Her Şeyin Şafağı dolayısıyla – II:
Evrimin ışığı olmaksızın...
“Atalarımıza ‘insanlıklarını iade etmeye’ çalışan Her Şeyin Şafağı, insanlığın elli bin yıldan önceki macerasıyla ilgilenmeyerek, insan oluş sürecinin yüzde doksanına sahne olan Afrika’yı atlayıp büyük hikâyeyi Avrupa’nın buzul çağından başlatarak ironik bir biçimde daha eski atalarımızın insanlıklarını görmezden geliyor, bundan da önemlisi insan oluş sürecimizi.”
Solda, estetik amaçlarla dişleri sivriltilmiş Bayakalı (Kongo) bir çocuk. Sağda Mean Girls (Kötü Kızlar) filminden bir sahne (Mark Waters, 2004).
Yazının ilk bölümü için tıklayınız:
Her Şeyin Şafağı dolayısıyla – I: “Atalarımıza insanlıklarını iade etmek”
“YENİ BİR İNSANLIK TARİHİ”. HER ŞEYİN ŞAFAĞI’NIN ALT BAŞLIĞI son derece iddialı. İddianın büyüklüğüyle orantılı olarak HŞŞ, büyük övgülere de mazhar oldu, çok sert eleştiriler de aldı. Bir yanda kitabı son yılların en önemli eseri olarak gösterenler, G-W’nin mit kırıcılığını övenler, “ya dünya tarihi hakkında bildiğimiz her şey yanlışsa” diyenler var, bir yanda da yazarları cımbızlama safsatasıyla (cherry picking), verileri çarpıtmakla, verilerden çok anekdotlara dayanmakla eleştirenler… Hemen herkesin üzerinde birleştiği şeyse, metnin çok parlak, spekülatif ve kışkırtıcı olduğu.
Avcı-toplayıcı toplulukların hiyerarşik, buna karşılık bazı tarım topluluklarının demokratik olabilmesi, aristokrat bir grup tarafından yönetilen bazı Amerikan yerlilerinde köleciliğin görülmesi, yönetici bir sınıf olmadan da ayakta kalabilen büyük kentler, tarım devriminin aslında bir devrim olmayıp zorunlu olarak eşitsizliğe yol açmayışı, eşitsizliğin ve hatta köleciliğin çeşitli biçimlerde daha önce de var olması… Üst paleolitikte Avrupa’daki toplumların zaten hayli karmaşık olduğunu öne sürerek evrimci “aşama aşama karmaşıklaşma” modelini reddeden kitap ilerleme şablonuna aykırı örnekler ve argümanlarla dolu: “Teorisyenler geçmişte olan biten her şey sanki daha önceden kestirilebilirmiş gibi yazma eğilimindedir” diyor G-W.[1] Bunu da biraz dürüstlükten uzak buluyorlar, çünkü “geleceği kestirmeye çalıştığımızda neredeyse şaşmaz bir biçimde yanılırız, sadece sosyal bilimciler değil, herkes için geçerlidir bu”. Sanki dünyanın bugünkü hali, son 10.000 yıllık tarihin kaçınılmaz bir sonucuymuş gibi:
Kim bilir? Belki de türümüz varlığını sürdürürse ve bir gün bu henüz bilinmeyen gelecekten geriye doğru bakabilirsek, uzak geçmişin şu anda anormal gibi görünen yönleri ortaya çıkar.
Minos Girit’i ve Hopewell kültürü gibi örnekleri istisnalar ya da anayoldaki tümsekler değil de daha sonra devam edilmemiş yollar, alternatifler olarak görebilirsek, köleciliğin, soykırımların, patriyarkanın… da zorunlu olmadığını fark edebiliriz. Geleceğin sunduğu olasılıkların, imkânların da… (s. 524)
G-W’ye göre günümüzün ilkel kabileleri –örneğin Nuer ve Eskimolar– hiçbir şekilde ‘atalarımızın geçmişine açılan pencereler’ olarak görülmemeli. Onlar da tıpkı bizim gibi modern çağın ürünleri; ancak bu örnekler sayesinde asla düşünemeyeceğimiz olasılıkları fark ederiz ve insanların aslında bu tür olasılıkları hayata geçirme yeteneğine sahip olduklarını, hatta bunların etrafında bütün sosyal sistemleri ve değer sistemlerini inşa edebildiklerini anlarız. Kısacası, bazen insanın (diğer) insanların hayal ettiğinden çok daha ilginç olduğunu… (s. 121)
SIK SIK MARCEL MAUSS’A REFERANS VEREN yazarlar armağan ekonomisi bir yana onun kültür alanları üzerine yazdıklarından da söz ediyor, mesela Mauss’un “kültürel yayılma” fikrini anlamsız bulmasından: Kültürel yayılma fikri, Mauss’a göre insanların, teknolojilerin ve fikirlerin hareketini sanki alışılmadık bir şeymiş gibi görmenin bir sonucu. Oysa eskiden insanlar çok daha fazla hareket ediyorlardı, örneğin bütün Pasifik havzası tek bir kültür alanıydı. Mauss’un kültürleri bir “ret yapısı” olarak tanımlayışı, yani her kültürün komşu kültürle karşıtlaştırarak kendini biçimlendirdiğini ileri sürmesi, G-W’yi etkilemiş görünüyor: “Toplumlar birbirlerinden pek çok şey ödünç alarak yaşarlar, ama kendilerini ödünç almayı reddettikleri şeylerle tanımlarlar.” (s. 174)
Mauss’un izinden giderek şunu soruyor G-W: Bir toplumu nihai olarak şekillendiren şeyler nelerdir? Ekonomik faktörler mi, örgütlenme yapıları, kültürel değerler ve fikirler mi? Bir üçüncüsünü öneriyorlar: Toplumlar öteki toplumlara göre bilinçli olarak kendilerini biçimlendiriyor, inşa ediyor ve üretiyor olmasınlar?
Aynı şey insan bilinci için de geçerliyse (“İnsan düşüncesi doğası gereği diyalojiktir”, s. 94) sosyal bilimlerdeki kuramlar için de geçerli olsa gerek: Franz Boas’ın göreciliği, 19. yüzyıl antropolojisinin ırkçılığa varan sosyal Darwinizmine ve ilerlemeciliğine bir tepkiydi. G-W de günümüzün popüler ilerlemeciliğine karşı tepkili. O kadar ki, Chris Knight’ın da dediği gibi, HŞŞ haksız bir şekilde modern evrim kuramını 19. yüzyılın ilerlemeci anlatısıyla bir tutuyor, evrimin ilerlemeci yorumunu olduğu kadar, evrim fikrinin kendisini de dışlıyor.
Bu yeni insanlık tarihi girişiminde, insanın insan oluş hikâyesine hiç yer verilmemesi nereden baksanız pek tuhaf: Her Şeyin Şafağı buz devriyle başlıyor insanlık tarihine. Yazarların ilerlemeciliğe ve Harari, Diamond, Pinker gibi ilerlemecilere tepki duymalarında anlaşılmayacak bir şey yok. Akademik açıdan pek demode olsa da, ilerlemeciliğin muazzam popülerliği –ve tehlikeli tarafları– su götürmez. Öte yandan, ilerlemeyle evrimi bir tutarak, insanlığın içinde şekillendiği daha büyük bir tarihi görmezden gelerek ‘yeni bir insanlık tarihi’ yazmaya çalışmak, haliyle, çeşitli arızalara yol açabiliyor. HŞŞ’nin en büyük problemlerinden biri bu arızalar bence. Türümüzün Afrika’daki kökenlerine ilgisizlik, evrim faslını aradan çıkarmak için homo sapiens’in tarihini üst paleolitik dönemde başlatmak…
Evrimsel bir perspektifinin olmayışı, kitabın en büyük problemi. Oysa “atalarımızın hakkını yemeden” (yani ilerlemeciliğin tuzaklarına düşmeksizin) de evrimden yararlanmak mümkündü ve bu, eski paradigmayı aşmakta çok daha elverişli araçlar sunabilirdi. Biyolog Theodosius Dobzhansky, tarihe geçen “Evrimin ışığı olmaksızın biyolojide hiçbir şeyin anlamı yoktur” adlı makalesini 1973’te evrim karşıtı yaratılışçıları hedefleyerek yazmıştı, bugün bu sözleri hem herkese hem de bütün disiplinlere hitap edecek şekilde kullanmanın zamanı geldi artık. 200.000 yıldır homo sapiens’in biyolojik olarak hiç değişmemesi –ki değiştiğini biliyoruz– geçmişe bakarken evrim perspektifini yok saymanın bir mazereti olamaz. Birkaç milyon yıllık tarihini hesaba katmadan homo sapiens’i ve bu evrim sürecinde şekillenen doğasını kavrayamayız. İster hikâyeyi milyon yıl öncesinden başlatalım, ister buz devrinden, isterse geçen yüzyıldan.
Yazarlar, okuru sık sık ilginç ve parlak argümanlarla olduğu gibi, üzerinde pek düşünülmemiş gibi görünen kestirip atmalarla da şaşırtıyor. Örneğin antropolojinin temellerinden birini teşkil eden akrabalık sistemlerinin önemli olmadığını ispatlamaya çalışırken “en güçlü toplumsal bağlarımızın yakın biyolojik akrabalıklara dayandığını varsayan evrimci modellere açık bir itiraz var,” diyorlar, “birçok insan ailesini pek fazla sevmez”. Akrabalık sistemlerinin biyolojiye ne kadar, ne ölçüde dayandığı, ne kadar hayalî olduğu, bunun ne kadar zamandır tartışılageldiği ayrı bir konu, –tartışıyorlar da zaten– burada meselemiz, kitabın geneline yayılmış bir tutum: “Açık bir itiraz var”. O ‘açık itiraz’ görünüşe göre şu cümleden ibaret: “Birçok insan ailesini pek fazla sevmez.” (s. 279).
Çin ruleti oynadığımızı farz edelim: HŞŞ bir sofra olsaydı, çok çeşitli ve zengin, deneysel yemeklerle donanmış, sürprizli bir sofra olurdu; ama bunlara çala çırpa hazırlanmış, yenir yutulur olmayan pek çok meze de eşlik ederdi ve en önemlisi –mesela– ne yemeklerde tuz olurdu, ne masada.
Dunbar sayısı[2] üzerine itirazları da aynı şekilde ilginç. David’ler modern avcı-toplayıcıların da, tarih öncesi atalarımızın da hem küçük ölçekte hem büyük ölçekte sosyal olarak var olabildiklerini söylüyorlar, Dunbar sayısının ‘bizim türümüz’ için de geçerli olup olmadığı konusunda tereddütteler. (s. 570)
Dunbar grup büyüklüğü ile neokorteks boyutu arasındaki bağlantının varlığını bütün primatlarda göstermeye çalışmıştı. Dolayısıyla Dunbar sayısı, insanın henüz insan olmadan önceki yüz binlerce yılı için de geçerli. (O zaman da primatlar ailesinin bir üyesiydik, şimdi de öyleyiz.) Bu arada “tarih öncesi avcı-toplayıcılar” dendiğinde G-W’nin geç Pleistosen (buzul çağı) dönemi homo sapiens’ini anladıklarını biliyoruz; oysa avcı-toplayıcılığın tarihi homo sapiens’ten çok çok daha eski. Buzul çağı avcı-toplayıcılarının bugünkü insanlardan pek farkı olmadığı kesin; peki ya öncesi?
Evrime (daha doğrusu evrimin de içerdiğini düşündükleri teleoloji ve ilerleme fikrine) dair antipatilerinin bir sonucu olarak G-W ikilisinin buzul çağının öncesiyle ilgilenmediklerine değinmiştik. Yeni araştırmalar, yeni bulgular, yeni kuramlar ve varsayımlar söz konusu olduğunda da G-W arkeoloji ve antropoloji dışında pek az şeyle ilgili. Atalarımıza insanlıklarını geri verme çabasının, tarih boyunca bir değişmezlik anlatısı kurmaya kadar gidebilmesi endişe verici.
Oysaki son yıllarda nörobilim, evrim kuramı, evrimsel psikoloji gibi başka alanlarda da çok önemli yeni bulgulara ulaşıldı. Örneğin yüz bin yıl kadar önce küçülen homo sapiens beyninin en son 3.000 yıl önce tekrar küçüldüğünün ortaya çıkması: Uygarlık dediğimiz şeyin hemen başında atalarımızın beyinlerinin bizimkinden bir parça büyük olması, dikkate alınması gereken önemli bir fark değil mi?
Bir an için bu ve benzeri farkları görmezden gelelim, antik şehirlerden, tarımdan, yerleşik hayattan öncesine gidelim; 200.000 ya da 100.000 yıl önceki atalarımızın biyolojik ve zihinsel olarak bizden hiç farklı olmadığını kabul edelim, ya da muhtemel farkların o kadar önemli olmadığını… Yani tam da G-W’nin tahayyül ettiği gibi, bizim gibi düşünen, politik sistemleri deneyen, rasyonel, bilinçli birer politik aktör olduklarını.
Mademki son 200.000 ya da 100.000 yıldır biyolojik açıdan neredeyse hiç değişmemişti insanlar, Göbeklitepe’yi inşa etmeleri nasıl olup da on binlerce yıl sürdü? G-W sapient paradoksunu pek ciddiye almıyor ve kanıtları tersten okumanın bir sonucundan ibaret görüyor: Binlerce yıl boyunca modern beyinlerimiz olduğu halde ‘maymunlar gibi’ yaşamaya devam ettiğimizde ısrar etmek ya da daha karmaşık örgütlenmelere gidebilecekken belirsiz bir sebepten bunu yapmamayı seçtiğimizi ileri sürmek. (s. 93) Buna karşılık olarak G-W buzul çağı insanının politik birer aktör olduğunu 60.000 ya da 50.000 yıl öncesinden kalan mağara sanatından örneklerle kanıtlamayı seçiyor. Paradoksu çözmekten ya da önemsizleştirmekten uzak, sadece soruyu değiştiren örnekler: Bu resimleri yapabilecek kavrayışa sahip insanlar neden Göbeklitepe için binlerce yıl bekledi?
İklim yüzünden denebilir. Buzul çağının sona ermesiyle pek çok şey mümkün olabilmişti. Beklemediler aslında denebilir; Göbeklitepe gibi çok sayıda kanıt denizlerin altında keşfedilmeyi bekliyor olabilir – buzul çağından sonra denizlerin yükselmesiyle yerleşim yerlerinin ve kanıtların sular altında kalması yüzünden. G-W’nin dediği bugün kapana kısılmışsak, eskiden, çok eskiden de kısılmış olabiliriz. Ve bunun, insanların tamamen dışında, çok basit sebepleri olabilir. Tek neden safsatasına[3] düşmeden, birbirleriyle ilişkili çok sayıda faktörden de söz edilebilir.
BELKİ DE ÖLÇEK GERÇEKTEN ÖNEMLİDİR! 150’nin üstündeki insanla doğrudan ilişki kuramayışımız, 150’den kalabalık topluluklarda hiyerarşinin gerekliliğine kapı açabileceği için G-W’nin Dunbar sayısı ile başı hoş değil. Tamamen mesnetsiz bir kaygı. Paleolitikte atalarımızın mevsimsel de olsa büyük topluluklar halinde bir araya gelebildiğini, kalabalık yaşayabildiğini, hayal ettiğimiz şekilde tam bir eşitliğin söz konusu olmadığını söylüyorlar ama onların senaryosunda hiyerarşi-eşitlik, büyük ölçek-küçük ölçek arasında bir salınım var daha çok. Ölçekle eşitlik ya da hiyerarşi arasında da bir bağlantı öngörmüyorlar, tam tersi örnekleri öne çıkarıyorlar.
Evrime tamamen karşı olduğunu söylemek Graeber’a haksızlık olur. Bir yazısında[4] –sosyal Darwinizmle suçladığı– Darwin’in yerine, doğadaki karşılıklı yardımlaşmayı öne çıkaran anarşist Rus evrimcisi Kropotkin’i yeğlediğini yazmıştı. Oysa evrim perspektifine “yaşamak için savaş” sloganının yanına “karşılıklı yardımlaşma” fikrini de yerleştiren Kropotkin, Darwin’in değil, olsa olsa sosyal Darwinizmin bir alternatifi. Chris Knight, Darwinizmi ve modern evrim kuramını “bencillikle açgözlülüğü doğallaştırmakla” suçlayan Graeber’ı eleştirirken “pek çok bakımdan,” diyor, “modern Darwinizm ‘dayanışmanın bilimi’ olarak adlandırılabilir, hatta belki de aşkın bilimi.”[5] Bir parça abarttığı kanısındayım.
Bu devirde Darwin’le sosyal Darwinizmi, Spencer’i bir tutmak inanılır gibi değil. Eski moda ilerlemeciliği yeni ambalajlarla sunan Harari gibi popülist yazarların, avcı-toplayıcıları şempanzelerle karşılaştırmak gibi tuhaflıklarını alaya almak başka, evrim fikrini onlarla özdeşleştirip görmezden gelmek başka…
O kadar başka ki, “atalarımıza insanlıklarını iade etme”ye çalışan HŞŞ, insanlığın elli bin yıldan önceki macerasıyla ilgilenmeyerek, insan oluş sürecinin yüzde doksanına sahne olan Afrika’yı atlayıp büyük hikâyeyi Avrupa’nın buzul çağından başlatarak ironik bir biçimde daha eski atalarımızın insanlıklarını görmezden geliyor, bundan da önemlisi insan oluş sürecimizi.
Daniel Immerwahr’ın ifadesiyle “zaman içindeki değişimin hikâyesi değil, siyasi çeşitliliğin coşkulu bir panoraması” olan bu anarşist tarih, anarşizmin iyimserliğini de taşıyor: İnsanlara fikirleri sorulursa, seçenekler gösterilirse, devlet şiddeti tepelerinde olmadıkça politik seçimlerini yapacaklardır…
GRAEBER İLE WENGROW, SIK SIK ATALARIMIZIN TIPKI BİZİM GİBİ rasyonel birer politik aktör olduklarını sık sık tekrarlıyorlar. Tıpkı bizim gibi: Zihinsel potansiyel açısından bizden hiç de geride kalmadıklarını vurgulamak için. Peki biz ne kadar rasyonel politik aktörleriz? Görünüşe göre HŞŞ, anarşizmin özgür bireylerinin gönüllü etkileşimini uzak geçmişimizde de arıyor… Kuraldan, baskıdan, zorlamadan nefret eden, neyi nasıl yapacağına kendisi karar vermek isteyen, özgür insanlar bunlar. Bizim olmadığımız kadar!
İnsanın rasyonel bir varlık olup olmadığı felsefenin doğuşundan bu yana tartışılagelmiş. Evrim açısından bakıldığında, bir adaptasyon ürünü olan insan beyninin çoğu durumda irrasyonel görünen işleyişi, aslında bu işleyişin problem çözmeye değil de gruptan kopmamaya, gruptakileri ikna etmeye, kısacası birlikte yaşamanın problemlerine odaklı bambaşka bir mantığa dayanmasından kaynaklanıyor olabilir. Yani, insanların irrasyonelliği, evrim sürecindeki bambaşka bir dünyanın rasyonelliği olabilir, bir bozukluk ya da eksiklik değil. Hugo Mercier ile Dan Sperber eski bakışı zihinselci, kendilerininkini de etkileşimci yaklaşım olarak tanımlıyorlar: Mantığın hipersosyal bireyler tarafından grup içinde kullanılan bir araç olduğunu ileri süren “etkileşimci yaklaşıma göre, akıl yürütme tek bir kişinin daha iyi düşünmesi için evrilmedi, bir toplumsal etkileşim aracı olarak evrildi. Kendimizi haklı çıkarmak ve başkalarını ikna etmek için muhakeme yürütürüz.”[6]
Fareler ve insanlar. Biz insanların aksine, farelerin kendi kanaatlerini ve inançlarını destekleyen bilgileri seçip ötekileri reddetme gibi bir huyları yoktur – lüksleri de: “Etrafta kedi olmadığı inancını teyit etmekte kararlı bir fare ile ekmek kırıntısının dünyanın en iyi yiyeceği olduğu kanaatini teyit etmek için bütün dikkatini kırıntılara vererek öteki yiyecekleri görmezden gelen bir sıçan, genlerini sonraki kuşaklara geçiremez.”[7] Ama insanlar böyle şeyleri hep yaparlar ve işte, yine de hâlâ hayattayız. Bunları yapıp hayatta kalabilme lüksünü, işbölümü yapan gruplar içindeki sosyalliğimize, kendimizi evcilleştirmemize borçluyuz.
Çeşitli primat türlerinde grubun büyüklüğüyle, yani toplumsal yaşamın karmaşıklığıyla neokorteksin göreli büyüklüğü arasındaki kanıtlanmış doğrusal ilişki, primat zekâsının sosyallikle ne kadar iç içe olduğunun bir kanıtı. Büyük gruplar yırtıcılara karşı korunma sağlar, zekâmız grup içinde ilişkileri idare etmeye odaklanmıştır, grubun verdiği güven hissiyle en temel tehditleri –büyük kedileri bile– umursamaz, kanaatlerimizi doğrulayan bilgileri seçebilir hale geliriz.[8]
Grup içinde entrika, kumpas, komplo, güç çekişmesi, kıskançlık, ayartma, dedikodu, rekabet, entrika, büyülü güçler, sihir, dayanışma, işbirliği… bütün bunlar varken ve zekâmız dış dünyadaki nesnel sorunlardan çok bunlara yoğunlaşmışken, bu tür bir rasyonelliğin, dışarıdan bakıldığında çoğunlukla hayati meselelere çözümler getirmekten çok uzak bir irrasyonellik olarak görünmemesi mümkün mü?
Soru şöyle de sorulabilir: Dünyanın gizemlerini çözmek, toplumu düzenlemek için değil, grup içinde işbirliği yapmak, başkalarıyla rekabet etmek, eş bulmak için özelleşmiş olan kolektif zekâ dediğimiz şeyin tipik örneği, ihtiyarlar meclisinin ya da anarşist konseylerin bir araya gelip kararlar alması ve bu kararları uygulamaya koyması olabilir mi?
YAZAR VE NÖROBİLİMCİ ERIC HOEL, HŞŞ üzerine yazdığı ilginç ve popüler yazıda, neden Göbeklitepe için binlerce yıl beklemek gerektiğini, Dunbar sayısının toplumsal dönüşüm için bir eşik olduğu varsayımından hareketle açıklamaya çalışmış:
Benim ve herkesin yapabileceği tek şey, spekülasyonlar ortaya atmaktan ibaret, elbette bu spekülasyonlara ihtiyatla yaklaşılmalı. Yine de bana öyle geliyor ki, Her Şeyin Şafağı’nın öyküsünü farklı bir şekilde anlatan alternatif bir teori var. David'lerin yazmış olmalarını istediğim kitap işte tam da buydu.
50.000 yıl önceye gitmek mümkün olsa kim ne bulmayı beklerdi? Tabii ki Hobbes sürekli bir savaş halini, Rousseau cennet gibi bir barış ortamını… G-W ise Kandiaronk’larla dolu konseyleri!
Hoel’e göre, belki de Dunbar sayısından daha küçük insan grupları bunlardan herhangi birine göre organize değildi, hatta hiçbir şeye göre örgütlenmemişlerdi; var olan tek şey sosyal ilişkilerdi. Ne bir şef, ne bir yaşlılar heyeti, ne de kurallar… Sadece popüler olanlar ve olmayan tipler vardı! Tıpkı çiftleşme hiyerarşilerine sahip öteki primatlar ve tabii ki hominid atalarımız gibi, türümüzün de en büyük kaygılarından biri, kimin kimle ne yaptığı... Kısaca, MÖ 50.000’deki toplum her şeyden çok günümüzdeki bir liseye benziyordu! Hani şu, Amerikan gençlik filmlerinde en abartılı entrikalı hallerini gördüğümüz, zorbalardan ve amigo kızlardan geçilmeyen high school’lara!
“Lise metaforunun çılgınca göründüğünün farkındayım” diyor Hoel. Ama muhtemel metaforlar arasında en sağlamının bu olduğu kanısında: Ne de olsa HŞŞ’nin temel mesajı, tarihöncesi insanların ‘tıpkı bizim gibi’ olduğu değil miydi? Bütün tuhaflıkları, farklılıkları, düzenbazlıkları, neşe ve kıskançlıklarıyla… “David’lerin düşündüklerinin aksine, insanların çoğu bir Kandiaronk değildir – o istisnai biriydi.” İstisnai bir entelektüel, bir düşünür. Oysa insanların çoğu böyle değildir. Çok büyük bir çoğunluğu bizim gibidir: Liseden hatırladığımız tiplere benzer. “Dolayısıyla,” diyor Hoel,
“Her Şeyin Şafağı’ndaki mesajın özünü ciddiye alırsak, belki de MÖ 50.000‘de Afrika’da yeni bir kabileye girmek, yüzleri boyalı ciddi aktörlerin ormanda canlandırdığı bir dizi gizemli ritüeli içermiyordu. Belki daha çok Mean Girls [Kötü Kızlar] filmindeki kötü şöhretli yemek sahnesini andırıyordu (izlemenizi tavsiye ederim), kıyafetler gibi bazı küçük yüzeysel değişikliklerle…
Lisede öğrenciler arasında bir sosyal ağ vardır ama resmî herhangi bir hiyerarşi yoktur. Bir hiyerarşi varsa bile, resmî bir hiyerarşide olduğu gibi, tüm öğrencileri en az popülerden en popülere doğru sıralamak mümkün değildir: “Daha çok her şey, herkese karşı, sürekli ve sürekli değişen bir itibar yönetimi tarafından organize ediliyormuş gibidir.”
Hoel’e göre lise metaforu, HŞŞ’nin çizdiği anarşist çetelerden oluşan paloelolitik toplum manzarasına gayet uygun: Kabile şeflerinin en popüler insanlar olması, otorite eksikliği (şefin otoritesi sadece konuşmasındadır), formel herhangi bir zorlayıcı gücün olmayışı, bütün yaptırımların sosyal baskıya dayanması…
Aslında, ilk toplumların ham sosyal güç (mahalle baskısı?) tarafından örgütlenmek zorunda olması neredeyse totolojik; Hoel herhangi bir şeyi dayatacak veya uygulandığında sosyal baskıyla mücadele edecek başka resmî bir gücün zaten olmadığına dikkat çekiyor:
[Lise metaforu] aynı zamanda ilk resmî hükümetlerin neden teatral ya da mevsimsel olduğunu da açıklar; çünkü olsa olsa ham sosyal gücün maskesiydiler – hangi aileler önemlidir, hangileri sevilir, kimler arkadaştır, kimler düşmandır... Bu, David’lerin bir dizi sürekli değişen Neolitik ‘siyasi deney’ olarak varsaydığı şeyin, aslında Gestapo gibi bir gerçek gücü (kim popüler, kim değil) gizleyen, sürekli değişen bir dizi gelenekten ibaret olduğu anlamına da gelir.
Lise metaforu (kesinlikle mükemmel olmamasına rağmen), Üst Paleolitik’te süslenmiş mezarlarda gömülme şerefi verilen iskeletlerin genellikle cüceler veya devler olduğuna veya fiziksel anomaliler taşıdığına dair tuhaf kanıtları açıklamada diğer metaforlardan daha iyi iş çıkarıyor: onlar birer maskottu.
Lise metaforunun yararlı olduğu bir başka nokta: Kralsız, kuralsız, tanrısız yaşayan, sosyal güç ve baskının biçimlendirdiği ilkel toplumların özgür olduğuna dair, antropologların da paylaştığı genel bir kanaat var. Oysa toplumsal hayatın dedikoduyla biçimlendiği küçük gruplarda hayat sık sık, Mean Girls’ün çekememezlikle ve dedikoduyla kaynayan dünyasına çok benziyor olabilir…
ROBIN DUNBAR, DEDİKODUNUN KONUŞMA DİLİNİN ORTAYA ÇIKMASINA yol açacak kadar önemli ve merkezi olduğunu iddia etmişti: Primat kuzenlerimiz için birbirlerini tımarlamak çok önemli bir sosyal faaliyettir:
Dil belli bir mesafeden gerçekleştirilen, bir çeşit tımarlama eylemidir ve pek çok açıdan aynı amaca hizmet eder.[9]
Dunbar’ın dediği gibi günlük hayatta hakiki sohbet, sadece “yalın ve dürüst bir tımarlama” ise, dedikodu da evrensel bir kaşağı olsa gerek.
Christopher Boehm de dedikodunun evrenselliğine dikkat çekiyor:
Bireylerin içselleştirdiği kurallar, sürekli dedikodu yapan grupların kültürel ürünüdür. Ahlaki kurallar bu şekilde ortaya çıkar, yerinde kalır ve sürekli olarak geliştirilir.[10]
Dedikoduya antropolojide hep olumlu değer atfedilir, diyor Hoel, Dunbar’ı ve Boehm’i yankılayarak; sosyal ilişkileri sürdüren, alay, utandırma ve dışlama gibi yollarla grup içindeki tembellerin, zorbaların ve beleşçilerin denetlendiği, tek tek bireylerin fazlaca güç kazanmasını engelleyen bir eşitleme mekanizması… Kabilenin şefi konuşur, sözü dinlenir ama söyledikleri yapılmaz, en becerikli avcılarla kıyasıya alay edilir, şaman ya da şef ya da en iyi avcı topluluğun en ‘popüler’ üyeleridir sadece; saygı görürler, önemsenirler, sevilirler – ama aynı zamanda arkalarından çok konuşulur…
G-W de aynı noktaya değiniyor: “Zorbalık davranışı içgüdüsel olsa da zorbalığa karşı koymak öyle değildir: bu iyi düşünülmüş bir stratejidir”. (s. 86) Yetenekli avcılar sistematik olarak küçümsenmezse veya fil eti gruba rastgele seçilen biri tarafından paylaştırılmazsa olacakları öngörüp ona göre davranıyorlar, “bu da siyasetin özüdür”. Christopher Boehm’den yaptıkları, orangutanlarla insanları karşıtlaştıran alıntıda insan topluluklarındaki dengeleyici mekanizmalara çok yaklaşmış görünüyorlar. Ama kitapta söz konusu stratejinin nasıl işlediği üzerinde durulmuyor; alay etme, utandırma, arkadan konuşma, küçük düşürme gibi taktikler ve bu taktiklerin evrimsel geçmişimiz boyunca insan doğasını nasıl biçimlendirmiş olabileceği üzerinde de…
Hoel’e göre “dedikodu bir dengeleme mekanizması işlevi görebilir ve sosyal gücün pek çok olumlu yanı vardır; bu gerçekten de hayatın özüdür. Ancak toplumu organize etmenin berbat bir yoludur bu”. Dedikodu sarmalı sadece zorbaları, tembelleri… değil, toplulukta çıkıntılık yapan herkesi hedef alır; bir yengeç sepetine, bir ‘dedikodu kapanı’na dönüşebilir.
SAPIENT PARADOKSUNA İLGİNÇ BİR ÇÖZÜM MÜ? On binlerce yıl bir yengeç sepeti içinde, dedikodu kapanında geçmiş olabilir mi? Ne de olsa dedikodu ve itibar yönetimi, zorbalığa ve asalaklığa olduğu kadar, bütün yeniliklere, her değişim kıvılcımına, ilginç ve farklı olan her şeye de engeldir: “Bütün bilişsel kaynaklar grup içindeki itibar yönetimine, popüler olmaya ayrılmıştır; yaratıcılığa, sanata veya mühendisliğe ayrılacak herhangi bir şey kalmaz. Tıpkı liselerde olduğu gibi.” Kim bir ucube olmak ister ki?
İşte, uygarlığın, kültürün ve bugünkü anlamıyla sanatın icadı için Dunbar sayısını aşmak bu nedenle önemli: 150’yi aşan gruplarda artık doğal sosyal hiyerarşi, itibar yönetimi ve dedikodu, toplumsal düzenleme için yetersiz kalır. Sonuç: Önce kaos, sonra mevsimsel, teatral birtakım biçimsel yapılar. Aşama aşama uygarlık adını verdiğimiz şey.
Dolayısıyla uygarlığın karşıtı barbarlık değil, “yumuşak sosyal güç”, ham toplumsal baskı, kabaca dedikodudur!
Bu yolda devam edersek: Atalarımız neden kalıcı hiyerarşiler kurmadılar? Dedikodu kapanında yaşıyorlardı da ondan. Tabii kapandan çıkış da uzun yüzyıllara, hatta binyıllara dayanan karmaşık ve gitgelli bir süreç olsa gerekti. G-W’nin esas olarak üzerinde yoğunlaşmak istediği tarih, aslında tam da bu gitgelli sürecin kendisi: Son 45-50 bin yıl. HŞŞ toplumsal deneyler festivalinin neden sona erdiğini açıklamıyor, spekülatif olmakla birlikte akla yakın bir açıklama, kapandan tamamen kurtulmamız olabilir. Kapan ile devamlı hiyerarşiler arasındaki –binlerce yıl süren– salınım sırasında her türlü toplumsal deney mümkün olmalıydı…
Hoel soruyor: “Peki uygarlık nedir? Dengeleme mekanizmalarını dengeleyen, bizi dedikodu tuzağından kurtaran bir üst yapı. Uygarlığın ayırt edici özelliğini söylemeye cüret ediyorum: dedikoduya karşı bağışıklık.” Yüksek mahkeme yargıçları, akademisyenler, gazeteciler, bilimciler dedikoduya karşı dokunulmazlığı olan sınıflardır örneğin.
Hoel’e göre homo sapiens olarak var oluşumuzun büyük bir bölümünde dedikodu kapanında yaşamışsak, zihinsel olarak bu kapanın rahatlığına dönmek de mümkün. Hatta dönmeye çalışıyoruz bile – mesela Twitter ile! (Ya da X, her neyse.) Çünkü sosyal medya, dedikodu ve sosyal manipülasyonun sınırsız olduğu ve sonsuza kadar aktarılabildiği, yeniden üretilebildiği, terörün sonsuz saltanatına rağmen insanlara kendini iyi hissettiren, ham bir toplumsal güç ortamı. Hoşlanmadığınız insanları –engelleyerek– sürgüne gönderebilir, kutuplaşmalar yaratıp seçtiğiniz bir tarafta yer alırsınız; mahkemede değil, kamusal ayıplamalarla (yaygın deyişle linç) verilir suç ve kabahatlerin cezası.
SEPETTE BİRBİRİNİ AŞAĞI ÇEKEN YENGEÇLER muhtemelen dehşet içindedir, dedikodu kapanında yaşayan insanların farkıysa, gayet mutlu olmalarıdır, diyor Hoel: “Bu bizim doğal ortamımız.” İptal kültürü yaratıyoruz, kültürü iptal etmeye çabalıyoruz, çünkü bizim en eski iş görme usullerimiz bunlar! Bütün çatışmaları sosyal baskıyla çözmeye çalışmak, bir dedikodu kapanında yaşadığımızın göstergesi olabilir pekâlâ. Savcıların sosyal medyadaki kampanya ve linçlerden sonra dava açmaları tehlike çanlarından biri olmasın?
Birkaç on bin yıl önce ham toplumsal güç kapanından, ancak formel örgütlenmeyi ve hatta hiyerarşiyi gerektiren büyük ölçekli toplumlar yaratarak, Dunbar sayısını aşarak çıkabilmiş bir tür, ham toplumsal güç aracılığıyla günümüzün karmaşık ve muazzam nüfuslu toplumlarını örgütleyebilir mi? Böyle bir şey gerçekleşirse, bildiğimiz uygarlığın sonu olmaz mı bu?
Bildiğimiz uygarlığın sonu yepyeni bir şeyle değil, çok eski birtakım zaaflarla gelse gerektir zaten. İnsan zihni gibi insan toplulukları da birer tabula rasa değil. Sosyal medya gökten zembille inip hepimizi esir almış değil; teknoloji devleri olarak nam salmış sosyal medya uygulamalarının sahibi olan büyük reklam şirketleri, çok eskilere dayanan alışkanlıklarımızı, zayıflıklarımızı sömürüyor sadece.[11] Dolayısıyla G-W haklı, elli bin yıl önceki atalarımıza çok ama çok benziyoruz! Birer Kandiaronk olamayabiliriz, ama hepimiz az ya da çok dedikoducuyuz. Az derken, lafın gelişi...
Bu benzerliğin izi nasıl sürülebilir? Günümüzde en popüler figürü Stephen Pinker olan evrimsel psikoloji, sıklıkla bugünü geçmişe projekte etmekle suçlanmıştır, hatta Stephen J. Gould ile Richard Lewontin evrimsel psikolojiyi Pangloss’çu[12] olmakla suçlamış, karikatürize etmişlerdi: Canlılarda bugün gördüğümüz her özellik, belirli bir uyarlanmanın sonucu olmayabilir, farklı uyarlanmaların yan ürünleri olabilir; gövdemizin ve zihnimizin her özelliğini bir adaptasyona bağlamaya çalışırsanız, Profesör Pangloss’vari bir şekilde “burun gözlük takmak için evrilmiştir” diyebilirsiniz...
Bilinmeyen bir tarihin boşluklarını bugünün anlayışıyla doldurmaktan başka bir şansımız yoksa, projeksiyon bir ölçüde kaçınılmaz. Antropolojinin 1950’lerde “avcı erkek” (Man the Hunter) figürünü idolleştirmesine muhalefet edenler, uzun süre kadınların da toplayıcı olduğunda, toplayıcılığın avcılıktan daha büyük bir önem taşıdığında ısrar etmediler mi? Arkeolojinin yeni keşifleri, tarih öncesi toplumlarda ve günümüz avcı-toplayıcılarında cinsiyete dayalı işbölümünün sanıldığı kadar keskin olmadığını, kadınların da ava katıldığını gösteriyor. Yoksa bu da 2020’lerin geçmişe yansıtılması mı dersiniz?
HŞŞ yazarlarının evrimle başı hiç hoş değil ama geçmişe projeksiyon konusunda evrimsel psikolojiyle yarışabilirler. Hobbes, Rousseau ve sayısız başka yazar da aynı şeyi yapmış, bugünü –bazen var olmayan bir bugünü, ya da ‘bugünden seçmeler’i– geçmişe yansıtmamış mıydı? Hoel’in de lise metaforuyla yaptığı da bir yansıtma – itiraf da ediyor bunu.
Hobbes’un birbirini yiyen insanları, bırakalım bugüne kadar gelmeyi, bir toplum oluşturmayı ve ayakta kalmayı bile başaramazlardı. Graeber’ın yazdıklarını hatırlayalım, insanlar her zaman ‘bir parça’ komünistti çünkü. Rousseau’nun soylu vahşilerine inanmayı herkes ister, ama arkeologlar her gün, on binlerce yıl öncesinin cinayetlerine ilişkin ipuçları yakalıyor. G-W ikilisinin öngördüğü, rasyonel politik aktörler belki her dönemde, her toplumun içinde vardı, ama entelektüeller her zaman azınlıkta olduğundan, Hoel’in dedikoducularla dolu hikâyesi –benden duymuş olmayın– senaryolar içinde en akla yakını gibi görünüyor. Hayatın olağan akışına şüphesiz daha uygun.
Sosyal medyanın uygarlığın sonunu getirebileceğine dair endişesi ise tamamen ayrı bir konu: Nasıl toplumsal eşitsizliğin ilacı 150 kişiden küçük gruplara bölünerek yaşamak değilse, özgürlük de dedikodu kapanına dönüşte değil. Küçük gruplara bölünerek yaşamamız kadar, dedikodu kapanına tekrar yakalanmamız da imkânsız görünüyor.
DEDİKODU KAPANI İŞLEVSEL BİR AÇIKLAMA OLMAYABİLİR. Temelsiz olabilir. Belki eski kapanların ve şimdikinin kestiremediğimiz başka sebepleri vardı. Ama Eric Hoel’in dedikodu argümanı, tarihsel/evrimsel boyutuyla küçük toplulukların yaşam tarzını, antropolojinin çok sayıdaki gözlemi ve bulgusuyla destekleyebilen bir model ortaya koyuyor. HŞŞ’de eksik olan şey tam da bu: Evrimin ışığı kitabın üzerine düşmüyor.
Evrimin ışığından hiç yararlanmadığı içindir ki, HŞŞ bu gibi pek çok konuda akla yakın bir senaryo, işleyebilecek bir model oluşturmayı, toplumsal değişimlerin ardındaki başat güdülere işaret etmeyi başaramıyor. İlerlemecilik tuzağından kaçınma kaygısı, evrimsel tarihin temellerini yok saymaya dönüşünce kitap tarih dışı bir pozisyona saplanıp kalmış... Toplumsal değişimlerin itici gücü olarak tasavvuru güç bir iradecilik/rasyonellik öneren kitap, homo sapiens toplumsallığının biyolojik kökenlerine ve evrimsel tarihine bakmıyor bile. Tuhaf.
İyi tarafından bakarsak: Yıllardır aynı klişeleri ve mitleri tekrarlayan popüler insanlık tarihi anlatılarının yerini alabilecek, daha yeni verilere dayanılarak yazılmış, okuru tartışmaya davet eden, kışkırtıcı bir popüler alternatif çıkmış oldu. HŞŞ’nin çok satanlar listesine girmesiyle birlikte, yakın zamana dek ancak sınırlı sayıda uzman ve bilimcinin tartışageldiği pek çok konu geniş kitlelere ulaşabildi.
G-W’nin iddialarını doğrulayacak (ya da yanlışlayacak) arkeolojik kanıtların önemli bir kısmı, Buzul çağının sonunda denizlerin yükselmesinin sonucu olarak sular altında. Tıpkı bugünkü İstanbul Boğazı’nın M.Ö. 5000-6000 yıllarına kadar verimli bir vadi oluşu ve çok sayıda yerleşime ev sahipliği yapması gibi. Dolayısıyla yeni arkeolojik keşifler, özellikle sualtı arkeolojisi, ileride HŞŞ’deki tezlere kanıt sunabilir.
Antik çağın belirli yılları için Ege haritasında ufak tefek rötuşlar yapılması yeterliyken insanlık atlasının baştan aşağı yenilenmesi lazım. Bütün parlaklığına ve iddiasına karşın, bu kitabın –“yeni bir insanlık tarihi” bir yana– yeni bir “insanlık tarihine giriş” olduğunu bile söylemek güç. Uzak geçmişe dair bilgimizin genişlemesine paralel olarak eski paradigmanın yetmediği, yeni arkeolojik bulgularla çöktüğü –ama çökmemiş gibi yapıldığı– bir evredeyiz. HŞŞ gibi yaratıcı, yenilikçi ve iddialı kitaplar –ipuçları, senaryolar, sezgiler varsa da kendisi henüz ortada olmayan– yeni paradigmanın habercisi.
Türkçe çevirisinin en kısa zamanda yayımlanmasını umalım. Diğer üç cildin çıkamayacak olması ne büyük kayıp!
NOTLAR:
[1] David Graeber, David Wengrow, The Dawn of Everything: A New History of Humanity, Penguin Books, 2021, s. 523
[2] Robin Dunbar’a göre, grup boyutu ile neokorteks boyutu arasındaki bağlantının varlığı, “primatlarda büyük beyin evrimini başlatan şeyin, daha kalabalık gruplarda yaşama ihtiyacı olduğunu gösterir”. (Bkz. Robin Dunbar, Şu Hayatta Kaç Arkadaş Lazım? Dunbar Sayısı ve Diğer Evrimsel Acayiplikler, çev. Duygu Akın, NTV Yayınları, 2. baskı, 2011, s. 30.) Dunbar tarafından ortaya atılan Dunbar sayısına göre, insanlarda ortalama grup büyüklüğü 150 kişi. Milyonlarca kişiden oluşan şehirlerde yaşayabilir, Facebook’ta binlerce arkadaş edinebiliriz, ama yüz yüze ilişkiye girdiğimiz insanların sayısı üç aşağı beş yukarı 150’dir.
[3] Tek neden safsatası, karmaşık neden, nedensel aşırı basitleştirme, nedensel indirgemecilik veya indirgeme safsatası, bir sonucun birkaç nedenden kaynaklanması mümkünken, bir tek nedeni olduğu varsayıldığında ortaya çıkan kuşkulu neden safsatasıdır. Mantıksal olarak şu şekilde açıklanabilir: "X, Y’ye neden oldu; bu nedenle, X, Y’nin tek nedeniydi. (Bkz. Vikipedi)
[4] David Graeber, “What’s the Point If We Can’t Have Fun?”, thebuffler.com
[5] Chris Knight, “Did Communism Make Us Human?” On the Anthropology of David Graeber”, libcom.org
[6] Hugo Mercier, Dan Sperber, The Enigma of Reason, Harvard University Press, 2017, s. 333.
[7] Hugo Mercier, Dan Sperber, a.g.e., s. 217
[8] Mustafa Arslantunalı, Teknopolis: Akıllı Makineler Dağınık Zihinler, İletişim Yayınları, 2019, s. 200. (Evirip çevirip hep aynı şeyleri yeniden yazıyormuş gibi hissedince doğrudan kendimden alıntı yapmayı tercih ettim.)
[9] Robin Dunbar, Şu Hayatta Kaç Arkadaş Lazım? Dunbar Sayısı ve Diğer Evrimsel Acayiplikler, çev. Duygu Akın, NTV Yayınları, 2011, s. 78.
[10] Christopher Boehm, Moral Origins: The Evolution of Virtue, Altruism and Shame, Basic Books, 2012, s. 34.
[11] Eric Hoel, başka bir yazısında (“Stop trying to make a ‘good’ social media site”) aynı gerekçeyle sosyal medyayı ehlileştirmek ve düzeltmek gibi çabaların nafile olduğunu ileri sürdü: 150 kişiyi aşan bir topluluğu dedikodu ile yönetmek mümkün değil evet, ama Facebook, Twitter gibi sosyal medya araçları viral algoritmalarla yapılandırılmış ve desteklenen büyük bir bağlantı ağı oluşturarak Dunbar sayısını aştı, kültürü ve toplumu dedikodu yoluyla yönlendirme yeteneğimizi yeniden canlandırdı… Evet, sosyal medya internetten, bilgisayarlardan ve uygarlıktan çok önce de vardı. Ve biz insanlar, bayılıyoruz ona.
[12] Pangloss: Voltaire’in Candide ya da İyimserlik Üzerine adlı hicvinde “nedensiz sonuç olamıyacağını, mümkün dünyaların en iyisinde Baron’un Şatosunun, şatoların en iyisi, Madame’ın da madame’ların en iyisi olduğunu mükemmel bir şekilde ispat” eden, Leibniz’i fazlasıyla çağrıştıran profesör tiplemesi.
Önceki Yazı
2023’te Sevr ve Lozan’ın ezberlenmiş hikâyesi değişmek zorunda
“100. yılı boyunca Cumhuriyetin kuruluş taşları olan Sevr ve Lozan üzerine çok şey söylendi. Burada, bugüne kadar okuduklarınızdan farklı bir tez dile getirilerek Sevr ve Lozan’ın bugüne kadar herkesçe bilinir ve ezberlenmiş hikâyesinin artık değişmesinin şart olduğu söylenecek. Hatta demokratik ve insan haklarına saygı duyan bir gelecek için Sevr ve Lozan’a ilişkin bildiklerinizin dışında yeni bir hikâyenin şart olduğu ileri sürülecek.”
Sonraki Yazı
Tanpınar’ın alımlanmasına dair bir izah denemesi (I)
Tanpınar kaç beden giyer?
“Edebiyatın içerik, tanım ve işlevinin yeni bir açısıyla elekten geçirildiği bir ortamda, önceden yayımlanmış metinlerin alımlanması ve dolayısıyla yorumlanması da değişir, bazı yazar ve metinler öne çıkar(ılır). Bunlardan belki de en önemlisi Tanpınar ve onun özellikle de Huzur romanıdır. Bu yazıda bu alımlanmanın bir çerçevesini çizeceğim...”