Haftanın vitrini – 23
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aslında Ne Yiyoruz, Nasıl yiyoruz? / Beni Böyle mi Görüyorsun? / Burada Olmak Muhteşem/ Cunta Kızı / Gerçekçiliğin Yükselişi / İnsanların En Gizli Hatırası / Kuşlar / Ne Duygu Ama! Ama Duygu Ne? / O Sonbahar, O Kış / Orwell’in Gülleri
Modern çağın çığır açan ahlak felsefesi filozoflarından Peter Singer, bu kez satın aldığımız ve tükettiğimiz yiyecekler konusunu ele alıyor ve son derece mühim sorular soruyor: Yediklerimiz nereden geliyor, nasıl üretiliyor ve insancıl bir şekilde yetiştiriliyor mu? Birlikte yazdıkları Hayvan Fabrikaları’nın ardından yeniden bir araya gelen Peter Singer ve Jim Mason, yiyecek tercihlerimizin insanlar, hayvanlar ve çevre üzerindeki etkilerini araştırmak için sarsıcı bir serüvene çıkıyor.
Singer ve Mason, bu serüvene beslenme şekilleri birbirinden tamamen farklı üç Amerikalı ailenin yeme alışkanlıklarını inceleyerek başlıyor ve tükettikleri yiyeceklerin kaynağına giderek, üretim ve pazarlama aşamalarında gündeme gelen ahlaki meseleleri irdeliyor. Satın aldığımız ürünlerdeki “Organik” ve “Adil Ticaret” gibi etiketlerin geçerliliğini araştırırken, tesislerdeki işçilerin çalışma koşullarını gözler önüne seriyor.
Aslında Ne Yiyoruz, Nasıl Yiyoruz, organik çiftçilik, adil ticaret, fabrika çiftçiliği ve ticari balıkçılık gibi meseleleri tüm ayrıntılarıyla ele alırken; sürdürülebilirliğin karmaşık dinamiği, genetiği değiştirilmiş organizmalar üzerine süregelen tartışmalar ve yerel alışveriş gibi konuların artılarını ve eksilerini değerlendiriyor. Herkesin vejetaryen olmayacağının farkında olan Singer ve Mason, yine de beş basit ilkeyle bizlere sağlıklı ve daha insani seçimler yapabilmenin yollarını gösteriyor.
2016 LA TIMES kitap dülünü kazanan çizgi roman Aşk Beceriksizleri'nin heyecanla beklenen devamı... Beni Böyle Mi Görüyorsun?'da, en yakın arkadaşlar Maggie ve Hopey, sevdiklerini evde bırakarak eski mahallelerinde düzenlenen bir punk-rock buluşmasına katılmak için gönülsüzce bir hafta sonu yolculuğuna çıkarlar. Şimdiki zaman, dostluklarının çok belirleyici aşamalarından biri olan 1979’da yaşanan olaylara bir geri dönüşle ustaca örülmüştür. Gençliğin yenilmezlik sanrısı, gerçekten yaşanmış olan hayatların getirdiği tüm aşk, kalp kırıklığı, pişmanlık ve öz farkındalığı ile ustaca harmanlanmıştır.
"Jaime Hernandez, yaşam dediğimiz şeyin içindeki pişmanlıkların, yanlış anlamaların ve beklenmedik mutlulukların birikimini sessizce belgelemeye on yıllarını harcadı. O, Amerika’nın en büyük hikâye anlatıcılarından biridir ve O’na sahip olduğumuz için şanslıyız."
–Joseph Fink (Welcome to Night Vale and Alice Isn’t Dead)
"Jaime, şeytani gülücüklerin ve tatlı kurnazlıkların ustasıdır. Hopey ve Maggie o kadar gerçek ki, hikayelerine nereden dahil olursam olayım sıcaklıklarını, karmaşıklıklarını ve mizahlarını derinlemesine hissedebiliyorum, O’nlar benim en eski, en yakın, birlikteyken gülme krizlerine girdiğimiz en iyi arkadaşlarım gibi hissettiriyorlar."
–Lisa Hanawalt (BoJack Horseman)
"Jaime, çok dilli kültürümüzün ürettiği en yetenekli sanatçılardan biridir."
–John Hodgman (Vacationland and The Areas of My Expertise)
"Jaime’nin eseri, son 35 yılın en iyi kurgusal eserlerinden biridir."
–Neil Gaiman (American Gods)
Çığır açan feminist sanatçı Paula Modersohn-Becker, 1907'de henüz otuz bir yaşındayken öldü. Kendini sadece çıplak değil aynı zamanda hamile olarak resmeden ilk kadın sanatçıydı. Ödüllü yazar Marie Darrieussecq, sanatsal sınırları aşan ve birçok kadın sanatçının yolunu açan bu olağanüstü kadının hayatını anlatıyor.
İlk kez 2016'da Fransa'da yayımlanan Burada Olmak Muhteşem, modernizmin önemli bir figürü olan Alman dışavurumcu ressam Paula Modersohn-Becker'ın (1876–1907) üretken ve pek de bilinmeyen yaşamının izini sürüyor. 1876 yılında Almanya'da doğan Paula Modersohn-Becker, kendisini sadece çıplak değil aynı zamanda hamile olarak resmeden ilk kadın sanatçıydı. Otuz bir yaşında kızının doğumunun hemen ardından gelişen emboli sebebiyle trajik bir şekilde yaşamını yitirdi. Kısa kariyeri boyunca, Almanya'da eğitim gördü, Paris'te yaşadı ve heykeltıraş Clara Westhoff ile şair Rainer Maria Rilke'yle yakın dost oldu.
Paula Modersohn-Becker, Picasso ve Matisse gibi ressamların yanı sıra modernizmin tanınmasına katkı sağlamasına ve kendi kuşağının önde gelen sanatçılarından biri olmasına rağmen, sırf kadın olduğu için sanat tarihinin çatlaklarında kaybolmuştur. Marie Darrieussecq'in bu aydınlatıcı ve dokunaklı anlatısı modernizmde önemli bir figür olarak ele aldığı Paula Modersohn-Becker'ın itibarını yeniden canlandırıyor ve kadınların kültürel tanınırlık ve sanatsal kariyer inşa etmeleri konusunda karşılaştıkları zorluklara ışık tutuyor.
“Bir ressamın acı veren ve mükafatsız kalan güçlü ve kısa sanatsal yaşamı.”
–Julian Barnes
“Marie Darrieussecq, Modersohn-Becker'in vasiyetini –mektupları, günlükleri ve hepsinden önemlisi resimleri– ateşli bir zekâyla ve bir kadın ve sanatçı olmanın ne anlama geldiğine dair şiddetli bir tutkuyla okuyor.”
–J. M. Coetzee
“Marie Darrieussecq'in Burada Olmak Muhteşem adlı eseri, hırslı bir dehanın ve onun kendi sosyal çevresindeki diğer iki hırslı sanatçıyla olan tutkulu ve bazen rekabet halindeki dostluklarının şehvetli ve melankolik bir portresi. Mektuplardan, günlüklerden ve tarihi kayıtlardan büyük bir iştahla yararlanan kitap hem takıntılı bir dedektiflik çalışması hem de sanat ve anneliğe dair ağıt niteliğinde bir çalışma.”
–Kate Zambreno
“Geniş bir okuyucu kitlesi için yazılmış olan Burada Olmak Muhteşem, hak ettiği halde sanat tarihi kitaplarında sıklıkla zayıf bir anma ile geçiştirilen Modersohn-Becker'in takdirini tazeleyecektir.”
–Publishers Weekly
“Satır aralarında bu güzel metin, kadının sanattaki yerini sürekli sorgulayan bir feminist manifesto olarak okunuyor.”
–Les Inrockuptibles
“Kırmızı kamyonun camının bir köşesindeki fotoğrafta, kadınla adamın önünde duran iki erkek çocuktan birinin adı Haydar. Ona isim vermemişler de Haydar deyip bırakmışlar sanki. Kim ‘Haydar’ diye seslense, isimle cisim buharlaşıp yok oluyor, iç ezici bir tını kalıyor geriye, ‘aramızda kalan’ bir insaniyetin tınısı…”
Cunta Kızı'nda Şule S. Çiltaş, küçük bir kız çocuğunun ağzından 12 Eylül '80 darbesiyle doruk noktasına ulaşan bir şiddet-yabancılık-yalnızlık sarmalının, ilkin kendi ailesindeki ve yakın çevresindeki, sonra dış dünyadaki izlerini anlatıyor: Kendisi de hoyrat bir yaşamın içinden gelmiş asker bir baba, “Gözlerinden, kuş olup kanatlanacak kadar özgürlüğü sevdiği anlaşılan” bir anne ve 12 Eylül’ün ayak sesleri çok yakından duyulurken, karakol-mahkeme-cezaevi önlerinde korku ve umutla geçecek günler... Bir çocuğun olduğu kadar, bir memleketin, memleketle birlikte büyüyenlerin, ne kadar kaçmak isterlerse istesinler paçalarına onun çamuru bulaşanların da hikâyesi...
Manuel DeLanda ve Graham Harman, gerçekçiliğin dikkat çekici yükselişini inceledikleri bu kitapta kendi felsefelerindeki benzerlik ve farklılıkları keşfederken, başka filozofların çalışmalarını da göz önünde bulundurarak çağdaş felsefedeki çatışan eğilimleri değerlendiriyorlar.
Gerçekçilik ile maddecilik arasındaki ilişkiyi tartışmaya açan kitap, DeLanda’nın çekerler ve tekillikler tartışmasıyla Harman’ın nesne yönelimli ontolojisi üzerine canlı bir düşünsel alışverişi içeriyor. Bilimsel bilginin gerçekliği tam olarak yansıtıp yansıtmadığı “bilinebilirlik” kavramıyla birlikte ele alınıyor. Ayrıca yazarların daha genel olarak uzay, zaman ve bilime dair düşüncelerine de yer veriliyor.
Felsefe ve eleştirel teoriye dair güncel tartışmalarla ilgilenen herkes için büyük değer taşıyan Gerçekçiliğin Yükselişi, kıta felsefesinde gerçekçiliğe giden farklı yolları aydınlatan en önemli eserlerden biri.
Senegalli genç yazar Diégane Latyr Faye, 1938’de Paris’te yayımlandığında büyük ses getiren fakat kısa süre sonra tüm nüshaları toplatılan gizemli bir romanın peşine düşer. Diégane’ın “zenci Rimbaud”nun peşinde Senegal’den Fransa’ya, Amsterdam’dan Arjantin’e uzanan hikâyesi, insanlık tarihinin büyük trajedilerinin, sömürgeciliğin, Shoah’ın, erotik aşkın, hakikat ile kurmaca arasındaki kanlı çekişmelerin iç içe geçtiği bir örümcek ağına dönüşür.
Yayımlandığı 2021 yılında Senegalli yazar Mohamed Mbougar Sarr’a Goncourt Ödülü kazandıran ve hararetli edebiyat tartışmalarına konu olan İnsanların En Gizli Hatırası, intihal suçlamaları sonrasında gözden düşen Afrikalı bir yazarın peşinde bütün bir edebiyat ekosistemini ve edebi kanonu mercek altına alıyor. Büyülü gerçekçi anlatılardan tarihi romana, biyografiden polisiyeye, farklı türler arasında ustaca gezinen İnsanların En Gizli Hatırası, Sarr’ın Malili yazar Yambo Ouologuem’in hayatından ilham alarak kurguladığı dördüncü ve Türkçeye tercüme edilen ilk romanı.
“Fakat siz Afrikalı yazarlar ve entelektüeller, kendinizi bazı kimliklendirmelerden sakının. Burjuva Fransa, vicdanını rahat tutmak için elbette içinizden birini kutsayacak. Arada bir başarıya ulaşan ya da model mertebesine yükseltilen bir Afrikalı çıkacak ortaya. Fakat inan bana, temelde yabancısınız ve eserleriniz ne derece değerli olursa olsun yabancı kalacaksınız. Siz buralı değilsiniz.”
Daha önce İmkânsız Hayat adlı kısa öyküler derlemesini ve Agua adlı romanını yayınladığımız çağdaş dünya edebiyatının etkileyici kalemi Eduardo Berti’nin şimdi de ilk öykülerini okurla buluşturuyoruz: Kuşlar.
“Denize ve sahile kar yağıyor ve ben buna inanamıyorum. Yazın sahillerde güneş, kışın dağlarda kar olması gerekir, bana çocukken böyle öğretildi. Ama şimdi elimi attığımda yerden avucuma hem kar geliyor hem de kum. Silvia’ya neler olduğunu soruyorum. ‘Yazın neden kar yağıyor?’ Bilmiyor; daha önce hiç böyle bir şey görmemiş, ben de görmedim.”
Sokrates genel olarak iyi midir? Aristoteles bu soruyu haklı olarak şöyle yanıtlar: “Sokrates’in iyi olup olmadığını o hayattayken bilemem”, çünkü ansızın kötü birine dönüşebilir. Filozof, Sokrates’in ölmesini bekler ve sonra size Sokrates ‘olmak’ gerçeğinin ne olduğunu söyler. Pek çok filozofun tavrının bu olduğunu görüyorum, çağdaş filozoflar da dahil [...] Bu bana göre değil, ben Sokrates'in yaşamasını tercih ederim, kelebeğin hâlâ uçuyor olmasını; onu bir mantar parçasına sabitleyip −kesinlikle− mavi olduğunu söyleyemeyecek olsam bile. Kelebeği tamamen görmemeyi, ama onu hayatta tutmayı yeğliyorum − benim bilgiye karşı tutumum bu. Onun ortaya çıkışını izliyorum ve bakışımı kelimelere, cümlelere dökmeye çalışıyorum. Ama bu, cümlelerim kadar kırılgan ve kaçamak bir bakış [...] Her halükârda kelebek kaçınılmaz olarak gözden kaybolacaktır, çünkü istediği yere gitmekte özgür ve özgürlüğünü yaşamak için bana ihtiyacı yok. En azından, uçarken güzelliğinden, sadece kendime saklamadan, bir şeyler yakalayabilirim.
Varışsız yollar, yok yolcular, yarım kalan yarınlar, kırık segâhlar, acı ve kahır dolu bir geçmişten süzülerek gelen zamanın ağır aktığı deltalar... Kâmil Erdem her öyküsüyle, anlatılması zor bir tarihe şerh düşüyor; bir ülkenin tarihinin, akıntıya direnirken parçalanan hayatların, unutturulmak istenenlerin kaydını tutuyor. Dil bu anlatılarda safını hiç terk etmiyor; tanımlanması zor olanın dile gelmesi için kendine has çağıltısıyla akarken okurlara bellek, dil ve edebiyat arasındaki ilişkiye dair de verimli düşünme alanları açıyor.
Şu Yağmur Bir Yağsa, Bir Kırık Segâh ve Yok Yolcu adlı kitaplarıyla Antalya Edebiyat Günleri İlk Öykü Ödülü, Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı ve Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne layık görülen Kâmil Erdem, yeni öykü kitabı O Sonbahar, O Kış ile edebiyatta açtığı derin yatakta akmaya devam ediyor.
“Yazarın biri 1936 baharında gül dikmişti … Bu güllerle ilgili yazıyı okuyalı otuz yıldan fazla olmuştu ama üzerine pek düşünmemiştim. Hepsi birer güldü, o kadar. Halbuki şimdi, uzun süre önce kabullendiğim, o bilinen Orwell ile ilgili yargılarımı ortadan kaldırıyor, daha derine ineyim diye aklımı çeliyorlardı. Orwell kimdi, biz kimdik, ölçülebilir somut bir sonucu olmayan keyif, güzellik ve zaman kavramları; adalet, hakikat, insan hakları ve dünyayı değiştirmek gibi meseleleri önemseyen birinin veya belki de herkesin hayatında nasıl da aynı şekilde yer ediyordu, bunları sorgulatıyorlardı.”
Rebecca Solnit, Orwell’in 1936’da diktiği güllerin hikâyesinden yola çıkarak onun hayatının gözden kaçan yönlerini irdeliyor. Orwell’in yeryüzünden, havadan, nergislerden, kirpilerden, güllerden ve bahçıvanlıktan büyük keyif alabildiğini ve bu keyfin onun siyasi vizyonuna içkin olduğunu göstermeye çalışıyor.
Solnit şaşırtıcı ve ezber bozan bağlantılar kurma konusundaki becerisiyle Orwell’i anlatırken, İngiltere’nin kömür madenlerinden İspanya İç Savaşı’na, Kolombiya’nın gül fabrikalarından yalanlar ve otoriteryanizm arasındaki ilişkileri analiz etmeye uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizleri.
Önceki Yazı
Ovidius ve Botticelli:
Sürgünde açan çiçeklerle gelen ilkbahar
“Bilinen ve bilinmeyen birçok anlamı renklerle ve figürlerle taşıyan İlkbahar, Ovidius’un yurdundan çok uzaklarda yaşadığı bir yaprak dökümünde kokan çiçeklerini de taşır adeta.”
Sonraki Yazı
Fatih Pınar'la söyleşi:
Bir tanıklık ve hayattan geçme biçimi
Fatih Pınar’la gemileri yakarak, rutini bozarak; konforlu alanları ret, sınırları ihlal ederek inşa ettiği hikâyesini ve üretimini Karşı Sanat’ta 6 Haziran’a kadar sürecek “Göz Göre Göre” başlığını taşıyan sergisi vesilesiyle konuştuk.