Haftanın vitrini – 28
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Acı Çeken Beden / Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu / Bu Yas Yuvası / Fransa’nın Kimliği / İtalyan Masalları / Knockemstiff / Rüyaların Üçüncü Reich’ı / Foucault'dan Sonra Marx / Tanrı Korkusu / Uzlaşmaz Marx
Elaine Scarry Acı Çeken Beden’de içerisinde yaşadığımız dünyanın hem yıkımında hem de yapımında rol oynayan acının dilinin peşine düşüyor.
Acı en dolayımsız duyudur. Göz her zaman bir imgeyi görürken, kulak her zaman bir sesi işitir. Peki, acının nesnesi nedir? Daima inlemeler ve çığlıkların bulanıklaştırdığı bu duyguyu deneyimin öznesi bile tam olarak anlamazken, acı başkasına nasıl anlatılabilir? İşte Acı Çeken Beden’in çıkış noktası tam da burasıdır: Tüm bu zorluklara rağmen acıyı ifade eden bir dil için duyulan ihtiyaç. İnsan Hakları Savunucuları, hukukçular, doktorlar ve sanatçılar acının sözlerini bulmakta önemli başarılar elde etmiştir. Fakat Scarry bu gibi başarıları kutlamakla ilgilenmez. Aksine, tam da işkence ve savaşta olduğu gibi, acıyı ifade etmek için kurulan bu dilin acı veren aletleri, silahları ve taktikleri öne çıkararak acı çeken bedenin kendisini nasıl unutturduğunu gözler önüne serer. Aynı durum, Marx’ın kapitalizm çözümlemesi için de geçerlidir. Çünkü bu dil dünyanın yalnızca yıkımında değil, kurulumunda da etkindir. Gerek semavi dinlerin gerekse daha modern söylemlerin kurucu ve yıkıcı dili Scarry’ye göre daima acıyı ifade eden fakat bedeni göz ardı eden bu dil temelinde inşa edilmiştir.
“New York, insan emeğinin bugün varabildiği en yüksek gücü gösteriyor. Kudret ve ışık onun belli başlı markası ve göklere tırmanan binalar bu kudretin en canlı timsali... İşte dünyanın en yüksek binası olan Empire State Building’in tepesindeki kulede düşünebildiklerim! 300 metre kadar yüksekte ve 85’inci kattayım. Etrafımızda sisler uçuşuyor, şarkta Long Island büyük bir harita gibi yere serilmiş.”
Bir genç kızın gözünden iki dünya arasındaki büyüleyici karşılaşma…
1935 yılında Akşam gazetesinde tefrika edildikten sonra yayımlanan Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu, Faik Sabri ve kızı Lütfiye Duran’ın kaleminden çıkan etkileyici bir seyahatname. Lütfiye’nin kaleme aldığı mektuplar, sadece bir seyahatin izlerini değil, aynı zamanda iki farklı dünyanın çarpıcı biçimde karşılaşmasını sunar. Mektuplarda New York’un gökdelenlerinden Amerika’nın hız tutkusuna, kadınların toplumdaki rolünden mimari yarışlara kadar pek çok gözlem yer alır. Elinizdeki bu eser, Lütfiye’nin keskin zekâsı, duyarlı kalemi ve babası Faik Sabri’nin coğrafyacı dikkatinin müşterek sonucudur.
1930’larda gerçekleşen bu yolculuk, tarihsel ve edebî değeriyle okuyucularına sadece bir seyahatname değil, aynı zamanda kültürler arası bir keşif sunuyor. VakıfBank Kültür Yayınları, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde kaleme alınmış seyahatname ve kurmaca arasında kalan özgün ve melez türleri okuyucularla buluşturmaya devam ediyor.
Üç erkek çocuk babası, eşinden boşanmış Robert Farquharson’ın arabası 2005 yılının Babalar Günü’nde çocuklarını annelerinin evine bırakırken yoldan çıkar ve bir sulama barajına gömülür. Farquharson arabadan çıkmayı başarır ama çocukları boğularak hayatını kaybeder. Olay ilk bakışta trajik bir kaza gibi görünmektedir, ancak yetkililerin işe dahil olmasıyla daha karanlık ihtimaller belirmeye başlar.
Romancı ve öykücü Helen Garner, Avustralya’da uzun zaman gündemi işgal eden Robert Farquharson davasını başından sonuna kadar, her duruşmasına katılarak takip etti. Bu Yas Yuvası işte bu sürecin sarsıcı hikâyesini anlatıyor. Yaslı anne ve babadan başlayarak savunma ve iddia makamına, jüri üyelerine, tanıklara, bilirkişilere ve davayı izleyen gazetecilere varıncaya dek herkesin bir romanın kişileri gibi belirdiği anlatı, Garner’ın dürüst ve ustalıklı anlatıcılığı sayesinde true crime ve mahkeme röportajı gibi türlerin sınırlarını aşarak aile, evlilik, suç, masumiyet ve adalet üzerine unutulmaz bir kitaba dönüşüyor.
“Katılımcılardan pek azının öngörülere uygun davrandığı bir cinayet davasının sürükleyici hikâyesi. Yalnızca ne olup bittiğinin değil, neye inanmayı tercih ettiğimizin ve neye inanmaya cesaret edemediğimizin de bir incelemesi.” –Julian Barnes
“Garner esasen anlatı formunun sınırlarının ötesinde kalan zorlu meselelerle sınıf, toplumsal cinsiyet ve iktidara ilişkin kökleşmiş varsayımlarla; bir başkasının davranışlarının altında yatan saikleri ne kadar iyi anlayabileceğimiz sorunuyla meşgul. –James Wood
“Bunu bir kez daha söylemeyeceğim: Fransa’yı Jules Michelet ile aynı titiz ve karmaşık tutkuyla seviyorum. Erdemleriyle kusurları, yeğlediklerimle kabul etmeye zorlandıklarım arasında ayrım gözetmeden. Ama bu tutku bu kitabın sayfaları arasına pek sızmayacaktır. Onu özenle uzakta tutacağım. Beni tuzağa düşürebilir, şaşırtabilir, bu yüzden onu yakın göz hapsine alacağım. Ve yolumda ilerlerken olası zaaflarıma da işaret edeceğim. Çünkü Fransa’dan sanki başka bir ülke, başka bir yurt, başka bir ulusmuş gibi söz etmeye kararlıyım.
Elinden geldiğince tarafsız bir “gözlemci” olması gereken tarihçi kendisini bir çeşit kişisel suskunluğa mahkûm etmek zorundadır. Daha önceki çalışmalarımdan dolayı böyle bir çaba benim için belki daha kolay olacaktır. Akdeniz ya da kapitalizm üzerine kitaplarımda Fransa’yı uzaktan, bazen çok uzaktan, ama ötekilerin arasında, ötekilere benzer bir gerçeklik olarak süzdüm. Böylece bana çok yakın olan bu çevreye geç ama apaçık bir zevkle vardım: Tarihçi, gerçekte yalnız kendi ülkesinin tarihiyle rahat ilişkiler içindedir, bu tarihin dönemeçlerini, değişimlerini, özgünlüklerini, zayıflıklarını neredeyse içgüdüsel olarak kavrar. Başka yerde kamp kurduğu zaman, ne kadar derin bilgi sahibi olursa olsun, asla böylesine kozları yoktur.”
–Fernand Braudel
20. yüzyıl dünya edebiyatının en önde gelen, en sevilen yazarlarından Italo Calvino, bu kez İtalya’nın farklı bölgelerinin sesini taşıyan masallarla çıkıyor karşımıza. İlk kez 1956’da yayımlanan İtalyan Masalları’nda Calvino meraklı bir araştırmacı, titiz bir etnograf ama en çok da bir yazar olarak kendini gösteriyor: Ligurya’dan Veneto’ya, Emilia-Romagna’dan Sicilya’ya, ülkesinin farklı bölgelerine ait masallardan bir seçki oluşturmakla kalmıyor, değişik lehçelerdeki metinleri yeniden yazıyor ve İtalyan masal dünyasına bir bütünlük kazandırıyor. İtalyanca konuşulan bölgelerin harikalarla dolu fantastik hafızasını ironi ve şiirsellikle ortaya koyan bu kısa metinler, Calvino’nun dokunuşlarıyla yeniden hayat buluyor.
“Sihirli bir kitap, bir klasik.” –Time
“Her yaştan okur için… Bir başyapıt.” –The Wall Street Journal
“İtalya’nın en büyük edebiyat ustalarından birinin yeniden kaleme aldığı bu geleneksel İtalyan masalları, birer hazine.” –Los Angeles Times
Köylü doğup basit bir işçi hayatı yaşadıktan sonra emekliliğinde yazdığı Knockemstiff’teki öykülerle elli yaşında PEN/Robert Pingham Ödülü’nü kazandı Donald Ray Pollock. Daha sonra 2012’de Guggenheim Bursu’na da layık görülen Pollock, Düş Yakamdan Şeytan adlı ilk romanıyla öykü kitabında anlattığı memleketini okurlara daha da etraflıca göstererek, Amerikan Güney Gotiği ve taşra anlatısında eşsiz bir yer elde etti.
Ortabatı Amerikan kasabasının olağanca sertliğini ve hüzünlü sıradan insanlarını, ruhlarına nüfuz eden her tür kir pastan arındırarak unutulmaz bir anlatıyla ortaya koyar Pollock. Altmışların ortalarından doksanların sonlarına uzanan bir zaman diliminde yaşadığı, karakterleriyle birbirlerine zincirlenen öykülerinde kendi dünyasını, Ohio’daki Knockemstiff’i yazarak edebiyat haritasına gerçek bir hayal diyarı bağışlar.
“Belki umutlu ve yaşam enerjisi yüksek bir Raymond Carver ya da tanrısız bir Flannery O’Connor – ama Pollock hiç kimsenin gölgesi değil. Güçlü bir yetenek iş üstünde.” —Katherine Dunn
“Ürkütücü, kasvetli, tavizsiz ve matrak… Amerikan kurgusu ne kadar çiğ olabilirse. Unutulmaz bir deneyim.” —San Francisco CronicleCharlotte
“Totaliter rejimler takipçileri olmadan ayakta kalamaz. Beradt’ın kitabı, insanların nasıl birer yandaşa dönüştüğünü ortaya koyar. Nasıl eğilip büküldüklerini, içsel dirençlerinin nasıl kırıldığını gözler önüne serer. Rüyaların Üçüncü Reich’ı aynı zamanda mutlak tahakkümün teorisidir.” –Barbara Hahn
Charlotte Beradt, bu olağanüstü vurucu kitabında, terzisinden, komşusundan, teyzesinden, sütçüsünden, arkadaşlarından dinlediği, Nazi döneminde gördükleri rüyaları aktarıyor ve içgörüyle yorumluyor. Rüyalardaki keskin imgeler üzerinden, bu baskıcı totaliter rejimin insanları nasıl bir ruhsal yabancılaşmaya, köksüzleşmeye, izolasyona, kimliksizleşmeye ittiğini gösteriyor. Edebi bir tatla, ürpertili hikâyeler gibi de okunabilecek bu metinler, faşizmin bilinçdışındaki aynası gibidir. Alabildiğine politik bir “rüya tabiri” kitabı… Yayımlandığı 1962’den beri faşizm incelemeleri literatüründe saygın bir yer edinen Rüyaların Üçüncü Reich’ı, bugün her zamankinden daha güncel sayılıyor.
Sanallığı benimsememize karşın sahiciliğe özlem duyuyoruz. Geleceğe hızla atılmamıza rağmen geçmişin hasretini çekiyoruz. Sermayenin Doğası toplumsal yaşamın mekânsal ve zamansal koordinatlarındaki süregelen rahatsızlığın tam ortasındaki bu gerilimi açıklamayı amaçlar.
Bunu, Marx ve Foucault’yu eleştirel gerçekliğin merceğinden tekrar okuyarak ve toplumsal teorilerinin esastan uyuşmadığı yönündeki yaygın kanıyı altüst ederek yapar. Netice Marx’ın “toplumsal üretim ilişkileri” ile Foucault’nun “disipline eden iktidarı” arasında konumlanan aydınlatıcı bir sentezdir. Yazar bu sentezden eylem kapasitemizin maddi nedeninin bir modelini inşa eder: sermaye, toplumun genetik kodu.
Kitapta Foucault’nun iktidar kavramı Marx’ın analitiğinin merkezine yerleştirilir. İktidar mantığı ve değer yasası; disipline eden teknolojiler ve sermaye birikiminin genişleyip yükselen sarmalları iç içe geçerek birbirine karışır. Foucault iktidarın “nasılını” Marx ise “nedenini” açıklar. Kitapta ikisinin birlikte postmodernitenin koşullarını şekillendiren geçerli üretim ilişkilerinin etkin mantığını tanımladıkları öne sürülüyor.
Kavramsal açıdan özgün ve açıkça yazılmış bu ikonoklastik eser; toplum, iktisat ve siyasal teori ile eleştirel organizasyon, yönetim çalışmaları ve postmodernizm alanlarında okuyan ve araştıranlarca hoşnutlukla karşılanacaktır.
“Çiçeklerin sonu insanlardan farklı değildir, çürümekten kurtulamazlar.“
Susan Sontag’ın “harikulade, göz kamaştırıcı, yabani” olarak nitelendirdiği Fleur Jaeggy, Tanrı Korkusu’nda okurun karşısına birbirinden tekinsiz yedi öyküyle çıkıyor. İnsanın kendinde görmek istemediği karanlık yanları soğuk ve hissiz labirentlerde, hayalle gerçek arasında ve “hoş ve tehlikeli” rüzgârlar eşliğinde ortaya çıkarken okur da kendi içinde, karanlıkta, rahatsız edici bir buluşmaya davet ediliyor.
Çağdaş Avrupa edebiyatının alışılmadık kalemi Fleur Jaeggy, insana ait kaygıları, korkuları, delilikleri, boşluk ve yalnızlık hissiyle tuhaflıkları her zamanki ustalığıyla hissiz bir anlatıcının gözünden ele alıyor. Yaşamla ölüm, delilikle normallik, absürdlükle akla uygunluk arasındaki sınırlar daha önce hiç bu kadar belirsizleşmemişti.
Dinî çatışmalar, doğal kaynaklar için verilen mücadeleler, savaşlar, Avrupa kapılarına dayanan mülteci akınları, iklim değişikliklerinin neden olduğu doğal afetler ve bunlara eşlik eden kıtlıklar... Uzlaşmaz Marx, günümüz kapitalizminin yarattığı bu yıkıcı kargaşa karşısında, onun uzlaşmaz muarızı Marx’ın analitik ve eleştirel gücünün güncelliğini vurguluyor. Marx’ın düşünce sisteminin fikirler tarihi kanonunun tozlu raflarına kaldırılamayacak kadar canlı olduğunu hatırlatırken, bu güncelliğin sanılandan çok daha kapsamlı olduğuna işaret ediyor: Marx, son on yılda liberal ya da muhafazakâr iktisatçıların dahi sıklıkla hakkını verdiği üzere, basitçe ve sadece kapitalist ekonomik krizlerin bir teorisyeni değildir. Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin temel kavramları insan varoluşuna ilişkin bir dizi etik, felsefi, antropolojik tartışmanın kapısını aralar. Michael Quante’ye göre Marx’ın “modern kapitalist toplum düzenine ilişkin analizi, içinde bulunduğumuz durumda sorun çözme potansiyeline ve eleştirel güce sahip olmaya devam eden felsefi kavramlarla desteklenmektedir” ve Marksist düşünce, güncelliğini öncelikle bu tartışma izleklerine borçludur.
Yazar, Uzlaşmaz Marx: Kargaşa İçindeki Dünya’yı tam da Marx’ın düşüncesindeki bu kalıcı potansiyeli ve gücü akademik tartışmaların ötesine taşımak, günümüz okurlarına “kendi yaşam gerçekleri üzerine düşünmelerini ve böylece eleştirel bir mesafe koymalarını sağlayabilecek düşünce motiflerini ve içgörüleri” sunmak için kaleme almıştır. Zira dünya halklarının “krizlere ve küreselleşmeyle beraber her yerde hüküm süren zorluklara karşı tepkisini, milliyetçilikle, dışlamayla ve çözüm yerine sadece yeni baskılar vadeden siyaseten gerici stratejilerle” verdiğini kaygıyla not düşer.
Önceki Yazı
Kerem Işık ile söyleşi:
“İnsan olmanın tuhaflığı”
“Sınır’ı yazmak üzere beni masanın başına oturtan itici güç, çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden fantastik hikâyeleri kendi gerçekliğimle birleştirip bu iki düşünsel katman arasındaki sınırları ortadan kaldırma çabasının verdiği heyecandı diyebilirim.”