Hayvan Bakışı sergisi üzerine Ece Nada ile söyleşi:
“Kibirli antroposentrizmden kurtulabilmek…”
“İnsan olmayanlar araçsal olarak varlar ve özne olarak değerlendirilen ise yalnızca insan. Bu mekanizma ancak insanın ideal ve en mühim olan canlı türü olarak görülmemeye başlamasıyla, bütüncül ve birlikte varolan, birbirinin varoluşuna saygı duyan, birbirinin varolma ve sömürülmeme hakkını tanıyan bir bakış açısına geçmekle duracak ya da değişecek.”

Havva Zorlu / Tekrar Bak, Look Again, 2023, video.
Antrposentrik bir bakışın yıkıcılığının gölgesinde, her türlü sömürüden uzak bir evren hayalinin peşinde “Animal Gaze/Hayvan Bakışı” üzerine serginin küratörü Ece Nada ile konuştuk. “Hayvanlara karşı işlenen suçlar” adı altında bir yargılanmanın odağında karşılaşmanın ve yüzleşmenin mekânına dönüşen sergi kapsamında gündelik hayatta ve güncel sanatta post-hümanizm, antroposentrizm ve veganlık kavramlarının yarattığı açılımlara bakarak “insan olmayan” varoluşlara yakınlaştık.
Senin hikâyenin başlangıç noktasına yüzümüzü çevirelim. Bir araştırmacı, küratör ve sanatçı olarak çalışmalarını eleştirel hayvan çalışmaları ve eko-eleştiri alanında gerçekleştirmeye nasıl karar verdin? Ne tür yol ayrımları yaşadın?
Eleştirel hayvan çalışmalarına yönelmem, kendi bilinçlenme sürecim içinde toplum tarafından bana öğretilmiş olan insan merkezli bakış açısını (antroposentrizm) eleştirmem yaklaşık iki buçuk sene evvel vegan olmamla başladı. Öncesinde vejetaryendim beş sene gibi bir süredir, yani demek ki insanın öteki olarak nitelendirdiği ve üstünde hak iddia ettiği hayvanları yemekle ilgili bir derdim vardı örtük olarak. Vejetaryen olmaktaki niyetim hayvanlara zarar vermemekti. Fakat bir gün, beklemediğim bir anda sosyal medyada hayvansal süt ve süt ürünleri hakkında pek bilinmeyen ve hatta saklanan gerçeklerle (ki bunlarla karşılaşmaktan kaçınıyordum bence konfor alanımdan çıkmamak için) karşılaştım. Bir ineğin neler yaşadığını özetleyen, çizgisel, çok basit bir animasyon video. İneğin vajinasına bir adam elini ve hatta kolunu da omzuna kadar sokarak onu suni yoldan döllüyor. İnek hamile kalıyor, buzağısı doğuyor, doğar doğmaz yavru alınıyor, inek artık doğum yapamaz hale geldiğinde kesilip yeniyor. İneğin tecavüze uğramasının görüntüsü zaten çok çarpıcıydı benim için. Diğer yandan ineklerin de (ve diğer sütü sömürülen hayvanların) insanlar gibi aslında çocuğu olduğu zaman çocuğunu beslemek için süt verdiğini yani birer süt makinesi olmadıklarını öğrendim. En önemlisi de şunu fark ettim; hayvanlara zarar vermemek söz konusu ise hayvanları sömürmemek de buna dahil ve hayvanlar aslında gıda endüstrisi, moda, kozmetik, eğlence (hayvanat bahçeleri, yunus parkları, vs.), ilaç sektörlerinde, taşımacılıkta ve hatta sanatta malzeme olarak her gün sömürülüyorlar. Dolayısıyla vegan oldum. Sonra öğrenme ve bilinçlenme, sorgulama sürecim devam ederken de yüksek lisans başvurumda eleştirel hayvan çalışmaları üzerine çalışmak istediğimi belirttim. Sanatsal üretimime de bunun yansıyacağını tahmin ediyordum ama acele etmek istemedim, ta ki “Animal Gaze/Hayvan Bakışı” sergisi fikri aklıma gelene dek.
Eleştirel Hayvan Çalışmaları eko-eleştiri alanının bir alt dalı olarak tanımlanıyor. Hayvan çalışmaları ya da insan-hayvan çalışmaları da seçebileceğim dallar arasındaydı ama özellikle eleştirel olanı seçmem hayvanları içine hapsettiğimiz “öteki” ve “insan kullanımı için varolan doğal kaynak” statülerine eleştirel yaklaşmamdan ve bunun bir an evvel değişmesi gerektiğini düşünmemden kaynaklanıyor. Yani statükoyu tespit edip kenara çekilmek benim için yeterli değil; eleştirmek, değişimin ve dönüşümün yollarını ortaya koymak ve karşı çıkmak gerekiyor. Bu anlamda ben abolisyonist[1] bir vegan olarak özellikle görsel kültür içerisinde hayvanların nesneleştirilmediği ve antroposentrik bakıştan çıkan post-human (insan-ötesi) anlatılar peşindeyim. Bununla birlikte “Antroposentrik bakışı nasıl daha etkili eleştirebiliriz?”, “Gizli olan ya da apaçık ortada ama normalleştirilmiş sömürü şekillerini nasıl eleştirel bir şekilde ortaya koyabiliriz ve aktarabiliriz?” gibi sorulara cevaplar arıyorum.
Eleştirel hayvan çalışmalarına yöneldiğimiz anda antroposentrizm, türcülük, antropomorfizm gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Bu kavramları nasıl yorumladığını açıklayabilir misin? Konuya daha uzak olanlar için kavramların anlaşılma güçlükleri var mı?
Dil zaten sorunlu bir yapı. Bunu lisans ve yüksek lisans eğitimini edebiyat üzerinden yapmış biri olarak söylüyorum. Sözde en iyi bildiğimiz kelimeleri bile karşılıklı olarak kullanınca söyleyenle anlayanın kast ettikleri tam örtüşmüyor çoğu zaman. Bu kavramların üzerine konuşuldukça daha iyi bilinip anlaşılacağını düşünüyorum. Antroposentrizm, insan merkezli bakış anlamına geliyor. Fakat antroposentrizmi eleştirince itirazlar çıkabiliyor, o nedenle açıklama gerekiyor. Ben Lori Gruen’in ayrımını kullanıyorum. Şöyle diyor Gruen: İki tür antroposentrizm söz konusu. Biri “kaçınılmaz” antroposentrizm. İnsan olduğumuz için doğal ve kaçınılmaz olarak insan bakış açısıyla dünyaya bakmamız, aynı şekilde bir ineğin inek, köpeğin de köpek bakış açısıyla bakması demek bu. Diğer yandan eleştirdiğimiz şey “kibirli” antroposentrizm. İnsanın insan olmayan her şey ve herkes üzerinde hak iddia etmesi, bu hakkı da kendi kurduğu hiyerarşide insanı en tepeye yerleştirmesine bağlaması. Bu bakışta insan olmayanların hepsi insan için sömürülmeye müsait doğal kaynaklar.

Özne olarak değerlendirilenin sadece idealize edilmiş bir “insan” olması sorunsalı en azından Aydınlanma Çağı hümanizminden beri mevcut. Örneğin geçmişte köle ya da barbar olarak görülüp katledilen ve sömürülen insanlar da yeterince “insan” olarak görülmüyordu ve hatta “hayvan” benzetmeleri yapılıyordu. Bunun altında yatan hayvanları aşağı görmeyi, onlara yapılacak her türlü muamelenin hoş ve normal görülmesini Peter Singer türcülükle açıklıyor. Singer, türcülük kavramıyla cinsiyetçilik, ırkçılık gibi diğer ayrımcılık şekilleri arasındaki ortak kökeni ortaya koyuyor. Nasıl ki erkek olmadığı için kadın erkekten aşağı görülüyor, benzer şekilde hayvanlar da insandan aşağı ve öteki görüldüğü için sömürülmesi uygun “şey”ler olarak görülüyor, bireylikleri yok sayılıyor.
Antropomorfizm ise hayvanlara insan özellikleri atamak. Örneğin hayvanları konuşturmak… Özellikle bu fabllarda çok var ve genellikle amaç insanlarla ilgili bir şeyi hayvanlar üzerinden anlatmak oluyor. Diğer kullanımı ise etkileyici bir anlatı olsun diye hayvanların ağzından konuşmak ve bir şeyler söyletmek. Örneğin George Orwell, bu yöntemi Hayvan Çiftliği kitabında edebi bir anlatım şekli olarak kullanmış. Burada mesele hayvanlar değil bildiğimiz üzere; insanlarla ilgili bir şeyi hayvan karakterler üzerinden anlatıyor. Burada bazı hayvanlar “kötü”, bazıları “aptal”, bazıları “cesur”, vs. oluyor. Hayvanlara bir şeyler atfediyoruz, hayvanların haberi bile yok. Diğer açıkladığım kavramlar gibi buna karşı değilim ama insanın hayvanın ağzına lafları sokuşturması ve hayvanları araçsallaştırması söz konusu. Dolayısıyla hayvanların bakış açısından görme konusuna atıfta bulunarak sergideki eserlerde yazılı ya da sözlü olarak insan dilinin kullanılmaması kararını aldım. Onları insan türünün diliyle konuşturmak yerine kendi dillerindeki konuşmalarını duyalım istedim. Bu nedenle de sergi katının tamamında gezerken onları duyuyoruz. Gördüğümüz yazılı dil içermeyen arşive onların konuşmaları eşlik ediyor.
Abolisyonist bir vegan olduğunu söyledin. Veganlığın farklı türlerinden söz edebilir misin? Son zamanlarda özellikle veganlık üzerine seçeneklerin ve ilgili içeriklerin arttığını söylemek mümkün mü? Bu eğilim toplumsal manalarıyla bir ütopyayı gerçek kılacak güce erişebilir mi?
Tabii. Veganlar arasında şöyle bir ayrım söz konusu; refahçılık ve abolisyonist veganlık. Refahçılık, faydacı bir felsefeci olan Jeremy Bentham’ın hayvanların da insanlar gibi acı çekmelerini fark edip “Acı çektirmemek mümkünse neden çektirelim ki?” demesiyle başlayan, Peter Singer ile iyice yaygınlaşan bir veganlık çeşidi. Bu anlayış hayvanların sömürülmesi gerçeğine değil, hayvanların bu esnada ne gibi koşullarda nasıl muamele gördüklerine yani “acı çekme” faktörüne odaklanıyor. “Hayvanlar hiçbir koşulda sömürülmemelidir” demiyor, “sömürülebilir ama acı çekmesinler” diyor. Acısız kesim ve kafessiz gezen tavuklar örnek verilebilir. Bu yaklaşım azaltmacılığı destekliyor. Azaltmacılık, adı üstünde, “hayvanları tüketmeye devam edeyim (sömürüye destek vereyim) ama bunu daha az yapayım” diyerek ahlaki yükümlülüğü baştan savmak, kendine bir duyarlılık kotası verip aslında hayvanlar için herhangi bir şey yapmadan yapmış gibi hissetmek anlamına geliyor.

Emin Çelik / Sanat Sömürü Arşivi, Archive of Exploitation in Art, 2023. Çizim ve kolaj, Drawing and collage
Abolisyonist veganlık ise bana kalırsa veganlığın tek örneği, çünkü hayvanların birey oluşlarını temel alıyor. Hayvanların insanların kullanımı için birer doğal kaynak olmadığını, biricik hayatları olduğunu ve yalnızca acı çekmek değil, heyecanlanmak, arkadaşlık kurmak, üzülmek ve sevinmek gibi birçok duyguyu da tecrübe ettiklerini görünür kılıyor. Bu gibi hisleri tecrübe eden ve kendi türüne özgü zekâ ve bilinç gösteren hayvanlar için “sentient” ifadesi kullanılıyor. Abolisyonist veganlık antroposentrik bakışa tamamen zıt bir yerde. İnsanın en tepede yer aldığı o hiyerarşi piramidini yıkıyor ve sömürü hiçbir koşulda doğru ya da ahlaki olamaz diyor. Burada “hiçbir koşulda” kısmını sömürü ifadesiyle birlikte düşünmek lazım tabii. Çünkü coğrafi imkânlar ve farklı yaşam biçimleri söz konusu. Yani gerçekten avlanarak ve başka hiçbir hayatta kalma imkânı olmadığı için bu şekilde yaşayan insan topluluklarına gidip “bakın, siz hata ediyorsunuz” demekten bahsetmiyoruz. Günümüzde başka seçenekler mevcutken ve hayati bir ihtiyaç değilken, hayvan sömürüsü içeren yiyecekleri tüketmeyi ya da giysileri giymeyi tercih etmekle ilgili bir konu. Veganlık bilinci arttıkça seçenekler öyle artıyor ki… Ve bu son yıllarda epey hızlandı, sebebiyse çoğunlukla hayvanları birey olarak görmeye ve haklarını tanımaya başlamakla ilgili değil. Antroposen dediğimiz, insan türünün senelerdir dünyada gerçekleştirmiş olduğu faaliyetlerinin sonucunu yaşadığımız çağ. İklim krizinin şiddetlenmesi tetikleyici sebeplerin başında geliyor. Örneğin Hollanda’da Haarlem şehrinde dünyada bir ilk olarak hayvansal et reklamlarının yapılması yasaklandı. Sebebiyse hayvansal et üretiminin ve aslında hayvancılığın sera gazı üretimi, ormansızlaşma ve su tüketimi nedenleriyle iklime en çok zarar veren etkenlerden biri olması. Yine insan refahı gözetilerek verilmiş bir karar. Hayvanlar için vegan olan insanlar iklim ya da kendi sağlıkları için “vegan” olanlara kıyasla azınlıkta kalıyorsa da bunun sebebini ben insanın doğuştan şöyle ya da böyle olmasına değil, daha küçük yaştan insan merkezli bir bakışla eğitiliyor olmasına ve maruz kalınan normların bu çerçevede oluşuna bağlıyorum. Bu da neyse ki değişebilen bir şey. Biz dile getirdikçe, dikkat çektikçe, alternatifler sundukça, hayvan sömürüsü içermeyen ürünleri talep ettikçe ve hayvanlara bakışımızı hiyerarşik olmaktan kurtardıkça –ki bu hayvanlar hakkında bilgi edinmeyi de içeriyor– elbette değişebilir. Ütopya gibi görünen, hayvan sömürüsünün olmadığı bir dünyaya geçiş yapana dek insan türünün sonu gelmezse, evet, gerçek olabilir.
Ütopyadan tarihe uzanalım. İnsan olmayanın varlığı ve temsilinin gündelik hayatta şiddetin ve sömürünün konusu olmasının nedenleri hakkında ne düşünüyorsun? Toplumsal olarak bu reddediş mekanizmaları kuvvetini nereden alıyor?

İnsan dediğimiz hayvan türü canlı hayvanları evcilleştirdiğinden beri sömürüyor. Tarihi çok geriye uzanan bir insan-hayvan zıtlığı hem yasalar hem de kültürle korunarak sürdürülüyor. Bu noktada Giorgio Agamben’in “antropolojik makine” kavramı önem arz ediyor. Agamben, “insan” denen şeyin hayvan olmayan üzerinden kurulduğuna ve tıpkı bir makine gibi bu insan idealinin sürekli güncellenerek canlı tutulduğuna, “insan” nitelikleri olarak zaman içinde değişiklik gösteren bu özelliklere göre de buna uymayan kişilerin insandan aşağı, insandan öteki “hayvan” olarak değerlendirilmesine ve sömürülmesine dikkat çekiyor. Agamben’in bu kavramla üzerinde durduğu şey insanlar arasındaki ayrımcılık mekanizmaları aslında. Fakat bu kavram, hayvanlarla ilgili bakış açımızı ve onlara uyguladığımız şiddeti de gösteriyor. İnsan olmayanlar araçsal olarak varlar ve özne olarak değerlendirilen ise yalnızca insan. Bu mekanizma ancak insanın ideal ve en mühim olan canlı türü olarak görülmemeye başlamasıyla, bütüncül ve birlikte varolan, birbirinin varoluşuna saygı duyan, birbirinin varolma ve sömürülmeme hakkını tanıyan bir bakış açısına geçmekle duracak ya da değişecek. O zaman reddetmeyi ya da görmemeyi değil, fark etmeyi, anlamaya çalışmayı ve hatta tam olarak anlamadıklarımızı da aşağı görmek yerine o varoluşlara da saygı duymayı, zarar vermemeyi tercih edeceğiz. İnsanın her şeyi anlamlandırma takıntısı da her şeyi kontrol etme takıntısından ileri geliyor. Bu da yine “akıl çağı” ve hümanizm geleneği. Anlamaya çalışmanın ardında manipüle etme motivasyonu olduğu sürece anlamasak ve özgür bıraksak daha iyi diyorum ben.
Biraz sergiye odaklanalım. Sergide yer alan sanatçılar ve serginin bölümlerini anlatabilir misin?
Sergi kavramsal olarak iki kısımdan oluşuyor. Sağ taraftaki karanlık odada karşılıklı duran Havva Zorlu’nun Tekrar Bak isimli video kolajıyla benim karşılaşma_ayna isimli video yerleştirmem sergiyi bütünleyen işler ve diğer kısımları tecrübe ettikten sonra görülmesini önerdiğim oda. Bu odanın dışında yer alan hiçbir eserde hayvanlarla göz göze gelmiyoruz, çünkü ilk olarak amaç, hayvanların gözünden bu arşivi gezmek, hayvanların baktıklarına onların gözünden bakmak ve insan türü olarak yaptıklarımızla yüzleşmek. Kübra Ateş, Engin Arer, Volkan Parlak, ben ve Emin Çelik’in eserlerinin olduğu daha kalabalık olan odada özellikle Envanter ve Dana Etinin Bölümleri isimli eserlerini Carol J. Adams’ın “kayıp gönderge” kavramı üzerinden okumak mümkün.

Haliç Kongre Merkezi ve Anne ise hayvan sömürüsüne kapitalizm eleştirisi odağında yaklaşan eserler. Odanın ortasında, yerde yer alan karşılaşma_arşiv isimli yerleştirme de günümüzün sömürü arşivini popüler alışveriş siteleri ve YouTube’u kaynak alarak yaratıyor. Sömürünün ne kadar “örtük” olduğunu sorguluyor. Odanın sağ tarafında hayaletimsi bir beyazlıkla dikkat çeken iki eserden biri olan 1, 2, 3, 4, 5, … tavuk endüstrisinde kapalı alanda dip dibe sıkıştırılmış tavuklara atıfta bulunuyor ve hayvanların insan gözünde birer sayıdan ibaret oluşunu ifade ediyor. Bu eser bence hayvan özgürleşmesi sonrasında sömürüde hayatını kaybeden tavuklara ithafen yapılmış bir anıt heykel gibi; tavuklar bize bakıyorlar ve adeta hesap soruyorlar. Bunun yanında yer alan Koyun Saymak havada asılı bulutumsu koyunlar ve duvara yerleştirilmiş gerçek bir koyun gütme rehberinin sayfalarını içeriyor. Hayvanlarla insanların ortak belleğini arıyor, zira insanların uykuya dalarken saydıkları koyunlarla güdülen, sömürülen koyunlar söz konusu. Hemen yan odada Uğur Savaş’ın Labirent Faresi isimli stop-motion animasyon filmi var. Deney laboratuvarlarında kullanılan farelerin yaşadıklarını bir farenin gözünden anlatıyor film.

Deney türlerini açık etmek gibi bir kaygı içermiyor, çünkü fareler açısından baktığımızda, içinden kurtulmaya çalıştıkları, onlara zarar vermek için kurulmuş bir labirent bu; hangi deneyi ne için yaptıklarını fareler bilmiyor. Sergi katının sağ tarafında lavabonun yanındaki tezgâh üzerinde benim karşılaşma_bulaşıklar isimli yerleştirmem var. Çok alışkın olduğumuz bulaşık yığını imgesini müzelerde arşivleri korumak için kullandıkları koruyucu bir camın altında, bu kez tekinsiz beden parçalarının yarı canlı halde bulaşıklar arasından kaçmaya çalıştığı bir andan parça olarak kurgulamaktı amacım. Hayvanların bedenleri parçalanıp yendikten ve tabakta kaldıktan sonra kaçıp kurtulmaya çalışırken o ânı dondurmuşuz gibi, önemsiz görünen o “yiyecek”lere başka bir gözle bakmaya çalıştım. Kapının üzerindeki aynada ise Emin Çelik’in Sanat Sömürü Arşivi isimli eseri var, burada dünyanın dört farklı yerinden meşhur sanatçıların hayvanları sömürerek, sanata malzeme ederek sergiledikleri işlerin fotoğrafları arşiv olarak sunulmuş halde. Son olarak da karanlık odaya girdiğimizde hayvanların gözünden baktığımız bu arşivsel eserlerin ardından nihayet hayvanlarla karşılaşıyoruz. Tekrar Bak çoğunlukla tek başına kameraya yani bize bakan hayvanların kısa görüntülerinden oluşuyor. Burada hayvanların bireyliği ve bize olan bakışları öne çıkmış durumda. Bir yandan da arşivde gördüklerimizi maruz bıraktığımız öznelerle karşılaşmış oluyoruz. Tam karşısında ise karşılaşma_ayna yerleştirmesi var. Geleneksel altın rengi bir çerçeveli bir aynada kendimizi görüyoruz. Fakat aynanın içinde bizimle birlikte gelecekte bu sergiyi gezen hayvanların silüetleri de var. Yani bu eserde sergi günümüz ve gelecekteki hayvanları buluşturuyor; yansımada bugünden biz, arka taraftaki Tekrar Bak videosundan yansıyan hayvanlar ve gelecekte sergiyi gezen, serginin yapılma sebebi olan özgür hayvanlar. Karşılaşma ve yüzleşmemiz burada zamanların bir araya gelmesiyle son buluyor.
Kavramsal çerçeve içinde benimsediğin eleştirel tartışmaları aklımızda tutarak, sergideki sanatçıların vegan olması konusunda bir mecburiyet var mıydı? Aykırı durumlarda düşünsel ortaklıklar kurmak nasıl mümkün oluyor ya da mümkün oluyor mu? Ve vegan olmak hangi politik sorumlulukları taşımak anlamına geliyor?
Kübra Ateş / 1,2,3,4,5..., heykel, 2023.
Mixed media sculpture
Veganlık ayrımcılığa ve bu ayrımcılığın yol açtığı sömürüye karşı bir duruş sergilemenin insanla sınırlı kalmamasıyla gerçekleşiyor. Politik bir konu haliyle. Çünkü her daim “öteki” ve öteki ilan edilerek sömürülen aşağı görülen bir taraf var. Sorumluluk burada hayvanların haklarını gözetmekten ve hayvan sömürüsü içeren eylemleri gerçekleştirmemekten geçiyor. Kimi vegan daha bireysel olmayı tercih ediyor, kimisi ise aktivist bir kimliği seçiyor ve daha çok insana ulaşmayı hedefliyor… Hangisi daha doğru? Bana göre bireysel tercihlerimiz sorumluluk aldığımızı gösterir ve bireysel olduğu kadar politiktir de. Sanatçıların hepsi vegan; vegan olmak katılım koşullarından biriydi, çünkü serginin kurgusu sanatçıların vegan olmasıyla daha anlamlı hale geliyor. Öyle olmasaydı sanatçıların neyi hayvan sömürüsü olarak gördüklerini incelemek için sosyal bir deney gibi olabilirdi. Ama burada amaç daha çok sergiye gelen ziyaretçilerin işlerle ve hayvanlarla başka bir bağlamda karşılaşması ve kendi bakış açılarıyla yüzleşmelerini sağlamak, başka bir bakışın da mümkün ve daha adil olduğunu göstermekti. Zaten “Animal Gaze/Hayvan Bakışı” sergisi “Animal Gaze Project” adını verdiğim bir sanatsal üretim, düşünme ve tartışma projesinin ilk meyvesi. Öncesinde okumalar yapıp konuşup, tartışıp sonrasında iş ürettiğimiz sergiler var aklımda ilerisi için. Sonuç olarak sergide vegan olmayan bir sanatçı hayvan sömürüsünü doğrulayan ve hatta güzelleyen bir iş önerseydi böyle bir eserin sergilenmesi elbette doğru olmazdı. Vegan sanatçılarla çalışmak bu anlamda ortak dil kurmada pratiklik ve rahat bir iletişim sağladı.
Sergiye aynı zamanda adını veren bakış kavramına yapılan vurgu ağırlıklı bir yere sahip. Jacques Derrida’nın “The Animal That Therefore I Am” metninde hayvanların da dışarıya yönelttikleri kendi bakış açıları olduğu fikri ve John Berger’ın “Why Look at Animals” yazısında modern toplumda insanlarla hayvanların koptuğu fikrinden bahsediyorsun. Bu farklı yaklaşımları eleştirel olarak ele alıyorsun. Sence bakış insanla hayvan karşılaştığında tahakküm mü yaratır yoksa eşitlik mi?
Derrida’nın kedinin bakışıyla karşılaşması çok önemli bir nokta, çünkü bakan ve gören özneler olarak değerlendirdiğimiz tek canlı insan aslında. Kedinin özneliğini fark etmiş oluyor, büyük bir adım. Bu esnada da kendisi kedinin bakışının nesnesi olunca tabii insanla hayvan arasında insanın kurmuş olduğu hegemonya kırılıyor. Tam da dediğin gibi, “Bakış tahakküm mü yoksa eşitlik mi getirir?” sorusunun cevabı sergide tek oda hariç bütün işlerde bilerek hayvanların bize bakışlarıyla karşılaşmamamızın sebebinde yatıyor. Berger üzerinden açayım. Berger şöyle diyor:
“İnsanlar modernitede ve bu şehir hayatı denen düzende doğadan ve kırsaldan çok uzaklaştılar. Öyle uzaklaştılar ki, hayvanları sadece hayvan hapishaneleri olan hayvanat bahçelerinde görüyorlar. Devamında da bir köylü hem domuzunu sevip hem de domuz etini tuzlayabilir ve bu iki duruma şehir insanı anlam veremez, burada bir zıtlık görür.”

Aynı metinde hayvanların insan tarafından bin bir çeşit kullanımı olduğunu anlatıyor ve bunları sıralıyor. Hayvanları ortak dil sahibi olmadıkları için insandan ayrı tutuyor. “Hayvanları hayvanat bahçesinde değil de doğa içinde görüp öyle öldürelim, kullanalım; zaten hayvanlar insanların dilini de kullanamıyor, insanı yanıtlama becerisine de sahip değil” diyor kısacası. Zaten sorunumuz da tam burada başlıyor, bu yüzden serginin büyük kısmında hayvanlarla göz göze gelmiyoruz. Öncelikle Berger’in ifadelerinde örneklenen bu antroposentrik bakışa eleştirel bakmayı “bu böyledir”, hayvan konuşamaz, tepki veremez, dilsizdir şeklinde süregelen, hayvanları tektipleştiren, nesneleştiren ve aşağı varlıklar olarak görme geleneğinden ve normlar dizisinden çıkabilmemiz gerek. “Ortak dil” dediği dilin insan dili olduğunun farkında bile değil, o denli insan merkezli düşünüyor. Neden hayvanların dili ve varoluşu, onların kendi türlerine özgü becerileri ve zekâ belirtileri sırf insan ölçütlerine uygun değil diye değersiz ya da eksik, hatta görünmez? Hayvanlarla göz göze geldiğimizde, onların bakışlarının nesnesi olduğumuzda eşitlenebilmemiz için önce değer yargılarımızı gözden geçirmemiz gerek. Serginin hayvan sömürüsü bitmiş bir gelecekte hayvanlar için yapılmış olması, bir arşiv sergisi olması şu anda “normal” olarak bize dayatılan ve bizim de takip ettiğimiz ve desteklediğimiz insan merkezli bakış açısına direkt eleştiri niteliğinde. Hayvanların gözünden onların geçmişine (ama aslında bugününe) bakmak, tahakküm değil yüzleşme ve eşitlik, bir arada varolma ve başka varoluşlara da saygı duymayı getirir diye umuyorum.
Sergide yer alan sanatçıların ürettikleri işlerle küratoryal çerçeveye nasıl eklemlendiklerini ve arka plandaki deneyimlerini aktarabilir misin? Bunun yanında izleyici deneyimi de önem taşıyor. Örneğin sergiyi deneyimleyen ziyaretçiler arasında vegan olmaya karar veren oldu mu? Bir de hayvan ziyaretçiler oldu bildiğim kadarıyla…

Sanatçılar yavaş yavaş arttılar süreç içinde. Aslında ben az sayıda sanatçının olduğu bir sergi planlıyordum; sonra sayımız artıverdi ve iyi ki de öyle oldu. Çünkü benzer noktalara değinsek de bunu farklı şekillerde yapıyoruz. Son aşamada bazı işler sergi odasında birlik oldular adeta, hatta gezenler aynı sanatçıya ait sanabiliyor bazı işleri. Örneğin Kübra Ateş ve Engin Arer, Carol J. Adams’ın “kayıp gönderge” kavramı çerçevesinde işler ürettiler. Volkan Parlak ve benim yerdeki işim geleneksel arşiv niteliğinde. Aslında izleyicilerin geri bildirimi çok önemli, bu yüzden serginin dört bir yanında QR kodlar var. Bu kodlar ziyaretçiyi sergi anketi sayfasına yönlendiriyor. Bildiğim kadarıyla kimi izleyici daha direkt bir anlatı bekliyor, kimisi ise kan ve vahşet içerikli bir ortam bekliyordum diyor ki bunlar istemediğim şeylerdi. Bu gibi beklentileri karşılamamış olmak yeni bir dil kurabildiğimizi gösteriyor. Sergi metnine ve eser metinlerine sergi sırasında başvurulması düşünselliği derinleştirmek için önem taşıyor. Bir adım sonrasında ise izleyicinin üretimleri alımlama süreçleri bakımından kendi zihninde oluşturduğu anlamlar özgünleşiyor. Bu anlamın aktarımı için ise yukarıda bahsettiğim anketi tasarladık. Sergiden sonra vegan olan var mı bilmiyorum ama varsa ne mutlu bize! Bir hayvan (kedi) ziyaretçimiz, Dia var. Dia ismini de Volkan Parlak’ın dia makinesi içeren eserinin etrafında çok gezindiği için koydum. Dia, Koyun Saymak isimli eseri iki kez yere düşürdü pati darbeleriyle. İşlerle yakından ilgilenmiş olması harika! Başka hayvan ziyaretçimiz olmadı sanırım, umarım onların gezmesine daha uygun başka mekânlarda sergi yapma imkânım olur. Görmeyi çok isterim nasıl olacağını.
İnsanı bir hayvan olarak düşünmeyi bir kenara koyarsak, antroposen çağında antroposentrik bir bakışın tahakkümü altında hayvanların dildeki karşılığının bile insan olmayan olarak ifade edilmesi konusunda ne düşünüyorsun? Bu alanda literatür ve çeviri içerikler konusundaki durum nedir?

Bu henüz çözememiş olduğumuz bir sorun. Post-human ifadesi “insan sonrası” ya da “insan ötesi” anlamına geliyor; amaç insanı ön plana çıkarmak değilken bile ifadede insan kullanılıyor. Literatürde hayvan ya da insan olmayan hayvan denirken genellikle bir dipnot ekleniyor. Dil burada bir ayrım noktası oluyor. Berger’ın ifadelerinde ya da birçok felsefecinin ifadelerinde rastlayabiliriz. Dili insan hayvanına özgü bir beceri olarak görmek başlı başına bir sorun zaten; dil üzerinden insan-hayvan ayrımı yapmayı bırakırsak zekâ konusu devreye giriyor. Ki bu da epey antroposentrik bir bakış, çünkü her hayvan (insan dahil) hayatta kalmasına fayda getirecek zekâ türlerine sahip oluyor. Örneğin bir balıktan matematik problemi çözmesini beklemek kadar saçma bir şey olamaz. Niye çözsün? İnsan olmayan hayvanlar ayrımı belki de öyle bir noktaya gelecek ki, bu bir ayrımcılık sebebi olmayacak. Sadece hayvan dendiğinde de bunun insanı kapsadığı fark edilmiyor mesela. O derece insanı ayrı tutuyoruz. Dil karmaşık bir yapı ama anlaşıldığında topluma ve değer yargılarına dair çok sayıda ipucu veriyor. Hayvanlarla ilgili kitapların Türkçe çeviri yokluğu içerisinde şimdilik insanlar, insan olmayan hayvanlar ve hayvanlar dense bile hayvan olmayan insanlar dendiğinde sorun orada yinelenir işte. Bu tartışma bir yana, konuyla ilgili mini bir okuma listesi paylaşayım. Sınırlı sayıda içerik olduğu için en azından okumak ve kendini geliştirmek isteyenler için bir kılavuz olur.[2]
Antroposentrizm ile yüzleşmenin yolları ve baş etmenin yaratıcı araçları neler olabilir? Post-human bir bakışla antroposentrik bakışın karşıt bir yerde durabileceğini söylemiştin. Bu karşıtlığı biraz tarif edebilir misin?
Veganlarla konuşun diyorum ve hemen ciddi yanıtıma dönüyorum. Hayvanların nasıl nitelendirildiği, ne zaman değer gördüğü, ne zaman görmediği, hayvanlar dilde ifade edilme biçimlerine dikkat etmek ve hayvanlarla ilgili görüp duyduğumuz her şeye eleştirel bir gözle bakmak faydalı olabilir. Hayvanları sınıflandırmış olmamız, neye göre bunu yapmış olduğumuz üzerine düşünmek başlı başına zihin açıcı bir düşünme egzersizi. Yaratıcılık ise, “Hayat onların gözünden nasıl olabilir?” sorusunu düşünmekle ve bilgi edinmekle tetiklenebilir. Mesela koyunlarla ilgili ne biliyoruz, bize ne anlattılar? Aklımıza koyun deyince ne geliyor ve neden? Balık pazarlarından geçerken ağzına kanca takılmış ölü balıkların varoluşlarına dalarak düşünmek ve bu gözlerle bakmak yeni ufuklar açacaktır. Biz hayvanlar için arşiv niteliği taşıyan bir sergi düşündük ama fazlası daha zengin içerikler ve eserler üretilerek yapılabilir. “Animal Gaze Project” ile yapmak istediklerim sorgulayan ve sorgulatan, hayvanları objeleştirmeyen anlatılar kurmak ve bu tür üretimlere vesile olmak.
Post-hümanizm şemsiye bir terim. Bu kavramın altında trans-hümanizm denen insan merkezli bakışı sürdüren, insanın teknolojiyle daha da “güçlü” hale getirilmesine uğraşan bir kavram da var. Post-hümanizm, bahsettiğim ve eleştirdiğim hümanizm ve idealize edilmiş insan özne etrafında kurulan idealler dizisine karşı olduğu sürece veganlıkla benzer bir yerde ilerliyor. Bu konuda önerdiğim kitap listesindeki İnsan Sonrası isimli Rosi Braidotti’nin kitabı açıklayıcı bir içerik sunuyor.

Nada
Son olarak güncel sanat alanında sergi içeriklerine baktığında “insan olmayana” dair içerikleri nasıl değerlendiriyorsun? Hayvanların temsil ve estetize edilme biçimlerine dair fikirlerini paylaşabilir misin?
İstanbul özelinde konuşacak olursam, iklim krizi farkındalığıyla birlikte ortaya çıkan bir trend söz konusu. Bir yerden başlamak gerek; iklim krizi doğayı ve hayvanları düşünmeye vesile oldu. Tabii burada yine bazı hayvanlar öne çıkarılmış durumda. “Hayvancılık” denen hayvan sömürüsüne eleştirel bir bakış yok. Bundan ziyade pastoral bir romantizm algısı oluyor, doğa-insan ikilemi üzerinden. Burada fark edilmeyen ise doğa denen şeyin antroposentrik bakışta insan öznesi için hep sömürülmeye müsait kaynaklar olarak görülmesi. Örneğin mandaların sömürüsünü sahip çıkılıp sürdürülmesi gereken bir gelenek ve kültürel öğe olarak sundular son bienalde. Bu kapsamda yapılan Manda Festivali’nin destekçilerinden birinin Manda Yetiştiricileri Derneği olması fark edilmedi. Sömürü düzeni hem gözümüzün önünde hem de öyle bir normalize edilmiş ki, eleştirel bir bakışa ihtiyaç var görmek için. “Kibirli antroposentrizm” bu eleştirel bakışı içermiyor, aksine normalize ediyor. Bu gibi örneklerin yanında da çoğunlukla yine hayvanları nesneleştiren, sanat geleneğinden çıkmayan işler oluyor. Estetize edilişleri de sınıflandırmalarımızla alakalı ve hayvanlara atfettiğimiz insan özellikleri belirliyor bunu. Bunların hiçbiri de hayvanların kendi varoluşları hakkında bize bir şey söylemiyor. Yani kırsal alanda fotoğrafı çekilen koyunların sergilenmesinde de yeni bir şey yok, yarı insan yarı hayvan resimler yapınca da yeni bir şey söylemiş olmuyoruz. Diğer yandan statükoyu sunan sergi yapmak, eleştiri sunmadan, sadece sayfalarca laf kalabalığı yaparak; bunda da bir anlam göremiyorum. Güvenli ya da çerçevesi çizilmiş, alışmış olduğumuz insan merkezli alandan çıkıldığını görmüyorum ben sergilerde. “Animal Gaze”i de bu bakıştan çıkmaya davet etmek için gerçekleştirdik, “Animal Gaze Project” olarak daha birçok sanatsal üretime ve düşünme-tartışma ortamlarına vesile olmayı umuyorum.
Serginin Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi‘nde 9 Haziran 2023 tarihine kadar açık olduğunu hatırlatalım. Sevgili Ece, gelecekte eleştirel hayvan çalışmaları ve eko-eleştiri alanında üreteceğin her türlü içeriği merakla bekleyeceğiz.
NOTLAR:
[1] Abolisyon kelimesinin anlamı bir uygulamanın tamamıyla ortadan kaldırılmasıdır; tarihsel olarak bu kelime köleliğin kaldırılması manasını kazanmıştır. Bu sebeple, köleliğe karşı çıkan hareketler kendilerini birkaç yüzyıldır abolisyonist olarak adlandırmaktadır.
Türkçede bu kavram zaman zaman ilga kelimesi ile karşılanmış olsa da, pek çok dilde olduğu gibi abolisyon şeklindeki özgün hali de korunarak kullanılagelmiştir. Bir abolisyonist, köleliğin kaldırılması gerektiği görüşünü savunan ve bu yönde faaliyet gösteren kişidir.
Abolisyonist veganlar, Hayvan Haklarına Abolisyonist Yaklaşım'ın temel ilkelerini benimserler ve buna uygun olarak insan ve insan harici tüm hissedebilir varlıkların bir temel hakka sahip olduklarını savunurlar, bu da başkalarının mülkü olarak muamele görmeme temel hakkıdır. [Kaynak: abolisyonistveganhareket.org]
[2] Türkçeye çevrilmiş kitaplar çok az sayıda olduğu için mecburen liste mini olacak zaten. Öyle iyi kitaplar var ki, İngilizceden çevrilmediği için öneremiyorum. Birkaç kitap sıralayayım kitap hazinemiz için: Etin Cinsel Politikası, Carol J. Adams; İnsan, Hayvan ve Ötesi, çok yazarlı bir kitap bu, Kolektif Yayınları’ndan; Cehaletin Kültürel Üretimi ve Hayvanlar, Fulya Marmara; Hayvanlar, Sezai Ozan Zeybek; Hayvan Deneyleri, Yeni İnsan Yayınevi; Veganlık: Siyaset, Pratik ve Kuram, yeni çevrilmiş bir kitap, Akademim Yayıncılık’tan; İnsan Neden Vegan Olur?, Gary L. Francione; Vegan Olmak İçin Bahaneler, Yeni İnsan Yayınevi; İnsan Sonrası, Rosi Braidotti; Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü, Zülal Kalkandelen; Veganizm, İletişim Yayınları. En son önerim, bu kitaplardan farklı olarak kurgu metin, bir roman. Leziz Kadavralar, Agustine Bazterrica. Bu romanın baskısı tükenmek üzere. Umarım tekrar basılır, gerçekten başarılı bir roman. Önerebileceğim daha nice kitap var ama İngilizce. Bu arada konunun insan sağlığıyla ilgili kısmı için çevrilmiş ve orijinal dili Türkçe olan kitaplar var. Doktor Murat Kınıkoğlu’nun Vegan Beslenme ve Vegan Sağlık kitaplarıyla Doktor Neal Barnard’ın Peynir Tuzağı kitapları buna örnek verilebilir.
Önceki Yazı

Haftanın kitapları – 21
K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Sonraki Yazı

Hüseyin Sîret’in sürgünlüğü:
Güney Afrika Savaşı’ndan Adıyaman sokaklarına
“Paris’ten yazılan Adıyaman izlenimleri yalnızca Adıyaman’a dair bir şey söylemez, bir muhalifin II. Abdülhamid’in başarısızlıklarına dair imalarını da içerir. Adıyaman’a bu mektuplarda köy ya da kasaba olarak atıfta bulunulur. Sîret, mektupları köylülerin sefaletle örtülmüş manzarasına bakarak kanlı gözyaşlarıyla yazılmış metinler olarak sunar.”