Haydar Ünal ile Yürüyen Zaman
“Haydar Ünal’ın edebi deneyimi de doğrudan ya da dolaylı bir yüzleşmedir. Yazdığı her dizede yangından sağ çıkmış olmanın uzak ya da yakın izleri vardır. Çünkü şair katliamdan kıl payı kurtulabilmiş birkaç kişiden biridir. Ona sorulsa buna 'kurtuluş' demez, başka bir eza ve ceza türü diyecektir, demiştir.”

Haydar Ünal / Sivas, 2 Temmuz 1993 (kolaj).
Haydar Ünal’ın dördüncü şiir kitabı (Yürüyen Zaman), malum acının bağrından bir kez daha açılmış kanatlı kapı. Demek bir kez daha şiirdeki en eski tema üzerine. Dolayısıyla yıkımlardan artakalmanın melankolik membaından damlıyor şiirler. Artık değişmez bir yazgıya dönüşüyor, tortulaşıyor. Şair için bu gerçek yıkım, hepimize düşen payından öte, onun tekil yaşamının kapanmaz bir davası. Ki kendi konumundan şöyle sesleniyor:
İbrahim’e su taşıyan karınca
Bilir
Damlanın sudaki gerçeklik payını
Tarihin bulanık gölgesinde
İrinle yakılan ateşe doğru
Madımak kadar
Sivas kadar
Bağışlanamaz acısına yürür
Son üç kitabında da bunu yazıyor Haydar Ünal, o “bağışlanamazı”. Şiirin şefkatine sığınarak yaşanan yas deneyiminin sonuçları denebilir bu otuz yılı aşan poetik gayrete. Bu yas bütün toplumun olmalıydı; tıpkı öncekiler gibi. Ama ne yazık, o ateşten geriye sağ çıkmış olanın bedenine ve ruhuna damgalanmış olarak kaldı. 2 Temmuz 1993. Sivas, Madımak. Bütün ülke dehşeti seyreder halde, canlı yayın; otel çevresinde binlerce ağızdan çıkan şehvetli tekbirler eşliğinde, bir kurban töreni havasında kundak ateşi yakılıyor... ve bir katliam sahneleniyor. Başbakan yardımcısı “yetkililerle konuştum, sorun yok, ben uyumaya gidiyorum”, diyecek kadar aymaz. Başbakan facianın sonrasında, “şükür saldıran gruptan zarar gören olmadı”, diyen, dili rahatlıkla sürçecek pervasız. Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne davetli 33 canın (“Aleviler, sosyalistler, aydınlar”) dumandan boğularak öldürüldüğü katliam, tarihe böylece kaydoluyor.

Yürüyen Zaman
Ürün Yayınları
2025
91 s.
İlk kez değil; geriye doğru hatırlanırsa Maraş, Dersim, 1915; Auschwitz’e ilham veren katliamlar var. Madımak bu vahşet geleneğinin yeni bir modeli. Trajedilerdekine benzer ama değil; o türün değişmezi olan “kader” sayılır mı bu vaka? Önleyecek olanların eli vardı, “derin devlet” işiydi çünkü. Faili icazetli, kurbanı masumlar olan bir katliam. Tasarlanmış, planlanmış, dehşet bir iştahla sahnelenmiş, önü arkası, niyeti ve zihniyeti apaçık bir katliam bu çünkü. Ama dava kapatıldı sonunda. Gerekçe: zaman aşımı! Yüzyıllar geçse de kapanmaz, çünkü aşınmazlık mührü var acıyı tanıyan bellekte, evrensel yasada. Kapandı mı Kerbela?
O katliamda, edebiyatın ve sanatın birçok alanında bilinen sanatçıların yanı sıra şiirsel kamunun tanıdığı şairler vardı. Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Berrin Taş, Hidayet Karakuş, Mehmet Özer, Olgun Şensoy, Haydar Ünal. İlk üçünün dışındakiler yara bere içinde kurtulabilmişti. Daha ilkel, daha acemi, o yüzden daha çıplak bir Auschwitz provasından sağ kalmış olmak gibi bir kurtuluştu bu. “Dışarı”ya dayanamayıp erken terk eden Boğulanlar Kurtulanlar yazarı Primo Levi, Böyle Buyurun Gaza Bayanlar Baylar'ın Tadeus Borowski’si, düşmana inat bir gün fazla yaşama şampiyonu Elie Wiesel, İnsanın Anlam Arayışı'nın yazarı Viktor Emil Frankl, vd. Bu isimlerin yaşadığı gibi bir kurtuluş, ama gel bir de onlara sor…
Madımak’tan sonra şiir…? Yazıldı, hem de olayın ilk elden mağdurları; yukarıda andığımız isimlerin ve daha birçoğunun yaptığı gibi. Travma bir kez yaşandıktan sonra unutulması olanaksız bir yeniden hatırlama zorlamasına dönüşür. Zihin yeniden ve yeniden kurar, sıradan anılar bile kendisini böyle gerçekleştirir. Ama hiç kimse bu boyutta bir ateşin yakıcı harını, dumanın nefes kesen kokusunu duymadan hatırlayamadı, yazamadı, yazılan da başka türlü okunamadı. Felaket sonrasının şiir konusunu tartışan, kesin bir biçimde “yazılamazlığını” savunan Adorno’nun sonuç yargısı şu oldu:
“Auschwitz'ten sonra şiir yazılamayacağı cümlesinin mutlak bir geçerliliği yoktur, ama şu kesin ki Auschwitz geçmişte mümkün olduğu ve belirsiz bir gelecek boyunca da mümkün kalacağı için, şen sanat artık tasavvur edilemez.”

Sivas’ta yaşamını yitiren 33 can için… Fotoğraf: Sivas Katliamı Hafıza Merkezi
“Geçmişte mümkün olduğu ve belirsiz bir gelecek boyunca da mümkün kalacağı için”… Şiirin vahşetler karşısında naifliği, zarifliği, zayıflığı bahane edilemez elbet; ki zaten İlyada gibi en eski örnek de bu tür katliamların en güvenilir belgesi olarak bütün zamanlarda yeniden okundu. 1945’ten sonra sanat, faşist katliam travmalarıyla yüzleşmekten kaçınamazdı. Dava, zaman aşımına ya da belirsiz bir “divan”a bırakılmazdı. Bugün dünyada demokrasinin birkaç iyilik işaretleri görülebiliyorsa, bu yüzleşme sayesindedir.
Haydar Ünal’ın edebi deneyimi de doğrudan ya da dolaylı bir yüzleşmedir. Yazdığı her dizede yangından sağ çıkmış olmanın uzak ya da yakın izleri vardır. Son üç kitabının içeriği (ilki olaydan öncedir) tümüyle bu vakadan ibaret olsaydı bile şaşırmayacaktık kuşkusuz. Belki en fazla onun nezdinde “şen sanat artık tasavvur edilemez” olurdu. Çünkü şair katliamdan kıl payı kurtulabilmiş birkaç kişiden biridir. Ona sorulsa buna “kurtuluş” demez, başka bir eza ve ceza türü diyecektir, demiştir. O günden sonra, kendi deyişiyle “var da yok gibi duran dünya”da “zamanın anlam işçisi” olmaya çalışmıştı. Tekinsiz bir bakışla “aslında, öyleyse, belki” arasında bir döngüye takılmış, “belleğin bulanık yerinden” kimi zaman bir tür sayıklamaya dönüşen sesle konuşmayı yeğlemiştir:

Metin Altıok, Uğur Kaynar ve Behçet Aysan, katliamdan az önce, 2 Temmuz 1993. Fotoğraf: Battal Pehlivan
Nasıl kopayım bu yangından
İyi şeyler söylemekten
Nasıl vazgeçeyim
Yere düşmüş şiirlerim
Gövdem
Ortalık yerde sessiz
Utanır oldum
Toprağın altındaki tohumdan
Ne anlatayım buğday tanelerine
Yağmur bir türlü gelmez
Bulutlar paralar durur kendini
Yaşıyor olmaktan utanmak gibi doğadan utanmak. Böyle bir varoluş sarsıntısı nasıl dinebilir? Dinebilir mi? Şair dostlarıyla dertleştiğinden daha fazla kendiyle, bu demek iç sesiyle, acısıyla söyleşebilmek için uygun bir dil bulmaya çalışırken kurtulmuş sayamaz kendini. (“Nasıl kopayım bu yangından”). Buna eşlik eden, “yitiklik” de ruhunun bir niteliği olacaktır, kendi deyişiyle. Şiir bir sığınaktır şair için; sesler, kelimeler, ürpertici yankılar, çok eski işaretlerle dolu, ıssız bir mağaraya sığınmak gibi. “Aklıma rastlıyorum mağara yontularında” diyecektir bir şiirinde. Akıl, yitikliğe karşı bir direnç vermeli. Ama burada durum daha karmaşık; amorflaşmanın, anominin, şeyleşmenin başka bir adıysa yitiklik, şair o yerde değildir. Onun şiiri vardır çünkü. “İmgelerin sonsuzluğu”yla”, ‘yürüyen zaman’daki toplumsal simgelerin karmaşasıyla doludur aklı ve ruhu. Bunlarda işe yarar bir netlik, kesinlik, sahihlik olmasa da olur. “Aslında, öyleyse, belki” ve türevleri. Çünkü şairin her durumda yaşamak gibi bir ödülü ve buna katlanmak gibi bir cezası başlamıştır 2 Temmuz’da. Hatıra, itip tepeye çıkarmak zorunda olduğu kayadan bile ağırdır. Bazen hiçbir şeyi kımıldatamıyormuş duygusuna kapılır, “var da yok gibi duran dünya”da yaşar gibi, “boşlukların acıyla dolan bütünlüğünden parçalar” saçılır yeryüzüne. Heyelandan düşen kaya parçaları gibidir insanlık durumları. Dağına ovasına kentine sokağına durmadan bu parçalar düşmektedir. Nedeni bilinmez bir korku rüyası değildir bu. Gerçeğin görüngüleridir. Muktedir katiller arasında sağ kalmış olmanın dayanılmaz azabıdır bu.

Kulağının belleğinde ağıtlar, bozlaklar ya da yanık türküler gibi sesler yankılanacaktır. Örneğin, efkârın sarsan savuran havasına kapıldığında dile gelecek ilk dize, kadim türkülerden bir parçadır. “Şeyda bülbül çarkıdevran içinde” diye başlayabilir bir şiire. Bozlak havasına doğru esebilecek potansiyeldeki bu ses, ikinci dizede birden kapanıp içe çekilir. İkinci dize tek sözcüktür: “Küsmüş”. Şiir şöyle devam eder: “Sözlerine yas bırakır / Bakışlarından kopardığım anlam /Yeniden ad koyar cihanın kalbine /Bundan böyle /Ölümden zordur aşk”. Şair, bu tür ağıtcıl seslerin tortulaşmış, kalıplaşmış tuzağına düşmemeye direnecektir; ustaları Zerrin Taşpınar’ın, Mehmet Özer’in, Hidayet Karakuş’un ve birçok şairin yaptığı gibi. Modern şair olarak bu söylem biçiminin kuralına, edasına, diline, aurasına uygun ifadeyi bulmaya çalışacaktır. Uğraşan bilir, bu tür bir çalışma kolay gibi görünse de pek kolay değildir; “folklor şiire düşmandır” çünkü (Cemal Süreya). Ama eski dost ne kadar düşmansa o kadar düşman. Sen yenilendikçe, değiştikçe, modernin aurasına girdikçe senden uzaklaşan. Bu mezar çiçeklerinin derine doğru çeken büyüsüne kapılmamayı öneriyordu Cemal Süreya. Ama gelenekten kalan bir şey daha var ki ondan kaçılamaz: göçmüş ya da yaşayan bütün şairler gibi Haydar Ünal da şiirin zehirli tatlısı sayılan melankolinin etkisine çarpılmıştır. “Melal”; evet ama o zaten ve çoktan var; ondan daha sert, daha kara bir duygu bu. Melankoli’nin sıkı yoldaşı Baudelaire’in düşündüğü gibidir. Baudelaire, melale değil “melankoliye aşina olmayan okuru boşver” diyordu.
Baudelaire’in derdi biliniyor: Toplumdan kovulmuş olmak, “dandi sayılmak”. Türkiye’deki karşılığı şu: “adam yerine konmamak”. Ama daha serti yaşandı bu ülkede: Yakılmaya layık sayılmak. 2 Temmuz’dan sonra, bu fatal duyguyla yaşamanın bulantısı da dalgalıdır; harabeler arasında bir nostaljiye de, hülyalı fanteziye de açılan bir duygudur çünkü. O tarihten sonra yazılan şiiri bir de bu girdaplı salınımlar üzeninden okumak gerekirse, bu girdap Haydar Ünal’ı da bir tür nostaljiye savurdu. Yanık türkülerin sesine özlemdi bu savruluş. Zaten o ses de eskiden beri yürüyen zamanda türeyen yel değirmenleriyle savaşanların “mağlup ama mağrur” sesi değil midir; yol boyu hasret dolu:
Rüzgârın getirdiği telaş var saçlarında
Uzaklara hep uzaklara
Büyük vazgeçişleri ertelemiş
İki yanardağ
Gözlerin
Uzun sürmüş yenilgilerin
Tarihle olan hesabından geçiyor