Haftanın vitrini – 26
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Ben Leyla Gencer / Çizginin Yolculuğu / Dışarıda Kalanlar / Düşman Ceza Hukuku / Eşitlik Tutkusu / Gece Hayvanları / Haksız Tahrik / Hümanizm Kitabı / Kalabalıkta Yüzler / Kullanışlı Düşmanlar
Ünlü keman virtüozu Isaac Stern
“İlk 79 Yılım”) adlı kitabının önsözünde şöyle der:“Müziğin hizmetine girmek bir meslek edinmek değil, bir yaşam biçimidir. Bunun için iki şeye sahip olmalısın: Birincisi, ne olmak istediğin hakkında küçük yaştan itibaren kesin bir fikre; ikincisi, o isteğinin gerçekleşmesi için gereken özgüvene, mücadele gücüne ve gurura.”
İşte Leyla Gencer’in müzik serüveni bu düşüncenin hayata yansıması olmuştur adeta.
Safranbolulu bir baba ile Polonyalı bir annenin kızı olan Leyla Gencer Çubuklu’da dünyaya geldi, Fransız dadısının çokkültürlülüğü ve evde piyano çalan annesinin söylediği Lehçe şarkılar aracılığıyla henüz hayatının ilk yıllarında müzikle tanıştı. Soprano Arangi-Lombardi ile çalışması hayatının dönüm noktalarından biri oldu. İlk opera temsilini Ankara’da verdi. 1953’te İtalyan radyosundaki kaydıyla da ilk kez sesini dünyaya duyurdu.
Leyla Gencer, küçük yaşından itibaren sahnede olmayı aklına koymuştu. Özgüveniyle, çalışkanlığıyla, savaşçı kişiliğiyle hayatını bu fikre göre şekillendirdi. Opera kültürü olmayan bir ülkeden çıkıp, bu kültürle evrilmiş bir ülkenin, İtalya’nın ortasında kendini ispat etmek için verdiği mücadelelerle, tam yirmi beş yıl boyunca operanın mabedi sayılan La Scala’nın “prima donna”sı oldu. Sonraki yirmi beş yıl da, ölünceye kadar, eğitimci olarak opera dünyasına hizmet etti.
Zamanının büyük sopranolarıyla girdiği rekabetle, tarihi şefler ve rejisörlerle birlikte çalışmasıyla, büyük bestecilerin gölgede kalmış yapıtlarını keşfetmesiyle, repertuvarındaki yetmiş üç opera ve canlı temsillerden kaydedilen sesiyle yirminci yüzyıl opera tarihine geçmeyi başaran La Diva Turca, bugün de Divaların Divası olarak anılmaktadır.
Ben Leyla Gencer – La Diva Turca kitabı, sesiyle ve dramatik gücüyle iz bırakan sanatçıyı kişileştirerek kendini var etme yolculuğunda yaşadığı coşkularını, hayal kırıklıklarını, sevinçlerini, acılarını kendi ağzından hikâyeleştirirken, okuru operanın coşkulu yıllarına götürüp müzik dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor.
Çizmek hepimiz için bir iletişim, ifade, kayıt oluşturma ama hepsinden önemlisi bir düşünme aracı. Şüphesiz bu aracı aynı biçimde, aynı yoğunluk ve verimlilik içinde kullanmıyoruz. Özellikle mimarlar, sanatçılar ve tasarımcılar söz konusu olduğunda çizmek ikinci bir dil, duygusal ve düşünsel bir dışavurum yöntemidir. Burada kırılma noktası ya da temel fark çizginin, çizerek temsil etmenin doğrudan bir iletişim ortamı, bilinçli olarak kullanılmış bir dil olması
ile başka iletişim ortamlarının bütüncül bir parçası olarak kullanılmasıdır. Tasarım, sanat, mimarlık gibi alanlarda çizmek, sadece sürece yönelik bir ifade aracı değil, aynı zamanda bir sonuç ürün, son sözdür. Bu anlamda eskiz,
sonuç ürüne giden yol içinde durak noktalarını, eleştirel düşünceyi, öncelikleri, göz ardı edilenleri, bir yandan da çizenin kimliğini ve ideolojisini temsil eder. Çizginin bitmemiş hâli, yolculuğu ve serüvenidir. Eskiz, seçilenler kadar vazgeçilenleri, kararlılıklarımız kadar kararsızlıklarımızı anlatır
ve hatalara karşı hoşgörülü, gerçeklerin aşındırıcı etkilerine mesafeli bir hayal dünyasıdır. Hayal gerçeğe dönüşürken çizgiler azalır, sadeleşir, kararsızlıklarından arınır.
Her nitelikli tasarım, arka planında eleştirel bir düşünce ve eskiz süreci barındırır. Bu yol, düz bir iz üzerinde ilerleyebileceği gibi başka yollara sapmaya hatta keskin dönüşler yapmaya açıktır. Çizgi, eskiz içinde üst üste biner, kalınlaşır, incelir farklı anlamlar barındırır. Çizginin söyledikleri, zaman zaman aynı şeyi farklı şekillerde anlatırken zaman zaman birbiriyle çelişen, hatla zıtlaşan ifadeler barındırır. Eskizi sürecin şahidi yapan bu bitmemişlik, kararsızlık, yeni sözlere açık olma hâlidir. Öte yandan eskiz, bitmiş ürünü ve onun arka planını anlamak için bir araç, tasarımcı ya da sanatçının öncelikleri için bir temsiliyet ortamıdır. Mimarlık, tasarım ve sanat eleştirisi sadece sonuç ürünle değil, ona giden yoldaki süreçle ilgilenir. Bu nedenle eskiz de doğrudan eleştirinin ilgi alanını oluşturur.
40. yılında Galeri Siyah Beyaz’ın ve Faruk Sade Sanat Fonu’nun desteklediği “Çizginin Yolculuğu” sergisi bu saptamalardan yola çıkarak paralel ve iç içe geçen üç olguyu ele alarak tasarım ve sanat alanına katkı sağlamayı hedeflemektedir.
1. Mimarlık, tasarım ve sanat alanlarındaki süreklilik, benzerlik ve farklılıkların eskiz yolu ile keşfedilmesi.
2. Türkiye kültür-sanat ortamında mimar, tasarımcı ve sanatçıların sonuç ürünlerine giden yolda eskizleri aracılığı ile anlaşılması, belgelenmesi ve tanıtılması.
3. Eskizin eleştirel gücüne yönelik farkındalık oluşturulması.
Buna benzer bir sergi, Mimarlar Derneği 1927’nin desteği ile bu serginin küratörünün de aralarında olduğu bir grup tarafından (Abdi Güzer, Selda Bancı ve Gülnur Özdağlar) 2010 yılında düzenlenmişti.
“Çizgi’yle Düşünmek / Çizgi’de Düşünmek” başlıklı sergi sadece mimarların tasarımları ile sınırlı bir ortam sunuyordu. “Çizginin Yolculuğu” adı verilen bu yeni sergi, bir yandan güncellemeyi ve zenginleştirmeyi öte yandan yer alan örnekleri tasarımın farklı alanlarına taşıyarak daha kapsayıcı olmayı hedefliyor. Şüphesiz zaman ve erişilebilirlik kısıtları içinde bu sergi mimarlık, tasarım ve sanat alanlarında üretilen ve sergiye yönelik temsiliyet gücü güçlü olan çizgilerin çok azını kapsıyor. Burada yer almayan çok değerli çalışmaların ve eksik kalan isimlerin varlığı bir gerçek. Ama burada sunulanların hem disipliner olarak hem de yaklaşım farkları içinde ortamın bütünlüğünü temsil eden bir çeşitlilik ve serginin çıkış düşüncesine yönelik bir süreklilik barındırdığını düşünüyoruz. Katılan ve katılmasını çok istememize rağmen katılamayan herkesle birlikte çizginin yolculuğu sürüyor.
Çizginin Yolculuğu etkinliği iki farklı ama bütünleşik ürünle izleyicinin karşısına çıkıyor. İlki, bu kitabın arka planını da oluşturan sergi. Sergide, mimarlık, tasarım ve sanat alanından kişilerin eskizleri, açıklama yazıları ve bazı örnekler özelinde eskize esas olan bitmiş ürün fotoğrafları var. Bu bir araya geliş, herhangi bir kronolojik sıra ya da anlayış farkı gözetmeksizin konunun disiplin ve kişi bazında farklılaşmasını temsil eden bir çeşitlilik içinde alarak eskizin sınırlarını keşfetmeye odaklanıyor. İkinci ve paralel ürün olan kitap ise farklı bir kurgu içinde bu birikimi daha kalıcı hâle getirmeyi, bazı yazılarla zenginleştirmeyi hedefliyor.
–Celal Abdi Güzer
Otomatik Portakal’dan çıkmış gibi bir şiddet sahnesiyle açılan romanda failler alelade lise öğrencileri: Eski Nazi ama yeni düzende öfkesini ailesine yönelten bir babanın çocukları entelektüel pozlarında Rainer ve onca müzikal yeteneğine karşın sık sık dilini yitiren ikiz kız kardeşi Anna… Geldiği zengin ailenin imkânları ve sportif sarışınlığıyla Rainer’in hayranlık duyduğu Sophie ile işçi sınıfından babasını kamplarda kaybetmiş, zinde bedenlere ve Sophie’ye âşık yakışıklı Hans… Her biri geldiği ve temsil ettikleri kesimlerin çıkışsızlığından usanmış, zamanın dışında kalmış bu gençler ailelerinin yanında uslu çocuklar, bir araya geldiklerinde hınzır anarşistler: 1960’lara yaklaşırken ikiyüzlü toplumda kendilerini birbirlerinde ararken, tarihin, toplumun, ekonominin, ailenin, ahlakın tüm sınırlarını zorlayıp ortalığı birbirine katmak için bile isteye kötülük yapmaya niyetliler.
Jelinek’in Piyanist romanını da uyarlamış ünlü yönetmen Haneke’nin filmlerinin sürprizli karanlık yapısını andıran Dışarıda Kalanlar, Avusturya usulü kara mizahla yoğrulmuş çok sesli bir dehşet sonatı. Bir bakıma varolamayış romanı.
Sosyal-siyasal bütünlüğün bir parçası olmak ya da olmamak Antikite’den bu yana belli başlı kavramların bu konumlara ve statülere atfedilmesiyle ifade buluyor. Grek toplumunun düşük değerli “insansoyu”nu (anthropos) polis düzenine katıp katmama dilemması ile Roma’da hiçbir yasa ile korunmayan yabanıl hayatın medeniyetçe kavranması meseleleri, aradan geçen binyıllara rağmen modernliğin de temel açmazı olarak güncelliğini koruyor. Politik söylemler ve politik eylemler için oluşturulmuş kamusal uzamın hepimizi eşit kılan ortamından mahrum kaldığımız, kendi hesabına bireyler olarak kabul edildiğimiz ama kendinde insan varlığı olarak kabul edilmediğimiz bir toplumdaki görünme biçimimizin, yani farklılıkların, kutsal bütünlüğü bozanların feda edilmesinin tarihi, talihsiz bir uygarlık tarihidir de aynı zamanda: Antik dünden Post-Westphalian bugüne dek.
Modern toplumlar eşitliği temel değerlerden biri olarak kabul ediyor. Nitekim günümüzde kimlik etrafındaki ayrımcılıklara karşı eşitlik mücadelesi gün geçtikçe güçleniyor. Buna karşılık maddi eşitlik mücadelesi güç kaybetti ve bu alandaki eşitsizlikler derinleşiyor. Bu paradoksu nasıl anlamalı? Eşitlik arzumuz adaletsizlikten rahatsız olmayacak kadar zayıfladı mı yoksa?
Florent Guénard eşitlik ile kurulan ruhsal ilişkinin karmaşık olduğunu gösteriyor. Yazara göre eşitlikçi toplumlarda eşitlik, hem bireyler arasındaki ilişkiyi yapılandırdığı hem de her bireyin kendini değerlendirmesi için bir kıstas oluşturduğu için başlı başına bir değer olarak benimseniyor. Modern ve eşitsiz toplumlarda ise bu tutku ortadan kalkmıyor ama kılık değiştiriyor: Herkes kendisi için eşitlik ister bir hale geliyor, çünkü modern hayatta onur duygumuz yaşam düzeyleriyle ilgili kıyaslamalardan etkileniyor. Maddi koşulların eşitsizliği özsaygımızı yaralayabiliyor. Kuşkusuz buna tepki olarak gelişen duyguların da bugünkü toplumsal isteklerimizi önemli ölçüde açıkladığı görülüyor. Gelirde ve mirasta eşitsizliğin azaltılması bugün artık sadece siyasi bir seçenek değil, tarihsel bir zorunluluk haline geldi.
Gece geç saatlerde bebeğini emziren bir kadın, şehirdeki hayvan seslerini dinler. Yas tutan dul bir kadın ıssız bir sahilde yaralı bir denizanasıyla karşılaşır. Genç bir kadın yol kenarında bulduğu ölmek üzere olan tavşanın görüntüsünü zihninden silip atamaz. Bir çiftçi, sürüsünün geceleri korkuyla böğürdüğünü duyar.
Naomi Booth, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Gece Hayvanları ile modern hayatın karanlık köşelerine ışık tutuyor. Gecenin sessizliğinde kendini gösteren hayvanların metaforik temsillerini kullanarak insan ruhunun derinliklerine dalan Booth, beklenmedik olay örgüleri, varoluşsal sorgulamalar ve insan doğasının çarpıcı tasvirlerinden güç alan öykülerle okurları alışılmadık ve sürükleyici bir yolculuğa çıkarıyor.
Doğa ve insan arasındaki karmaşık ilişkileri, değişen iklim koşullarının getirdiği çevresel zorluklarla birlikte ele alan Gece Hayvanları’ndaki öyküler, hayvanlarla insanların birbirleriyle olan etkileşimlerini ve bu etkileşimlerin hem zarafetini hem de acımasızlığını gözler önüne seriyor. Çevresel etik ve sürdürülebilirlik gibi önemli temaları da merkezine alan Booth, kitap boyunca bireysel sorumluluk ve kolektif eylem arasındaki çatışmaya da odaklanıyor.
Zarif dili ve sürükleyici anlatımıyla kısa öykü formunun sınırlarını zorlayan metinler farklı duygusal tonlarla zenginleşiyor. Naomi Booth, bu öykü toplamında modern dünyanın getirdiği karmaşayla başa çıkmanın yollarını ararken, insanın içsel ve dışsal dünyaları arasındaki karmaşık ilişkilere ışık tutarak okurlarına yaşamın anlamını ve güzelliğini keşfetme yolunda eşsiz bir perspektif sunuyor.
“İsyan, öfke ve empatiyle dolu öyküler... Hem insanlar arasındaki hem de doğal dünyadaki yaşam, bütün neşesi ve dehşetiyle bu kitapta gözler önüne seriliyor.”
–Prospect Magazine
“Haksız tahrik indirimi, isyankâr itaatsizleri öldüren erkeklere ‘erkeklik indirimi’ uygulayarak kadına şiddeti yasal şiddet şeklinde meşrulaştırma aracıdır. Eril tahakkümün hukuk kültüründeki kalesidir.”
Haksız tahrik indirimi, Ceza Kanunu’nun ilgili maddesinde cinsiyete dair herhangi bir ifade bulunmasa da, asıl olarak kadın cinayetinin cezasının indirilmesi anlamına geliyor. Bu indirim, cezasızlık sorununun bir parçası olduğu kadar, hukuk düzeni ile ataerkil düzen arasındaki “fikir birliği”ne de işaret ediyor. Feminist hareketin “erkeklik indirimi” demesi, boşuna değil! Erkeklerin hangi “haksız” fiiller karşısında tahrik olabilecekleri konusundaki fikir birliğini, verilen haksız tahrik indirimlerinde izleyebiliyoruz: “Cilveli cilveli” saat sormak, beyaz tayt giymek, erkekliğine laf etmek, doğum kontrol hapı kullanmak, eşinin ikram ettiği portakal suyunu içmemek…
Haksız Tahrik’te Eylem Ümit Atılgan, sayısız mahkeme tutanağı, karar metni ve gazete haberini inceleyerek, buradan çıkan bulguları derinlikli bir okumaya tâbi tutuyor. Feminist bir hukuk akademisyeni olarak, “haksız tahrik” düzenlemesinin lafzını ve uygulanmasını hukuk sosyolojisinin ve felsefesinin ışığında yorumluyor.
Hümanizm Kitabı en eski çağlardan modern zamanlara uzanan tarihsel süreçte özgün fikirleriyle çığır açmış kuşkucu filozofları, her türlü dogma karşısında eleştirel tutum alan öncü düşünürleri bir araya getirmekte ve böylece çağcıl hümanizmin kaynaklandığı geleneğin ne kadar zengin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu aydınlatıcı metinler, doğaüstü güçlere ya da ölümden sonra yaşama inanmak için herhangi bir sebep görmeyen; insanın, karşılaştığı sorunları doğaüstü bir gücün yardımına başvurmaksızın kendi düşünsel ve ahlaki birikimiyle çözmesi gerektiğini savunan; otoritenin, özgür düşünmenin önüne taş koymasını kabul edilemez bulan bir anlayışı açığa vurmaktadır.
Hümanizma akımı doğduğu dönemden bugüne, insanın kendi doğasıyla barışık bir biçimde yaşamasına katkı sağlamış, hayatla olabildiğince cesur bir biçimde ve zihinsel dürüstlükle yüzleşmesine yardımcı olmuş ve ona insan olmanın o ‘müthiş sorumluluğunu’ yüklenmesi için gerekli olan entelektüel bir içgörü kazandırmıştır. Kitapta yer alan parçalar bu akımın bunu nasıl başardığı konusunda bizlere bir fikir vermekle kalmayacak; dinlere, insanın evrendeki yerine, yaşamın amacına vs. dair öteden beri süregelen tartışmalara da hümanist geleneğin o ufuk açıcı merceğinden bakmamızı sağlayacaktır.
“Sanatçının genç bir kadın olarak portresi”
–Francisco Goldman
Çağdaş Latin Amerika edebiyatının özgün sesi Valeria Luiselli’den göz kamaştırıcı bir roman: Kalabalıkta Yüzler. Luiselli, ödüllü romanı Kalabalıkta Yüzler’de kurmaca eylemini masaya yatırıyor ve bir yazar hakkında roman yazarken yaşamaya ve yaşamıyla hesaplaşmaya çalışan bir kadının izini sürüyor. Öyle bir roman ki bu, Meksiko’nun arka sokaklarından Harlem’deki barlara, kitaplarla sabahlanan gecelerden metronun karanlık tünellerine, geçmişten bugüne uzanarak romancının masa başındaki yalnızlığını edebiyatın coşkun kalabalıklarıyla dolduruyor. Şairler kadehlerini kaldırıp hayaller kuruyor ve sayfalarda kendine yer açmaya çalışan anlatıcının hikâyesi, anlatılan hikayeye karışıyor. Kurmaca ile düzmeceyi, mizah ile hüznü, yazın ile gerçeği birbirinden ayıran sınırları incelikli bir biçimde bulandıran Kalabalıkta Yüzler, okuru yazara, yazarı şaire, şairi ölümsüz bir roman kahramanına dönüştürüyor.
Kalabalıkta Yüzler, yaratıcılığın büyüsüne inananlar ve kitaplardan başka sığınacak yer bulamayanlar için bir hazine niteliğinde.
“Sessiz bir roman, çocuklar uyanmasın diye.”
“Eskiden İtalyanlar dünyanın efendisiydi; şimdi ise Türklerin İmparatorlugu başlıyor...”
Geleceğin Papa II. Pius’u, Eylül 1453’te yazdığı mektubunda Avrupalıları yaklaşan Türk tehlikesine karşı böyle uyarıyordu. İstanbul’un fethinden 18. yüzyıla kadar pek çok Avrupalı yazar, Osmanlı İmparatorluğu’na neredeyse saplantılı bir ilgiyle baktı. Batılıların Osmanlılara olan ilgisine korku ve güvensizlik de eşlik etti. Avrupalılar, bazen savaşlarla bazen de elçiler vasıtasıyla Osmanlılar hakkında bilgi almaya çalıştılar. Bu bilgiler zamanla ölçüsüz dedikodulara ve bir gizeme dönüştü. Avrupalılar, bu büyük imparatorluğun yükselişini ve genişlemesini izlerken hem hayranlık hem de endişe duyuyorlardı.
16. yüzyılda papalık ve Avrupa, kendi içindeki krizleri çözmek için Türk korkusunu kullanarak bir liderlik arayışına girdi. Martin Luther, Haçlı Seferleri politikalarının başarısız olduğunu ve halkın kiliseye olan güveninin azaldığını gördü; bu durumu papaya karşı bir savaş başlatmak için kullanmaya çalıştı. Erasmus da Avrupa’nın iç çekişmelerle zayıfladığını ve Türk korkusunu kullanarak eski gücüne ulaşabileceğini fark etmişti.
İstanbul’un fethi Avrupa’da nasıl yankılandı?
Batılılar İslam’a nasıl bakıyordu?
Viyana Kuşatması Avrupa’da nasıl bir korku yarattı?
Türk vergisi ve Türk yardımı nedir?
Kalvenotürkçülük ve Türkopapacılık nedir?
Avrupalılar Osmanlı ordusunun hangi özelliklerine hayrandı?
İngiliz tarihçi Noel Malcolm, Kullanışlı Düşmanlar’da bu gibi soruları cevaplarken Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı dünyası üzerindeki etkilerini ve Avrupalıların bu güç karşısındaki tutumunu derinlemesine inceliyor. Malcolm; Machiavelli’den Bodin’e, Voltaire’den Montesquieu’ye kadar birçok ünlü düşünürün eserlerinden yararlanarak, Batı’nın Osmanlı ve İslam algısının karmaşıklığını ve zamanla nasıl değiştiğini ortaya koyuyor. Bu fikirlerin Batı’nın güç, din, toplum ve savaşla ilgili tartışmalarıyla nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Osmanlıların Avrupa siyaset düşüncesini nasıl değiştirdiğini anlatan Kullanışlı Düşmanlar, tarihseverlere yeni ufuklar açacak.
Önceki Yazı
Cem Savran’ın romanında “yeraltı”, “av” ve “avcı”nın katmanlı gönderimleri
“Cem Savran her ne kadar 12 Eylül 1980 darbesini izleyen günleri anlatsa da, –çünkü devrimci direniş ruhu ayaktadır henüz– romanını 2000’lerde yazdığına göre kendi önerisini, devrimci seçeneğini sunuyor okura.”