Her şey yaşamak için…
“Decameron bizi hayatın gerçekleri içinde bir gezintiye çıkarırken yaşamanın büyüsünü hatırlamaya zorlar. Ve asıl gerçeğe bizi davet eder; her şey yaşamak içindir ve bu insanın var oluşunun en belirgin rengidir.”

Frederic Leighton, Cymon and Iphigenia (1884), Art Gallery of New South Wales.
“Acı çekenlere merhamet etmek insanlıktır, herkese yaraşır; vaktiyle teselliye muhtaç olmuş ve bunu başkalarında bulmuş olanların ise boynunun borcudur.”[1]
İtalyan edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Decameron bu cümleyle başlar. Bu cümle yaşamın gerçekliğinde boylu boyunca uzanan duygulara, aşka, tutkuya, eğlenceye davet niteliğindedir. Bir yandan da yazarın, gençliğinin başından bu satırları kaleme aldığı âna kadar süren aşkının yakıcı izlerini taşır.
Giovanni Boccaccio, Yunanca “on” ve “gün” kelimelerinin birleşiminden oluşan Decameron (1348-1353) ile dönemin öykücülüğüne tarih boyunca silinmemek üzere imzasını atar. Yazar, Ortaçağın dinsel öğelerinden sıyrılarak dönemine sırtını döner ve modern dünya perilerini hayatın olağan akışının içinde arar.
Boccaccio kitabın “Girizgâh” bölümünde; “… ölümcül veba zamanında yedi hanımla üç gençten meydana gelen namuslu bir topluluğun on günde anlattığı, adına öykü, masal ya da kıssa da diyebileceğimiz yüz hikâyeyle hanımların gönüllerince söylediği birkaç şarkıyı aktarmaya”[2] karar verdiğini söyler.
Decameron’u oluşturan hikâyelerde Boccaccio, her şeye rağmen hayatın güzelliğini anlatırken gerçek duygular arasında yaprak gibi savrulduğumuz bir dansa davet eder bizi. Ve büyük bir felaketin içindeyken birbirimize tutunarak büyümemize izin verir. Masallardan, efsanelerden, tarihten aldığı renkleri gündelik hayatın duygularıyla birleştirerek her hikâyede canlı, parlak ve insanı büyüten bir resim çizer yazar. Böylece 14. yüzyıl şartlarında hayatın renkleriyle hümanizmi müjdeler.
On genç insanın on günde anlattığı öykülerde kimi zaman mutluluk, kimi zaman hüzün olsa da, esasında tek bir gerçek saklıdır; yaşamak! Yaşamak zaten insanın asıl amacı değil midir? Belki de bu yüzden Decameron hikâyelerini tuallerine yansıtan her sanatçının renklerinde de yaşamın olağanüstü güzelliği vardır.
Rönesans öncesi tekniği ve stili yaşadığı çağa taşımayı misyon edinen, eserlerinde doğaya yönelen bakışıyla gerçek dünyayı yansıtan ve bunu zaman zaman tarihî, edebi hikâyeler üzerinden yapmayı tercih eden Pre-Raphaelite Kardeşliği kurucularından John Everett Millais, Decameron hikâyelerine dokunan ressamlardan biridir. Yaşamın büyüsünü tüm gerçekliğiyle anlatırken aynı zamanda sembollerle zenginleştiren ressam, Isabella (1849) resmini yaptığında 19 yaşındadır. Şair John Keats’in İtalyan yazarın hikâyesini konu alarak yazdığı şiir, Millais’i Isabella için harekete geçirir. Böylece Decameron’un en etkileyici öykülerinden biri olan Isabella ve Lorenzo’nun hikâyesini trajedik bir sofraya taşır. Resmin arka tarafında uzanan otlar ve saksı, sevgilisinin başını saksıya koyarak saklayan ve gözyaşlarıyla toprağı besleyen Isabella’nın fesleğenini simgeler.

Ressam alt sınıftan olan genç Lorenzo’yu Isabella’nın soylu ailesiyle bir yemek sofrasında karşı karşıya getirir. Lorenzo’nun karşısında oturan Isabella’nın ağabeyi, elindeki ceviz kıracağını sıkarak kardeşinin aşkla sevdiği adama öfkeyle bakar. Isabella’nın bacaklarının arasına sokulmuş, sadakatin simgesi olan köpeğe attığı tekme ise bu aşka olan itirazını ortaya koyar. Lorenzo’nun tüm güzelliğiyle yanında oturan Isabella’ya uzattığı kan portakal hem tutkunun hem de akacak kanın sembolüdür.
Ressam net, gerçekçi tarzını canlı ve parlak renklerle buluşturarak bize Decameron’un en sevilen öykülerinden birini anlatır. Boccaccio ise hikâyesini şöyle bitirir:
“Bir zaman sonra çoğu kimseler işin aslını duydu ve birisi bugün hâlâ dillerde olan şu şarkıyı uydurdu:
Kim o zalim Hıristiyan
Benden saksımı çalan
Falan filan, falan filan.”[3]
Decameron’un ressamlar tarafından belki de en çok renklerle buluşturulan öyküsü beşinci günün ilk hikâyesi, Cimone’nun Efigenia’ya âşık olup başka birine dönüşmesidir. Bu hikâyeyi anlatan tüm resimlerde ise aynı sahnenin tasvir edilmesi ilginçtir. Henüz hikâyenin ikinci sayfasında Boccaccio şu satırları yazar:
“… kader onu bir yanından buz gibi enfes bir ırmağın aktığı, etrafı yüksek ağaçlarla çevrili, çimenlerin üzerinde güzeller güzeli bir genç kızın uyuduğu bir düzlüğe çıkardı. Kızın üzerinde bembeyaz tenini neredeyse hiç gizlemeyecek kadar ince bir kıyafetle belden aşağısını saran incecik bir eteklik vardı ve hizmetinde bulunan iki kadınla bir adam ayak ucunda uyumaktaydı. Cimone bu manzarayı gördüğü anda, sanki daha önce kadın suretiyle hiç karşılaşmamış kadar büyük bir hayranlıkla değneğine yaslanıp çıtını bile çıkarmadan pürdikkat genç kızı izlemeye başladı.”[4]
Bu satırlar hikâyenin başlangıcı olsa da, Peter Paul Rubens’den Frederic Lord Leighton’a kadar birçok ressamı bu karşılaşmada buluşturur.

Cymon and Iphigenia (c 1617), Kunsthistorisches Museum, Viyana.
Peter Paul Rubens, incelikli detaylarıyla öyküye sadık kalır. Ressam, Frans Snyders’in resmin sağ ön tarafında yer alan natürmortları ve Jan Wildens’in arka plandaki manzarayı çizmesiyle bu ânı canlandırır. Rubens, Boccaccio’nun sığır lakaplı (Cimone) karakterini kaba saba bir budala olarak tasvir eder.
Benjamin West ise aynı sahneyi 1766 ve 1773 yıllarında iki defa resmeder. İlk resimde hikâyenin tüm unsurlarına hitap ederek Efigenia’yı yazarın anlattığı gibi cesur hatalarıyla yansıtır. 1773 yılındaki yorumunda ise Efigenia’nın giyinik olması dışındaki detaylar öyküyü bize tekrar hatırlatır.

Angelica Kauffman, 1780 yılında Cimone ve Efigenia’ı yüksek ağaçlarla çevrili, arkası geniş o vadide karşılaştırır. Resim, öyküyle tutarlı bir tonda olsa da, Cimone aklı kıt, yabani biri gibi değildir. Hikâyenin aksine, kültürel olarak Efigenia’dan farklı görünmez. 1884 yılında ise Frederic Lord Leighton, Efigenia’yı boylu boyunca uzandırırken mevsimi bahara taşır. Arkada yeni yükselmeye başlayan ay, ılık bir günün sonuna gelindiğini vurgular.

Frederic Leighton, Cymon and Iphigenia (1884), Art Gallery of New South Wales.
Cimone aldığı bütün eğitimlere rağmen görgülü bir asilzade olmayı başaramazken, Efigenia’nın kalbini kazanmak için soylu bir beyefendiye dönüşmesiyle sanat tarihine damgasını vurur. Cimone’nun âşık olup kendini keşfetmesi, sevdiği insanın kalbini kazanmak için değişmesi ve verdiği olağanüstü mücadele birçoğumuzun çok iyi bildiği duygular değil midir? Ressamların fırçalarında can bulan bu evreka ânı, esasında herkesin kendi hikâyesinde kendi renkleriyle boyadığı bir resim olarak saklıdır.
Yaşamın içinde keşfedilen tüm derin duygularda unutulmamak üzere herkesin kendi içinde çizdiği resimler ve anlattığı hikâyeler gizlidir.
Yaşamak ve keşfetmek…
Decameron bizi hayatın gerçekleri içinde bir gezintiye çıkarırken yaşamanın büyüsünü hatırlamaya zorlar. Ve asıl gerçeğe bizi davet eder; her şey yaşamak içindir ve bu insanın var oluşunun en belirgin rengidir.
NOTLAR:
[1] Giovanni Boccaccio, Decameron, çev. Nevin Yeni, Alfa Yayınları, İstanbul, 3. baskı, 2017, s. 7.
[2] ibid. s. 9.
[3] ibid. s. 341.
[4] ibid. s. 379.
MERAKLISINA:
Bu yazıyı hazırlarken Meli Valdes Sozzani’yle karşılaştım ve hayran kaldım. Decameron öykülerini taşıdığı resimlerine ve tüm eserlerine saatlerce bakmak isteyenler buraya tıklayabilir.
Adad Hannah’ın The Decameron Retold (2019) yaşayan karelerle fotoğraf ve video serisi müthiş güzellikte çağdaş bir anlatım.
Yazarken eşlik eden albüm İlker Aksungar’ın Heyoka’sıydı. Lezizdi.
Ayrıca beşinci günün sekizinci hikâyesi Nastagion degli Onesti’nin karşılıksız aşkını Sandro Botticelli resimleriyle yazmamak için verdiğim mücadeleyi benim gibi ressamın hayranı olan herkesin bilmesini ister, özürlerimi sunarım.
Önceki Yazı

Başkalarının Acısına Bakmak:
Savaş açmak ile fotoğraf çekmenin uyumluluğu üzerine
“Woolf’un iyimserliğinden Sontag’ın iyimser olmayan umuduna... Pekiyi şimdi, biz kim, başkası kim; Ukrayna’ya, Filistin’e, Hatay’a, uzaktaki başkasının (yakındaki acıya bakar mıyız, bakmayız) acısına nasıl bakıyoruz ve ne yapıyoruz?”