Gündüz Vassaf’la
Leventnâme’ye dair söyleşi
“Levent’teki ev sahipleri şükretmeli, iftihar etmeli. Bunca rüşvet baskısına rağmen, planlanmış yerleşimi delmek isteyenlere rağmen, Beşiktaş Belediyesi de direnmiş ki, bugün Levent yaşayabiliyor. Levent koruma abidesi bugün.”

Gündüz Vassaf
Leventnâme'nin ön kapağında yedi yaşlarındaki Gündüz Vassaf, Levent’te bisiklet sürüyor. Bu resimle birlikte büyük bir değişim hemen pat diye yüzümüze çarpıyor. En başta çocukların sokakta oynama özgürlüğü elinden alındı der gibi. Değişimi konuşmaya buradan başlayalım mı?
İlk aklımdan geçen, masal dinleme, dünyayı masal gibi tahayyül etme özelliğimizden ne kadar uzaklaştığımız. Bu kitabın çıkması vesilesiyle son ay içinde defalarca Levent’e gittim. Orada aitliğimi değil, masallardan ne kadar koptuğumu anladım. Yetişkinlerin, yani bizlerin yazdığı masallar, romanlar yetişkin kokuyor; çok terbiyeliler, sarmısaksız cacık gibiler. Birbirimize seslenirken, sesleneceğimiz kelimelerin peşinde giderken her biri bizi çocukluğumuzun o saflığından, sansürsüzlüğünden uzaklaştıran kelimeler. Levent’e son ay içinde her gittiğimde yetişkin olarak ne kadar kirlendiğimi ve bir anlamda körleştiğimi gördüm. Çocukların özgürlüğü sade elinden alındı değil. Bizler düzenin gönüllü köleleri olduk, kalıplarına uymaya çalışıyoruz. Düzen bize uy diyor zaten. Dinler, anne babalar, okullar, işyerlerinin beklentilerine özendikçe o masallardan gerçekdışı diye kopuyoruz. Oysa masalda çocuk kendisini uçarken görürken bulutların üstünde uçamayacağını bal gibi biliyor. Ama o mış’ı yapıyor, yine de o hayali kuruyor. Biz o hayalleri artık kuramıyoruz, böyle bir şey olamaz diyoruz. Öyle bir kitap yazacak olursak da ona işte bilimkurgu diyoruz, deli saçması ya da normal bir insanın gerçeklerden kaçma çabası diyoruz; sürrealist, gerçeküstü roman diye bir kalıp takıyoruz. O kalıpları taktıkça, tanımları koydukça hikâyemizi öldürüyoruz. Hayalin kendiliğindenliğini öldürüyoruz.
Sonra da o kendiliğinden olan hayatı sanat yapmak için uğraşıyoruz.
Evet.
Çocukluğunuz birçok yerde geçmiş. Ankara, Boston, bu kitapta anlattığınız İstanbul’da Levent. Leventnâme’yi içselleştirmenizde en çok ne etkili oldu?

Çocukluğumla Buluşmalar:
Leventnâme
İletişim Yayınları
Kasım 2024
108 s.
Yaşamımın çeşitli dönemlerinde en çok gidip geldiğim ev Levent’teki evdi. Yani dört yaşımdan on bir yaşıma kadar. Ondan sonra Amerika’ya gidiyorum. 16 yaşımda, beş yıl sonra bıraktığım odama dönüyorum. Bıraktığım kitaplar orada, çocukluğumdan kalma oyuncaklarım orada, aynı yerde. Amerika’ya gidip tekrar liseye döndüğümde odam gene aynı, fakat üzerine eklenmiş kitaplarla, kıyafetlerle ama eskiler de duruyor. Yıllar geçiyor. Amerika’da üniversite okuyorum. Tekrar Türkiye’ye, Boğaziçi Üniversitesi’ne hoca olarak geliyorum. Tekrar aynı odaya geliyorum. Çocukluğumun yenilenmiş halleriyle buluştuğu bir durak Çalıkuşu 11’deki evimiz. Değişik yaş dönemlerimde kendimle bütünleşebiliyorum. Hem kırk beş yaş hayallerimi hatırlıyorum hem ilkokuldaki hayallerimi; liseyi yaşıyorum, üniversiteyi yaşıyorum. Evlendiğim zaman gene o eve geliyorum. Farklı zamanlarda birçok arkadaşımla o evde birlikte yaşıyoruz. Açık kapı bir evdi Levent. Bir ara o kadar kalan olmuştu ki, bir akşam yatacak yer bulamadım, arkadaşımla başka bir yerde kaldık. Yani her dönemin izleri var o evde. Bir psikolog hipnoz yapar, seni beş yaşına on beş yaşına gönderir; onun misali, ben kendimi hep o evde buluyorum. Rüyasını da görmeye ihtiyaç yok. Hâlâ öyle. Bugün şimdi sizinle konuşmadan önce Levent’te kaç yaş dönemimin çağrışımlarıyla yolda yürüdüm.
Bütün bunların yanı sıra tarihsel bir metinle de karşı karşıyayız. Bu zaman aralığını sağlam bir arşiv ortaya koyuyor. Bu kitap nasıl oluştu, Leventnâme’yi yazma fikri var mıydı, nasıl bir çalışmanın sonucu bu kitap doğdu?
İstanbul, İstanbul’a hakaret edercesine Avrupa Kültür Başkenti olmuştu. Türkiye de bununla çok övündü. Halbuki Avrupa Kültür Başkenti olmak sıradan bir şey. Adı sanı duyulmamış şehirler Avrupa’nın Kültür Başkenti olur; yani Londra, Paris, Prag gibi şehirler Avrupa’nın Kültür Başkenti yapılmaz. Türkiye de çok sevindi, etkinlikler için Avrupa’dan dünyanın parasını aldı, çoğu çarçur edildi. Bir istisna, Heyamola Yayınevi’nin İstanbul’un semtlerine ait kitapları yazarlardan sipariş etmesiydi. Benden Büyükada istenmişti, Levent’i tercih ettim. Yoksa belki kimse yazmayacaktı. Yeni baskısı İletişim Yayınları’ndan.

1960’lı yıllarda Levent mahallesi.
Bu tabloda bahsettiğiniz kültürel yozlaşma, topluluğu kontrol altında tutan tek tip bir değişime varıyor sanki. Denetleyici mekanizmalar, harmoni içinde yaşayan insanlar olarak tasarlanan bir topluluk dikkatten kaçmaması gereken. Ancak susuyoruz. Neden itiraz etmiyoruz sizce; nasıl koruyabiliriz kendi alanımızı?
Sustuğumuzdan kastınız, gezegenin günümüzde uçurumun karşısında olduğu ve bunun karşısında nükleer savaş tehlikesi, iklim krizi, yapay zekânın insan türünü nasıl dönüştüreceği, bunların barındırdığı bilinmezlikler ve tehlikeleri ve bunların karşısında aymazlığa varan sessizliğimiz olmalı. Neden bu denli duyarsızız? Neden ne yapabilirim diye sormuyor, günümüze sarılıyoruz? Son on, on beş yıl teknoloji merakımızı uyandıran, bizi şaşırtan o denli değişikliklerle dolu ki… İnternetin, sosyal medyanın bizi dolaştırdığı âlemlerden başımızı kaldırıp tüketebileceğimiz nesnelerin de çoğalıp farklılaşmasıyla gezegenimizle türümüzün gidişatı arasındaki makas açılıyor. Tüketmek heyecanlı bir şey. Şu da senin olabilir, bu da senin olabilir. Bu sana yakışır dendikçe kendimize bir şeyler yakıştırmaya çalışıyoruz. Cinsiyeti bile. Cinsiyetimizi, cinsel kimliğimizi değiştirebiliyoruz. Çeşitlilikler içinde sarhoş olurcasına, bazen de çeşitlilikleri tüketip kusarcasına bir dünyada yaşarken, büyük resmi, yani dünyanın nereye doğru evrildiğini görebilsek bile bireysel dönüşümüz, benmerkezciliğimiz ağır basıyor, susuyoruz.

Levent mahallesi. Fotoğraf: İletişim Yayınları Arşivi
Bencilliğimiz uçurumun karşısında neler yapabileceğimizi düşünmemizi engelliyor. Cezbedenler çok. Cinsel kimlikler, kıyafetler, yeni müzikler. Paraguay’daki müzik, Çin’deki roman, İtalyan yemekleri… Yani müthiş. Kuşaklar boyu binlerce yıl hiçbir insanın gidemediği, denemediği, düşünemediği, göremediği, duyamadığı şeyleri görüyoruz. O da bizi dünyanın gidişine karşı duyarsızlaştırıyor, bencilleştiriyor ve bencilliğimizle birlikte dünyanın sonuna doğru sürükleniyoruz. Yaşadığımız, sorunlardan kaçmaktan ziyade ben bir şey yapamam, benim gücüm yetmez duygusu. Çünkü devletler bizi küçülttü. Senin gücün ancak senin küçük dünyanda kendinle oynamaya yeter diyen tüketim seçenekleri verdi. Kaçmıyoruz. Hem farklı varoluş seçimlerimizin hem kimliğimizin hem nesnelerin peşinde koşuyoruz. İnsan şeytandan kaçar, ölümden kaçar, kazadan kaçar. Dünyanın gittiği yeri düşünmekten kaçmıyoruz, bencilliğimiz ağır basıyor. Tavuskuşu gibi değiliz, kafamızı gömmüyoruz. Gözlerimizi, kulağımızı, tüketeceklerimize dört gözle açıyoruz. Tavuskuşu kafasını gömüyor değil mi tehlikeye karşı? Biz tavuskuşu değiliz; dipdiriyiz, capcanlıyız. Bencilliğimizle coşup batıyoruz. Coştukça batıyoruz. Tüketimin coşkusu. Lakin tüketimden bir orgazma varamamanın, arzu ettiğimiz bir âleme varamamanın depresyonu var. Kâh coşuyoruz, kâh depresyona giriyoruz. Böyle iniş çıkış. Hacı yatmaz gibi.
Çocukluk bu. Çocukluk deyince aklımıza yaralarımız, açık etmekten çekindiğimiz utandığımız şeyler de geliyor. Gündüz Vassaf hatırlamak istemediği bir çocukluk anısı yaşadı mı, onlara da değindi mi kitapta?
Hiç düşünmemiştim. Anneme babama yalan söylemek ihtiyacı hissetmedim. Yalan söyleyecek bir şey, yani gizleyecek bir şey olmadı. Belki doktorculuk oynadığımı konuşmamışımdır. Doktorculuk da cinsellik değil, başka bir oyun. Yani sansürlenecek bir şey değil. En doğal şeyinizin, vücudunuzun ayıp olduğunu ancak annenizden babanızdan hissediyorsanız, yakın çevrenizden, o zaman gizlenecek şeyler çıkabilir. Ailemizde âdet diye örtünülürdü, o kadar. O örtüyü kaldıran hep çocuk merakıdır toplumun biz büyüdükçe gıdım gıdım öldürdüğü.
Çocukluk nasıl bir his sizin dünyanızda Gündüz Bey? Bunun bir yaşı var mı?
Çocukluk ayrıldığım bir his değil. Levent’teki ev nedeniyle sadece Levent’teki ev de değil, çocukluğumun çağrışımları Ankara’da, İstanbul’da, Amerika’da birbiriyle bağlantılı. Çocukluğumdan o anlamda hiç ayrılmadım. Evet, tabii ki yetişkin oldum. Yetişkin gibi davranıyorum, yetişkin gibi konuşuyorum. Yetişkin üniformam var fakat çocukluk bana uzak değil. Çocukluğum bugün de sürüyor, o çocukluk kimliğini biliyorum ama o bilinçle sizle konuşmuyorum. Neredeyse saçım gibi, gözüm gibi, burnum gibi o da içimde var. Mesela bu konuşmamızı İngilizce de yapabilirim. Anadilim gibi İngilizce de içimde var. Çocukluğum da o şekilde içimde.
Çocukluk sizin için bir dil o vakit.
Evet.
“Bahçemizdeki somut domates, kuledeki soyut dolar oldu.” İstanbul’un ilk planlı konut alanı olan Levent’te 1950’li yılların başından 1980’lere kadar yaşayan Gündüz Vassaf sadece bir semtin değil, İstanbul ve Türkiye’nin de değişimine şahit oluyor. Eleştirdiğimiz dünya mı bizi değiştirdi, yoksa biz mi dünyayı değiştirdik?
Birlikte oluyor tabii. Fakat yine biz değiştiriyoruz. Dünyada ilkler var, onlara ayak uydurduk ve günümüzün kartpostalı ortaya çıktı. Bugün Levent’te dolaşırken Reşat Nuri Güntekin’in evini aradım. Çalıkuşu, Yeşil Geceler gibi onca kitabın yazarı, ulusal kültürümüzün temel taşlarından bir yazar; Yaşar Kemal’den, Nâzım Hikmet’ten çok daha önce... Levent’te Reşat Nuri Güntekin’in evine giden sokağa inşaat yapılmış, sokağın yarısı yok. Evini aradım, bulamıyorum. Daha önce de kaç defa aradığımda bulamamıştım, bu sefer inat ettim. Nispetiye’den Reşat Nuri Güntekin’in evine giriş çıkmaz sokak olmuş. Ucunda oto tamircisi var, yanında otomobil bayii, arkasında da Reşat Nuri’nin evi. Kim bilir kim yaşıyor… Reşat Nuri’ye ait plaket bile yok. Romanlarıyla, yaşadığı dönemle, eviyle tarihimizin bir parçası. Belki müze olması gerekirken o ev, neredeyse oto galerisiyle tamircinin bir parçası olmuş ve bu duruma uyum sağlamışız. Kimse de evini, kitaplarını aramıyor orada. Otomobiline yedek parça arıyor.
Değerlerimize sahip çıkmadığımız zaman aslında biz de onların peşinden kaybolup gideceğiz.
Mao, Çin’in başına geçti. Koca Çin, sekiz yüz milyon, dünyanın en uzun süren imparatorluğu… Binlerce yıl bir kültür sürmüş gitmiş. Mao başa gelince komünizmi kurmak iddiasında. Geçmiş tu kaka. Eski ne varsa feodaldir, burjuvadır diyor. Binlerce yılın kültür hazinesini gençleri kışkırtıp yıktırıyor. Bugün Çin’de iki yüz yıl, beş yüz yıl, bin, iki bin yılından kalan bir şey bulamazsınız. Hepsini Mao’dan Tayvan’a kaçanlar yanlarında götürmüş; ancak o ada cumhuriyetinde bulabilirsiniz. Tepeden inme bir ideolojinin saldırganlığıyla o kültür yok edilmiş. Türkiye’de ise Mao gibi tepeden inme emirle değil, açgözlü, tarih bilincinden yoksun bir burjuvazinin ve o burjuvaziyi temsil eden devletin hırsıyla Osmanlı’ya da saldırılmış, Cumhuriyet’in ilk yıllarının planlı yapılaşmasına da. Levent’e Reşat Nuri Güntekin’in evine oto tamircisi geldiyse devletin zorlamasıyla gelmedi, biz getirdik.
Topraktan kopup yükseldikçe değerlerimiz uçuşur oldu. Cümlenizin yanında onca gökdelenler arasında su deposu değişmeyen bir imge gibi canlı kalmış. Değişmeyen bu yapı değişimi bize apaçık gösteriyor. Levent’te değişmeyen başka neler çarptı gözünüze? Ve daha ne kadar direnir sizce su deposu?
Türkiye’nin çarpık kentleşmesi artık sakız gibi bir laf oldu. Torpille, rüşvetle binalar yapıldı. İstanbul’da Taksim’e yakın Süzer Plaza. Boğaz’a, gökyüzüne hâkim, İstanbul’un gökyüzü siluetini delen. O bina bir türlü yapılamamıştı, inşaat mühürlenmişti. Daha sonra garip bir şekilde, nasıl olduysa başka bir belediyeye dahil edildi. O bina yapıldı. Böyle şeylerin olabilmesine rağmen, bizim ilk taşındığımızda kurtların indiği yer olan Levent şimdi gökdelenlerle çevrili fakat büyük ölçüde kendisini korumuş iki katlı, bahçeli evleriyle. Gökdelenlerle çevrili bir ada oldu. Levent’teki ev sahipleri şükretmeli, iftihar etmeli. Bunca rüşvet baskısına rağmen, planlanmış yerleşimi delmek isteyenlere rağmen, hırslı inşaatçılara rağmen, Beşiktaş Belediyesi de direnmiş ki, bugün Levent yaşayabiliyor. Levent koruma abidesi bugün.
Bütün bu sorunların özünü kendimizde aramak yerine kolaycılığa kaçıp ötekine suç atıyoruz. Ötekini, yabancıyı kent için potansiyel bir tehdit olarak görmek doğru mu?
Arthur Rimbaud, Fransız şairi, “Öteki benim” demiş. Ötekim de benim. İçimizdeki öteyi göremedikçe öyle gider bu iş. Mesele günah çıkarmak, utanmak değil, içimizdeki ötekini görebilmek; içimizdeki o ötekinin dilini kendimiz okuyabilelim ki, önümüzü görebilelim

Muhammed Ali Clay, Harvard İşletme Okulu'nun mezuniyet töreninde konuşurken. 4 Haziran 1975.
Aydınlanmanın sonucunda kendimizi Pandora’nın kutusundan çıkardık; iyi ki de çıkardık, benlerimize kavuştuk. Fakat bu sefer de bizi unuttuk. Muhammed Ali boksör ancak şairliğiyle de ünlü. Harvard Üniversitesi mezuniyet konuşmasına çağırıyor. Bitirince öğrenciler şiir istiyor. İki kelimelik bir şey uyduruyor ânında; “Ben ve biz”, bu kadar. Artık o kadar çok ben oldu ki, bizi unuttuk. Küresel krizlerde bile bizleşemiyoruz. Oysa benin bin bir kimliği var. Cinsel kimlikler, STK kimlikleri, devlet, bayrak din, tarikat; saymakla bitmez. Bizi unuttuk. Kediler köpekler bizliklerini biliyorlar. Türlerini korumak için içgüdüsel davranışları var. Bizi, ben pahasına, gençliğimiz pahasına, ben patolojimizle, ben üstünlüğümüzle, ben şımarıklığımızla unuttuk. Yeni kuşaklar giderek bu bilince varıyor. Küresel kuşak olabiliyorlar. Bir küresel Gezi gençliği var. Türümüzün tarihinde ilk defa gençler savaşmak istemiyor. Devletler paralı askerlerle savaşlarını yürütüyorlar. Bu küresel Gezi gençliği sade İstanbul’da olmadı; Meksika’da, İspanya’da, Güney Amerika’da ve daha birçok yerde. Bu düzeni istemiyoruz. Doğayı, çevreyi korumak istiyoruz; kadını, çocuğu korumak istiyoruz diye seslerini duyurdular.
Geçmişin kapıları size nasıl bir dünya açtı bugüne dair?

Fotoğraf: İletişim Yayınları Arşivi
Geçmişin, geçmişin koşullarının, toplumsal yapısının, ekonomik yapısının kendine özgü dili var. Fakat geçmişin dilleriyle günümüzü anlamaya çalıştıkça, yarını kurmaya çalıştıkça havanda su dövüyoruz. Geçmişin ideolojisiyle, geçmişin ulus-devlet anlayışıyla, geçmişin Tanrı anlayışıyla, geçmişin kapitalizm anlayışıyla çıkmaz sokaktayız. Gençlik bunu görüyor ama daha yeni görmeye başladı. On yıldır görmeye başladık… On yıl nedir ki iki yüz yıllık ulus-devlet tarihinde? Üç-dört bin yıllık dinler tarihinde yeni yeni uyanıyoruz. Şaşkınız. Bizler belirsizlikte patinaj yapar, bocalarken devletler, dinler geçmişin küllerinde kıvılcım arıyor.
Şunu da sormadan geçmek istemiyorum. Ruh halimizle bedenimizin, birbirimizle ilişkilerimizin en çok kendini belli ettiği aile sofralarını önemsiyorsunuz. Aile sofraları modern toplum içinde gereksiz bir ayrıntı haline mi geliyor yavaş yavaş?
Ailenin birbiriyle zıt duran iki fonksiyonu var. Bir kısım aileler geçmişin geçerliliğini yitirmesine rağmen çocuklarını eski değerlerle şırıngalamak isterken, çocuklar da haliyle aile beklentilerine ters düşer, düzene uyum sorunu yaşarlar. Oysa uyumsuz olan dindir, devlettir, düzendir. Gerici kelimesi ağır, fakat yeniyi engeller. Sofrada toplanmak, bir araya gelmek önemli. Zira ebeveynler buyurganlıklarından bir dem uzaklaşır, gençleri, sorunlarını (aç mı, uykusuz mu, depresyonda mı) fark eder. Farklı diller konuştuklarına uyanır. Cenevre Dünya Sağlık Teşkilatı toplantısındaydım. Yeni başkan seçilmişti. Yüz seksen ülkenin delegesine sesleniyor. Dünya sağlığını tehlikeye atan nedir, nereden gelir bu tehlike diye sordu hepimize. Aklımızdan sıtma, AIDS, kanser gibi hastalıklar geçerken başkan “Aile sofrasının dağılmasıdır” dedi. Çünkü ilk orada fark ederiz ruh sağlığının, fiziki sağlığın nasıl olduğunu. Dikkat edilmeyince, gözden kaçınca sorunlar büyür gider, geç kalmış oluruz. Müdahale edinceye dek ölümcül hastalıklar, ruhsal hastalıklar, intiharlar başlar, vesaire. Şimdiki lanet olası kapitalist düzen kadını da, erkeği de, genci de, aynı çatı altında yaşayan herkesi kiralarını ödeyebilmek için çalışmaya mecbur bıraktıkça aile sofrası dağlıyor.
Coğrafya üzerinden metinler kurmanızı nasıl değerlendirirsiniz? Mostar Köprüsü, Leventnâme gibi eserlerinizi düşününce...
Evet, tespitiniz beni yansıtıyor. Bir söyleşide niçin İstanbul’da yaşıyorsunuz diye sormuşlardı. Niçin nefes alıyorsun gibi bir soru. Cevabını verirken umarım alışkanlıktan değildir diye düşündüm ancak anladım ki alışkanlıktanmış. Alışkanlık felaket bir şey.

Eğer eşinizle, sevgilim dediğiniz kişiyle alışkanlıktan beraberseniz o sevgi bitmiş demektir. İstanbul’da yaşamanın da alışkanlıktan olduğunu anladım. Bu şehre bakmıyorum, hissetmiyorum; yahut hissediyorsam da sadece şikâyet ediyorum, korumaya çalışmıyorum diye düşündüm. Mümkün olduğu kadar başka yerlere gelip birkaç ay orada yaşamaya başladım. Devamlı çalıştığım bir işim yok artık, bunu yapabiliyorum. Mostar’da, Sicilya’da, Boston’da, değişik coğrafyalarda seyahat edince insanın gözü açılıyor, heyecanlanıyor. Avcı-toplayıcı dönemi gibi teyakkuzda oluyoruz.
Nasıl davranmalıyım, burası nasıl diye farklı bakıyoruz. Aynı otomobili görüyorsak dahi ya buradaki otomobiller farklı mı diye fark arıyoruz. Ezberci bir yaklaşımdan uzak, ötekini arıyoruz. Değerlerimizi yeniden sorgulamaya başlıyoruz. Acaba buradaki insanlar farklı mı görüyor, farklı mı yemek yiyor, farklı mı konuşuyorlar gibi. Böyle çıplak baktıkça kendimizi de sorgulamış oluyoruz. Mostar, Caravaggio ve bir anlamda Leventnâme de öyle oluştu.
Mimariden kültüre, teknolojiden tarihe, yaşam biçimlerinden kent hafızasına, mahalle kültüründen tüketim alışkanlıklarına, Levent’te başlayan sürekli bir yolculuk… Buradan hareketle Gündüz Vassaf rotayı nereye çevirdi yazın hayatında? Sizi heyecanlandıran yeni bir yolculuk var mı?
Var elbet. Yarın kış göçüne çıkıyorum. Bakalım nelerle karşılaşacağım, ben de bilmiyorum. Bakalım nasıl pencereler açılacak, bu pencerelerde neler göreceğim…
“Düzeni estetik amaçlı bir bomba ile düzeltebiliriz” demişsiniz kitapta. Estetik amaçlı bir bombayla yani yıkarak. İyi bir fikir gibi geldi bana.
Evet, iyi olur bu... Toprağı, yeşili öldüren, gökyüzünü kapatan şehirleşme. Gayri tabii bir yaşam biçimi. Şehirde yaşayan daha çok intihar ediyor, daha çok depresyona giriyor. Kırsal kesimdeki kan davalarını ilkel diye küçümserken, kentlerde anonim cinayetler oluyor. Şehirler için kültür merkezi diyorsak zaten teknolojiyle kültüre ulaşıyoruz. Bir bale seyretmek uğruna otomobil park yeri için insan öldürülüyor. O baleyi seyretmeyelim daha iyi. Önce insan, önce can. Umuyorum ki bir bomba insanı öldürmeyecek, şehri kirletmeyecek, fakat bütün bu yapılaşmayı bir anda toz edecek, yok edecek... Bir çırpıda, bir saniyede, bir tür ses bombası mıdır, ışın bombası mıdır, hepsini yok etmesini heyecanla bekliyorum.
Ve “Levent’in ileride masal olmasını istemiyorum” demişsiniz son cümlenizde.
Evet, Levent kalsın.
Önceki Yazı

Elizabeth O’Connor ile Balinanın Ölümü’ne dair söyleşi:
“Kıyıda yaşayanlar ve
kıyıyla birlikte yaşayanlar”
“İşçi sınıfının doğayla ilişkisi ve edebiyat sayesinde iklim değişikliğinin tarihini nasıl keşfedebileceğimiz meselesi ilgimi çekiyordu. Yanı sıra, Galler ve İrlanda’nın izole kıyı bölgelerinde büyüdükten sonra iç kesimlere, şehre taşınan büyükannemin ve büyükbabamın hayatları hakkında da yazmak istedim...”
Sonraki Yazı

Haftanın vitrini – 8
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim / Belgrad Kanon / Çayla Boyanmış Manzara / Dokumanın Arka Yüzü / Kadın Maskeleri / Mitler, Gerçekler ve Yöntem / Pasajlar / Savaşın Yeni Biçimleri ve Kadınların Bedeni / Vatan Millet Samatya / Yaban Ördeği