951 yılında hayata veda etti.
Hayatının nispeten kısa denebilecek bir döneminde yaratıcı yazıyla ilgilenmiş olsa da, Broch felsefe yaparken bir şair, teori ortaya koyarken aynı zamanda yaratıcı bir yazardır. Yaşadığı tarihsel sürece ve değişimlere karşı ânında tepki göstermesiyle dikkat çeken Broch insani açıdan oldukça hassas ve farkındalığı yüksek bir düşünürdü. Milan Kundera, Roman Sanatı’nın Uyurgezerler üzerine olan bölümünde şöyle sorar: “Bir tuzak haline gelen dünyada insanın olabilirlikleri nelerdir?” (s. 62) Broch mümkün bütün bu olabilirlikler üzerine derinlemesine düşünmüştü. Çünkü 1930-1932 yıllarında yayınlanan ve yazarın ilk romanı olan Uyurgezerler Üçlemesi’ni henüz yazdığı sıralarda Avrupa bir dehşet dönemine girmek üzereydi ve Broch bu bunalımın ayak izlerini çoktan takip etmişti. Modern insanın dünyayla ilişkisini ve kaybettiği değerleri işlediği “bu eserinde Broch, romanda modernizmi, biçimsel imkânların o güne kadar cesaret edilemeyen büyük sentezleriyle deney yapmak olarak yorumluyordu” ve “Uyurgezerler’in poetikasını edebiyatın evriminde yeni bir dönem başlatan tamamen özgün bir fenomen olarak görüyordu”.[2]
Broch yaklaşmakta olan dehşet dönemini çağdaşlarına nazaran çok daha evvelden öngörmüş, bunu eserlerinde işlemiş ve “Birleşmiş Milletler Kararı (1936-37)” yazısıyla da Birleşmiş Milletler’e bazı uyarılarda bulunmuştu. İlk versiyonu 1935’te tamamlanan, (Broch bu eserin üç versiyonunu yazmıştır) ancak hiçbir zaman bitirilemeyen bir dağ romanı olan Büyülenme (Broch’un önerdiği isim: “Demeter” veya “Büyü”) irrasyonel güçlerin kitleyi istilasını anlatır. Burada Broch, toplum ne olup bittiğini dahi anlamadan, kitlenin faşist unsurlar tarafından nasıl etki altına alındığını mistik ve dinsel öğeler üzerinden ortaya koyar. Büyülenme aynı zamanda Barbara Frischmut’un Demeter Üçlemesi eserinin de esin kaynağıdır.
Broch 1938 yılında Naziler tarafından tutuklandığında, dostları James Joyce, Albert Einstein, Thomas Mann ve Stephen Hudson’ın yardımları sayesinde önce Britanya’ya, oradan da ABD’ye iltica edebildi ve ömrünün geri kalan kısmını ülkesi Avusturya’yı özleyerek geçirdi. 1937’de ilk versiyonunu yazdığı Virgil’in Eve Dönüşü, sürgün yıllarında Vergilius’un Ölümü olarak üçüncü versiyon şeklini aldı. 1945 yılında tamamlanan Vergilius’un Ölümü aslında Broch için kendisine yasakladığı yaratıcı yazının ölümünü imliyor olmalıydı, çünkü Virgil gibi Broch da eve dönemeden ölecekti. Eser gerçekten de Milan Kundera’nın Bir Buluşma’da söylediği gibi, roman sanatına roman biçiminde yazılmış müthiş bir veda (s. 79) idi.
Ölümünden kısa süre evvel, 1950 yılında yayınlanan Suçsuzlar’da, dehşet yılları yaklaşmaktayken burjuva ve entelektüellerin söz konusu kâbusa gözlerini yumarak bambaşka meselelerle olan meşguliyetlerini anlattı. Fildişi kulesinden inemeyen burjuva-aydını bugün bizim de Broch kadar yakından tanıdığımız birilerini hatırlatmıyor mu? Hannah Arendt bu eser için şu değerlendirmeyi yapmıştı:
Alman edebiyatındaki en hoş aşk hikâyesi olan hizmetçi kız Zerline’in hikâyesi de dahil olmak üzere bazı yeni hikâyeler eklemişti. Ortaya çıkan kuşkusuz çok hoş bir kitaptı, ama pek de kendi özgür iradesiyle yazılmamıştı. [3]
Çünkü yaşamının son yıllarında yayınlanan bu eserler, mültecilere yardım etmek için kendisini paralayan Broch’un yaşadığı maddi-manevi zorlukların yarattığı mecburiyetlerin ürünüydü.
Hermann Broch 1950 yılında Thomas Mann tarafından Nobel’e aday gösterilmişti, sonucu öğrenmeye ömrü vefa etmedi. Ancak vefakâr bir dost, 30 yıl sonra, 1981’de Nobel Ödülü’nü alan Elias Canetti, adını andığı konuşmasında saygılarını sunarak Broch’a hak ettiği fakat pek de göremediği o kıymeti teslim edecekti. Romanları kadar Kitle ve İktidar çalışmasıyla da tanıdığımız Canetti’nin en büyük destekçilerinden biri olan Broch, okumaları ve eleştirileriyle onun gelişiminde önemli bir yere sahipti. Yazar, kitle üzerine olan düşüncelerini ilk olarak Elias Canetti ile paylaştı, Canetti’nin kitle teorilerini dikkatle okudu ve değerlendirdi.
Broch ve Canetti’ye göre kitlesel toplantıların orijinal deneyimi Nasyonal Sosyalizm’den önce gerçekleşti ve sağ kanatla değil sol siyasi toplantılarla ilgiliydi.[4]
Sol siyasi toplantılar hakkında hemfikir olsalar da, bu toplantılar ikisi için farklılık gösteriyordu. Dolayısıyla Canetti’nin ve Broch’un kitle teorileri farklılaşarak gelişti, çünkü Canetti, Freud karşıtıyken, Hermann Broch, Freud’un etkisi altındaydı.
Sigmund Freud’dan ve görüşlerinden had safhada etkilenen Broch’un çalışmalarının temelini kazdığımızda Freud’un bize göz kırptığınızı görürüz. Broch psikanaliz yönteminin doğruluğuna sonuna kadar ikna olmuştu, dolayısıyla Freud’a bu noktada hiçbir eleştirel bakış getirmedi. Psikolojik Otobiyografi, Broch’un kendisini oldukça rasyonel bir şekilde analiz ettiği Freudyen bir çalışma ve itiraf etmek gerekirse benim için okuduğum bütün eserler arasında en etkileyici giriş cümlesine sahiptir. “Yaşantım bir dizi ahlaki çatışmalardan oluşuyor ve bu çatışmaların ağırlığı altında eziliyor” diyerek başladığı bu çalışmasında annesinin sevgisini hissetmek için çırpınan fakat abisinin ve babasının hep öncelikli olması nedeniyle hiçbir zaman annesine ulaşamayan bir erkek çocuğun ömrü boyunca aradığı o anneye şahit oluruz. Hayatına aldığı kadınlar onun için ahlaki açıdan anneye bağlanmanın bir yoludur. Ancak Broch, bu anne aracılığıyla ruhuna kazınan Erkek-Değil (Un-Mann) inancından hayat kadınlarıyla kurtulmaya çalışır. Bir kadın ahlaki olsun ya da olmasın, kendisine umut bağlamışsa ona yüz çeviremez. Böylece bu çatışmanın ağırlığı altında ezilir ya da onun ifadesiyle söylersek,
İstenç ve yaşam, karşı koymalarda yitip giderek sonsuz bir şekilde işte böyle acıya doğru sürüklenir.[5]
Temellerini ilk olarak Elias Canetti ile paylaştığı Kitle Yanılsaması Teorisi de Freud etkisi ekseninde, toplumsal olandan evvel bireyin nevrotik ve psikotik tutumlarına yönelik bir teşhis ihtiyacını öngörür. Ahlaki sorumluluk almakta kendisine karşı koyamayan Broch’a göre kontrolsüz içgüdülerin etik olmayan bir şekilde ifade edilmesinin gerçekleştiği kitlesel çılgınlıklarda bireyin yaşadığı yoksullaşma kültürün tahribatına sebep oluyordu. Yaşadığı dönemin büyük bunalımlarını sekülerleşmeye bağlayan ve modern insan bağlamında modernleşmeyi eleştiren Broch aynı zamanda modern romanın kült eserlerini vermişti. Bu onun açısından bir çelişki değil miydi? Onun eserlerindeki deli karakterler aklı başında olanla deli arasında kesin bir sınır olmadığının kurgusal sunumudur. Dolayısıyla çelişik düşünceler birbirinin çarpıtılmış resimleridir. Ayrıca modern insana ve onun sorunlarına eğilirken bunu yine modernizmin diliyle yapması gerekiyordu, çünkü muhatabı modern çağın insanıydı.
Ancak yaratıcı yazının artık etkisiz kaldığına hükmettiğinden kurguya olan inancı yıkılmıştı ve Broch için özellikle Vergilius’un Ölümü ile roman sanatı sona ermişti. Estetik özverisi ve ahlakiz dokunaklılığıyla çalışmalara konu olan Broch için son kertede sanat ahlaksız olunabilecek bir mecra haline gelmişti. Nihayetinde Edebiyat ve Felsefe’de “Sanatçı bir ahlaksız olabilir, eleştirmen ise doğru dürüst biri olmak zorundadır” (s. 47) diyerek kendisi için sanatı öldürdü. Peter Yoonsuk Paik, Yalancı Şahitlik Olarak Şiir çalışmasında, Broch’ta sanatın ölümünün sebeplerini irdelerken, “Eğer sanat sona ererse bunun nedeni tarihin yıkımları tarafından radikal bir şekilde aşılmış olmasıdır. Acının gerçekliğiyle karşılaştırıldığında sanat hem yetersizdir hem de dehşete ve ıstıraba ses verme yeteneğine sahip değildir veya buna ortaktır”[6] diyerek bu durumu özetler. Ancak Broch’ta edebiyattan uzaklaşma ve zaman zaman edebiyata yaklaşma arasında askıda kalma durumu da gözlenir. Bunun nedenini Agnieszka Hudzik, Broch üzerine yaptığı incelemede şöyle açıklar:
Şairle toplum arasındaki ilişki ikirciklidir. Şair bir yandan toplumdan uzaklaşmalı, diğer yandan şiiri aracılığıyla topluma geri dönmenin bir yolunu bulmalıdır, çünkü ikisi de birbirine muhtaçtır ve birbirine bağımlıdır.[7]
Evet, hakikaten şiir ondan uzaklaşma sebebi olarak hükümsüzdür, dünyaya müdahale edip onu değiştiremez, ancak bir topluluk inşa etmeye yönelik doyumsuz bir özlem uyandırabilir. Savaşları durdurmaya gücü yetmeyen edebiyat, savaşsız bir dünyaya dair inancı diri tutabilir.

Edebiyata küskün olduğu dönemlerde teori çalışmalarında, edebiyata yaklaştığı dönemlerde kurgularında, dolayısıyla bütün eserlerinde insanlığı içinde bulunduğu bunalım açısından inceleyen, yaklaşmakta olan tehlikelere karşı uyaran ve bu nedenleri gerek felsefi-bilimsel çalışmaları gerekse kurgu yazılarıyla sorgulayan Broch elbette yaşadığı dönemde yeterli ilgiyi görmedi. Öyle ki, Kirk Wetters, Broch üzerine yaptığı çalışmada “Hiçbir zaman herhangi bir okula ait olmadı ve bu da çalışmalarının kabul görmesini kesinlikle engelledi”[8] iddiasını ileri sürdü. Broch hiçbir ekole bağlı olmadığı gibi, düşünceleri tarihsel gelişmelere açık, teorik çalışmaları ise eklektikti. Bu anlamda Broch, Wetters’ın ifadesiyle söylemek gerekirse, “modernist edebiyatla geniş bir yelpazedeki modernlik felsefeleri arasında kesinlikle eşsiz bir köprüdür”. (s. 24) Bu noktada, teorik çalışmalarıyla kurgu eserlerinin yöntem açısından birbirinden ayrılmadığını ve siyasi-edebi-felsefi bütün çalışmalarının temelinde kitle yanılsaması teorisi olduğunu belirtmeliyiz. Siyasi düşünceleri de ekollerden bağımsız ve eklektikti. Örneğin Broch’tan etkilenen ve onu etkileyen isimlerin başında gelen György Lukacs, Batı solunun öncüsü konumuna geldiğinde dahi Broch sağ epistemolojiyle sol etik arasında kendi solunu destekleyen, –Lukacs’ın aksine Marksist olmayan– geçerli bir sol epistemoloji arayışı içindeydi. Özellikle özgürlük, öznellik, öznelik gibi olumlu sol etik kavramları gerçekten varmış ve başarılmış gibi kullanan Broch, insan haklarına verdiği önem ve etik eylem çerçevesinde çalışmalarını sürdürdü. Sürgün olduğu ABD’de özellikle siyasi çalışmalara yönelen yazar, kölelik karşıtlığını insan hakları teorisinin temeli haline getirdi. Onun demokratik tavrının temelinde tüm insanlar eşittir ve tek bir insan dahi “feda edilemez olan”dır. Ona göre toplumların bu denli bölünmüş olması insanların sadece dış ilişkilerini değil, içsel süreçlerini de etkilemektedir. Bütünlüklü çalışmaları, bütünleştirilmiş, ancak özne olma vasfını kaybetmemiş bireylerden oluşan toplumlar öngörüyordu; bu bağlamda uluslararası akademiler kurulması teklifini sunmuştu.
Sürgün yıllarında çok küçük meblağlarla geçinmek zorunda kalan –bu paranın da neredeyse tamamını ihtiyaç sahiplerine harcıyordu– Broch, yaşarken değeri teslim edilmemiş bir yazardı. Hoffmansthal İncelemesi’nde “Öldükten sonra şöhret olmanın şöhretten daha önemli hale gelmesinin sanat tarihinde bir garabet” olduğunu söyleyen de yine oydu. Broch’un etkilediği isimlerin büyüklüğüne ve üzerine yapılan çalışmalara bakarak onun için yazarların yazarı demek istiyorum. Peki, yazarların yazarının kelimeleri bile, modern insanı etkileme, eyleme geçirme, kötüye gidişi durdurma çabasında niçin böylesine kifayetsiz kaldı? Edebiyatın insanlığı bağlayıcı bir hükmü olmalı mı? Nihai noktada Broch’u edebiyata küstüren, bilginin edebiyattan üstün olduğuna ikna eden, sanat karşısında bilimi öncelemesine sebep olan dehşet şu an yaşadığımız küresel bunalımdan farklı mıydı? Yoksa biz de Suçsuzlar’daki o burjuvalar gibi günlük hayatın dağdağasında sürüklenirken kitlenin bunalımına gözlerimizi mi kapıyoruz? Gözlerimizi dört açsak insanlığın gidişatını, edebiyat aracılığıyla değiştirebilir miyiz? Peki, acaba Broch bugün yaşasaydı bilimsel gelişmelerin bunca acıya sebep olduğunu düşünerek edebiyatın insancıl koynuna geri döner miydi; (yaklaşma evresi) son günlerde bunu sıkça düşünüyorum. Her türlü edebiyatın anlamsızlığına dair kapıldığı o düşünceyle varoluşu arasındaki çatışmadan ne denli yorulmuştu? Oysa olduğu pek çok şey arasında en çok yazar olmak ona yakışmış gibi görünüyor. Çünkü görülen o ki, Kundera’nın da Bir Buluşma’da işaret ettiği gibi, onu yaşatacak olan felsefi çalışmalarından ziyade edebi eserleri.
Broch üzerine daha pek çok şey yazılabilir, ancak onu kendi diliyle özetlemek gerekirse, mümkün-imkânsız bir düzende, parçalanmış ve farklılaşmış bir dünyada, insani bir bütünlüğün teoride ve yazma sürecinde nasıl elde edilebileceği üzerine etik kaygılardan yorgun düşene kadar düşündü ve bu eksende –iyi ki– yazdı.
NOTLAR
[1] Hermann Broch, Psikolojik Otobiyografi, çev. Saliha Yeniyol Kerkhoff, İthaki Yayınları, İstanbul, 2013.
[2] Hannah Arendt, Karanlık Zamanlarda İnsanlar, çev. İsmail Ilgar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2022.
[3] Milan Kundera, Bir Buluşma, çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, İstanbul, 2017.
[4] Paul Michael Lützeler, Genese eines Exilprojekst: Hermann Brochs Entwürfe zur “Massenwahntheorie”, httpps://d-nb.info/1190123819/34
[5] Hermann Broch, Edebiyat ve Felsefe, çev. Ahmet Sarı, Salkımsöğüt Yayınları, Ankara, 2006.
[6] Peter Yoonsuk Paik, “The End of Art in Broch’s Der Tod des Vergil and Celan’s Atemwende” (201-216), P.M Lützeler (Ed.) Hermann Broch, Visionary in Exile: The 2001 Yale Symposium, Camden House, New York, 2003, s. 201.
[7] Agnieszka Hudzik, “Broch Weiterlesen:Gemeinschaft in Literatur Und Theorie”(255-279) Sarah McGaughey (Ed.) Massenwahntheorie und Friedenspoetik, De Gruyter, Berlin/Boston 2023, s. 270.
[8] Kirk Wetters, “Hermann Broch’s Massenwahntheorie” (s. 9-31), Sarah McGaughey (Ed.) Massenwahntheorie und Friedenspoetik, De Gruyter, Berlin/Boston 2023, s. 12.
Önceki Yazı

İzin verin de sanatınızın üstünü değiştireyim
“Yazar, çevirmen, akademisyen Kate Briggs’in çeviri üstüne sesli düşündüğü Küçük Bir Sanat, pek de küçük olmayan çeviri sanatı üzerine bir sorgulama, güzelleme ve pek zevkli bir okuma; en azından kafayı yazıyla bozanlar ve bulanlar için…”
Sonraki Yazı

Kevork’tan Artun’a miras kalan
“Kevork’un çocukluk yıllarında T’de yaşadıkları onu giderek hınç insanına dönüştürmüştür. Kabul görme arzusuyla geldiği İstanbul’da karşılaştığı sınıfsal ve kültürel uçurum daha da dışlanmış hissettirir. Sonunda, hissettiği bu derin öfkeyi önce kendisinden, sonra ailesinden çıkararak hayatta kalır.”