Güller ve felaketler
“...Üstelik, bizim satır aralarında keşfettiğimiz, başka türden çınlayan öznellik anlatısıyla ‘kurgusallaştırılmış biyografilerin’ dışında bir yerde duran Silahtar Bahçeleri, eserde yazarın (ve özel hayatının) olmaması gerektiğini estetik ideal olarak alan modern edebiyat eleştirisi uyarınca, yayımlandığında Sovyet eleştirmenleri ve Parti tarafından ‘çağdaş temaları işlemedeki yetersizliği’ yüzünden saldırıya uğramıştır.”
Solda: Zabel Yesayan (ortada) Adana'da, 1909. Sağda: Ermenistan'da 2022'de yapılan Yesayan heykeli.
“Ben öldüğümde hep küçük Marcel’i düşüneceksin, çünkü asla ondan başka birini bulamayacaksın.”
–Marcel Proust, Mektuplar
Aras Yayınları’nın “otobiyografik nitelikli hatırat” olarak tasnif ettiği Silahtar Bahçeleri’nde Zabel Yesayan Üsküdar ve çevresini, bağları bahçeleri, mor salkımları, Boğaz’ın gün boyu renk değiştiren sularını, zamanın insan tipolojisini de katıp, “yitirilen bir dünya cenneti” kıvamında anlatıyordu; gelgelelim her eserde olduğu gibi, anlamın bütünlüğü doğrudan içimizde ve yazılanlarda olamayacağı, okuma eylemi sırasında yavaş yavaş kulaklarımızı başka şeyler de tırmalayacağı için, Yesayan’da “kendini anlatma” ihtiyacının kökeninin, sonradan yaşadıklarının-yazdıklarının bir semptomuymuşçasına, kendi çocukluğunda yattığını fark ediyorduk. Bilinçdışına yalan söyleyemeyiz çünkü, o her zaman gerçeği bilir, çocuk da her zaman kendi hikâyesine dair bir sezgiye sahiptir.
Fakat bilhassa hastalık dönemlerini hatırlıyorum. Bilmiş bir çocuğun keskin zekâsıyla etrafımdakilerin endişesinin ve doktorun kötümser sessizliğinin anlamını idrak edebiliyordum.
Ölüm ve dirim küçük varlığımın içinde savaşıyor ve bu savaş nadiren duraklıyordu. (s. 47)
Yesayan
Mevzu hatıratla harmanlanan bir yaşamöyküsü, feminist bir kadının yaşamöyküsü ise, o kadının dilin içinde, dil aracılığıyla kendini ne ölçüde gerçekleştirdiğini kavramak, yazar kariyerinin, temsilcileri birbirinin yerine geçebilen pasif kadın modelinden nasıl kopabildiğini görmek, bu kadın için bireyselleşmenin ve öznelliğin ortaya çıkmasının ne zaman, nasıl, hangi dilde ve hangi toplumsal ilişkiler çerçevesinde mümkün olduğunu tespit etmek gibi okuyup üzerine düşündükçe artan kıstaslar, toplumsal norm karşısında öznenin özerkliği sorununa kadar uzar gider. Fedakâr, emektar teyzelerden, her sayfada övgüyle anılan babadan, dayılardan, çok az anneden, –hastalığı sebebiyle– anneanneden bahsi ve:
“… Kızların hileci, sinsi ve ukala olduklarını tecrübeyle öğrenmiştim ama erkekler her oyuna dürüstçe giriyor, oyunun risklerini önden kabulleniyorlardı.” (s. 72)
“Erkek olsaydım ve Çerkes olsaydım, eşkıya, kaçakçı, dağa sığınan bir haydut olsaydım… ve adalet dağıtsaydım ve bunu yapabilmek için zevkle can verseydim.” (s. 77)
örneklerindeki gibi cesaretin, aklın, adaletin, dürüstlüğün, gücün erkeklikle ilişkilendirilmesini stereotipler olarak alıp, bunların ister istemez “öznellik anlatımına” kamuflaj görevi gördüklerine hükmedebiliriz tabii. Ama annede birden baş gösteren, onu “dilsiz mutsuzluğa” götüren “sebepsiz” sinirsel hastalıktan, ailece Alemdağ’a çıkılan yolculukta Yeranik teyzenin söylediği “Memo” şarkısıyla suskunlaşıp ah çekmelerinden:
“Şu karşıki dağlarda koyun ölmüş
Aman Memo, canım Memo, dertli Memo, hey!”
Yesayan’ı uyutmak üzere, her akşam bu defa Yüğaper teyzenin içli sesiyle söylediği:
“Ani şehri oturmuş ağlıyor,
Ağlama, ağlama diyen yok…” dizelerinden,
“Yoksulluğun dehşet verici manzaralarını o evlerde yakından tanıdım, kendiliğinden fışkıran isyan sözlerini… yazma işi yapan patronların işçileri, özellikle de kadın işçileri nasıl zalimce sömürdüklerini… hesaplarda sahtekârlık yaptıklarını, ücreti kırıp zor günde işçilerin yüzlerine bakmadıklarını o evlerde işittim.” (s. 98)
dediği, “aşağı mahallerin” yoksul evlerinden, Santukht Hanım’ın bebeklerinden, Haçik dayıyla anneanne Dudu’nun buzları eritip muhabbet ettikleri o kısacık “anlardan”:
“Birbirlerine ne önemli şeyler anlatıyor ne de içten duygular ifade ediyorlardı… Fakat bu önemsiz lakırdılar esnasında birbirlerini bulmuşlardı… Sanki azaplı bir susuzluğu gideriyor, ulaşılamaz bir hedefe ulaşıyorlardı.” (s. 87);
ve neredeyse her yerde, sokak aralarında, beyaz badanalı süssüz odalarda, çocukların ellerinde, aile hikâyelerinde, “mutlu Rum bayramlarında” hep güzellikle anılıp yad edilse de, belki dikenli oluşu, koparılmaya direnç göstermesi yüzünden acıyı, kanı, kavgayı, zamanların gecesini, belki diriliğiyle tezat bir biçimde yapraklarını küsercesine, çok çabuk dökmesinden korkuyu, endişeyi, hasreti akla getiren güllerle, ifade edilenin üzerinde tüten koygun dumanı hissediyor, feci hadiselerle, sürgünlerle, kayıplarla, yurtsuzlukla, terklerle kadim zamanlara yapışıp kalmış acıların ağır kokusunu alıyoruz; Yesayan’ın çocuk bilincinde dışlama tarihinin ilk duyum damlacıkları…
Silahtar Bahçeleri
çev. Sarin Akbaş
Aras Yayıncılık
Temmuz 2023
176 s.
Üstelik, bizim satır aralarında keşfettiğimiz, başka türden çınlayan öznellik anlatısıyla “kurgusallaştırılmış biyografilerin” dışında bir yerde duran Silahtar Bahçeleri, eserde yazarın (ve özel hayatının) olmaması gerektiğini estetik ideal olarak alan modern edebiyat eleştirisi uyarınca, yayımlandığında Sovyet eleştirmenleri ve Parti tarafından “çağdaş temaları işlemedeki yetersizliği” yüzünden saldırıya uğramıştır. Buna bir de, kadınların edebi güzergâhlarının karartılmasının temel nedeni olan ataerkil hafıza kaybının, arşivlerin eşitsiz şekilde korunmasına ilişkin –bilinçli ya da bilinçsiz– dinamik bir sürece karşılık gelmesini de ekleyebiliriz. Erkekler tarafından yazılan ve seçilen arşivler genellikle kadınların yalnızca belirli kesimlere katılımına kısa bir bakış atma olanağı tanımaktadır. Yeseyan’ın bu dışlamanın ne kadar öncesinde ya da buna ne kadar vâkıfken bir “özyaşamöyküsü” yazma dürtüsüne kapıldığını bilemeyiz; kitabın “Bir Bakışta Yesayan ve Eserleri” isimli giriş yazısının bitiminde: “Yazar bu kitabın yayımlanmasıyla kendisi ilgilenmiş olsaydı, kuşkusuz, basılmadan önce önemli değişiklikler yapardı” ifadesi bu kuşkuyu güçlendirir nitelikte. Ama en azından, iki kız arkadaşıyla birlikte Bayan Düsap’ın ziyaretine gittiklerinde, feminist yazarın: “Erkek yazar vasat olmakta özgürdür, fakat kadın yazar asla” sözlerinden de anlaşılacağı üzere, kadın yazarlar için epey uzun bir zamandır konulan sınırların, yazar olmadan önce her zaman kadın olarak görüldüklerinin, bir tür “sıkışmışlıkla” ya da bu sıkışmışlıkları hatırlayarak yazdıklarının bilinci içinde olduğu anlaşılıyor. Bu da, Behçet Çelik’in K24’te yayımlanan, 14 Eylül 2023 tarihli, “Zabel Yesayan’ın anıları ve iki soru” başlıklı yazısında sorduğu ilk soruya, Yesayan’ın, çocukluk hatıralarını yazarken nasıl bir duygu durumunda olduğuna kısmen de olsa yanıt verecektir. Ayrıca Bayan Düsap’ın, yazarlık mesleğinde kadınları defneden taçların değil, dikenli tellerin beklediği, bir kadının ortaya çıkıp kendi yerini istemesine hâlâ tahammül edilmediği bahsi, Yesayan’ın, “vasat olmama” uğruna vereceği bu mücadele yanında, amansız ve hiç bitmeyecek başka bir mücadelenin kendisini beklediğinin idraki içinde olduğunu da ortaya koyar:
… O kızlar bana engel olmayan aydın bir babaya sahip olduğum için istisnai bir durumda olduğuma inanıyorlardı. Mesele şuydu ki, ben engellerle karşılaştığımda uzun uzadıya düşünmeden fiilen mücadele etmeye alışmıştım ve babamın özgürlükçülüğü, burjuva toplumunun gerici zihniyetinin baskıyla hepimizin önüne koyduğu engelleri yok etmeye yetmiyordu… (s. 163)
Feminist kadın yazarların büyük kısmının karşısına dikilen öznellik anlatısı meselesine Peter Handke’yle devam edelim. “Bir düşüncenin gerçekliği her zaman kendi içinde saklıdır. Edebi eserdeki her düşünce, belleğimizdeki bir şeylerin düşüncesidir” diyen Peter Handke’nin, annesinin yaşadığı, “herkesin birbirini yakından tanıdığı ama birbirine yakınlaşıp içini açmadığı” kasabadan bahsettiği Mutsuzluğa Doyum’da bu söylediklerini kurcalarcasına yazdığı satırlar ilginçtir:
İnsanların kendilerine ilişkin anlatabilecekleri bir şeyleri yoktu; dahası, paskalya yortusunda, insanın yılda bir kez olsun söz alabileceği kilisede günah çıkarırken bile, kateşizmin ilkeleri fısıldanıyordu usulca, ve insana kendi benliği gökteki ayın bir parçası kadar yabancı geliyordu o ilkelerin arasında, insan kendinden söz eder, hele eğlenceli bir şeyler anlatmadan söz ederse, “tuhaf” diye nitelendirilirdi. Kişisel yazgı gerçekten tuhaf bir biçimde gelişmiş olsa bile, düş kırıntılarına dek kişiliksizleştirilip, gelenekler, görenekler ve dinin törelerince öyle bir kemiriliyordu ki, sonunda bireylerden insanca hiçbir şey arta kalamıyordu… (s. 37)
Yesayan, adına çocukluk denen o koruyucu katmandan, o kalın yastıktan birkaç anı kurtarmaya, jestlerle, bakışlarla, suskunluklarla çocuk zihnine ekilenleri hasat etmeye çalışırken, biz de onun ağzından çıkan içgüdüsel, hiç düşünmeden, iradesinden bağımsız küçük cümleciklerden yazar-insanın karmaşık kişiliğini ne ölçüde şekillendirdiğini anlamaya çalışıyorduk:
Orman beni serinliği ve yoğun kokusuyla, karanlık kemerleri ve sayısız fısıltısıyla, kanatlı böcekleriyle, gizemli ve vahşi yaşamıyla cezbediyor ve etkiliyordu. Gidip patikalarında kaybolmak istiyordum. Korkunç yılan ve kurt hikâyeleri anlatarak beni uyarıyorlardı ve ben daha da büyüleniyordum. Korkuyordum ve korkmayı seviyordum, zevkle o korkuya kendimi kaptırıyordum ve bunun ormanın serinliğinin mi, yoksa korkunun bilinmezliğinin mi sonucu olduğunu bilmiyordum. (s. 58)
1800’lerin sonlarında Üsküdar’da doğmuş Ermeni bir kadın, kendisine ve üç kuşak öncesine ait belleğindeki gizemli ortak bilgileri bir başka gerçekliğe taşıyordu. Bu durumda, kadınların 17. yüzyıldan başlayarak Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı büyük toplumsal dönüşümler sırasında görünür hale gelen taleplerinden birini, kamusal alana çıkma özgürlüğünü sokakta, büyüklerin tehlikeli olduğunu düşündükleri için yasakladıkları oyunları erkek çocuklarla oynarken, küçük kız çocuk ruhunda bir sorgulama ya da isyan olarak mı yaşıyordu Yesayan? Ya da bahçelerinde, sokakta, gezip görülen yerlerde sürekli karşımıza çıkan, yukarıda bahsini ettiğimiz “gül simgeciliğinin” altında yatanın, aynı evde birlikte yaşadıkları teyzelerinin kirayı, tefecilerden ve patronlardan alınan borçların faizlerini tezgâhlarda yazma işleyerek öderken çektiklerinin, ekmek ve gül şiarıyla temellenen emek talebi olduğunu kalbine o günlerde mi kazımıştı? Ya da kişisel ruh hallerinin katı direnişlerle karşılaşıp onu sürekli fiziksel ve zihinsel kavgalar vermeye mecbur bırakmasının, yenilgiyi ânında kabul etmesinin ve tekrar yeni bir kavgaya başlamasının ve bu kavganın “… evdekilere karşı, okula karşı, yaşıtlarına karşı durmak bilmeyen bir kavgaya” evrilmesinin bin bir nedeni arasında, karlı bir kış günü kapılarının önünde oyun oynayan çocuklar, yoldan geçen yoksul Yahudi tenekeciye saldırıp onu yere düşürdüklerinde, aletlerini etrafa savurduklarında içinde uyanan o ilk, “azaplı ve gaddar” merhamet duygusu da mı yer alıyordu?
Hayvanlara merhamet ve sevgi duyduğumu, insanlara karşı acımasız olduğumu anımsıyorum. Sanki düşmanlarla çevriliydim ve kimseye güvenemezdim. Kendime hiçbir zaman, hiçbir şey için büyüklere şikâyette bulunmama kuralı koymuştum. (s. 73)
Behçet Çelik’in ikinci sorusu da ilginçtir; Zabel küçükken, kırılgan sağlığına iyi gelir ümidiyle, doktor tavsiyesiyle yazları ailesi tarafından küçük bir Rum köyü olan Maltepe’ye götürülürmüş. Son gittiklerinde, kendilerininkine komşu olan ev bir Türk aile tarafından kiralanır. Zabel bu evin kendi yaşıtındaki kızı Fayize’yle arkadaş olur; Fayize’nin dayısı Nahat Bey sık sık yeğenini ziyarete gelir. Böyle günlerden bir gün Nahat Bey ve Zabel’in babası tanışır ve sohbet ederler:
Türk doktor babamla büyük bir güvenle, ortak düşman olan sultanın istibdadına karşı konuştu ve taşradaki, hatta başkentteki Türk gençlerinin maruz kaldığı acımasız baskıları anlattı… Her taraf, evler bile muhbir kaynıyordu, kardeş kardeşe güvenemez hale gelmişti… Basit bir şüphe üzerine tutuklananlar kayboluyordu. Sürgün edilenler gemilere dolduruluyor, Sarayburnu açıklarında zavallılar denize dökülüyordu…
Türk doktor bunları anlattıkça daha da üzülüyor, bazen de iç çekiyordu:
“Yazık bize… Yazık…”
[…]
Ben babamın Anadolu’da yaşayan Ermenilerin başına gelenlerle ilgili de bir soru sormasını bekliyordum, fakat babam suskunluğunu koruyordu.” (s. 154)
Türk doktor anlatmaya devam eder, ama Yesayan’ın babası sessizce dinlemekle yetinir. Behçet Çelik’in merak ettiği de budur, Zabel’in babası Türk doktorun karşısında neden sessiz kalmıştır? Aslında bu beklenti Zabel için de geçerlidir, hatta çocuk ruhundaki o horror vacui’dir,[1] kızının gözünde “adil bir muhakemeye, dengeli bir idrake sahip” bir adam kendisinden beklenen karşılığı vermeyerek onun çocuk zihninde bir boşluk dehşeti yaratır; o kısacık an o denli boşlukta kalmıştır ki, yazılmasındaki amaç, babadan beklenen yanıtın verilmediğini görmenin afallamasından ziyade, yaşanan felaketlere tepki göster-e-memenin hiç silinmeyecek tarihsel kaygısıdır sanki.
Son olarak, otobiyografilerde her zaman karşımıza çıkmayan, yazar çizer yörüngelerinin spesifik altyapısı, genel olarak da “kör noktası” olan eğitim sistemiyle ilişki, Zabel Yesayan’ın “okulu”, işlevi eşitsizlikleri üretmek ve doğrulamak olan bir tahakküm aracı olarak teşhis etmesiyle, Silahtar Bahçeleri’ni müstesna bir yere koyar:
On iki yaşımda artık dış dünyayı okul dünyasının içinden, onun çelişkilerinden, mücadelelerinden ve sayısız katmanından tanıyordum. Okul, büyükler dünyasının bir minyatürüydü… Okul yönetiminin buyruklarına usulca itaat edenler de vardı ve davranışlarını harfi harfine bu gücün isteklerine uyduruyorlardı…
Fakat bilhassa okul görevlilerin zenginler ve yoksullar arasında yaptığı ayrımcılık bizlerin dikkatinden kaçmıyor, bu da bazılarımızın içinde adalet ve hak duygusunu körüklüyordu.
O dönemdeki hayatımı hatırladığımda eşit olmayan bir mücadele içinde olan birinin yaşadığı manevi çatışmaları yeniden yaşıyorum. Hep uyanık ve kendisini savunmaya hazırlıklı, her zaman gergin ve bazen de dizginsiz bir duyguyla tetiklenerek, gelecek tehlikeleri göz önünde bulundurmadan saldıran. (s. 132-133)
Edebiyat, kimi zaman hiçbir belirti ve tanıklığın olmadığı bir kaynak, kimi zaman da görünür olduğu ve kalıcı izler bıraktığı için bir faaliyet alanı olarak kadın tarihinin önemli bir parçasını oluşturmuştur. Silahtar Bahçeleri de bu bakımdan benzerlerinden farklılaşıp yılın kitabı olmayı hak ediyor.
[1] Görsel sanatlarda bir alanın ya da bir sanat eserinin tüm yüzeyinin mümkün olduğunca az boşluk bırakılarak, ayrıntılı bir şekilde doldurulduğu bu olguya ben, Aristoteles’in, “doğanın boşluktan kaçınması” teorisine yaslanarak yaklaştım.
KİTAPLAR:
- Zabel Yesayan, Silahtar Bahçeleri, çev. Sarin Akbaş, Aras Yayınları, İstanbul, 2023.
- Peter Handke, Mutsuzluğa Doyum, çev. Zeynep Sayın, Ada Yayınları, İstanbul, Nisan 1985.
Önceki Yazı
En alttakiler, ara dilliler, en Berlinliler
“Hafıza, kendini sürekli yeniden yazan kurmacadır” diyen, kimim, kim olmak istiyorum, kim olabilirim diye sora sora İstanbul-Berlin-Göteborg, geçmiş, bugün, gelecek tünelinde gezinen –Nazlı Koca’nın ilk romanı The Applicant’ın kahramanı– master öğrencisi putzi Leyla’nın peşine düşmeye kesinlikle değer.”
Sonraki Yazı
Naomi Klein’dan kötü ikizler ve ayna dünyalar
“Bir sabah uyandığınızda sizinle tıpatıp aynı ismi paylaşan kötü bir ikiziniz ya da karşıt kişiliğiniz tam karşınıza dikilse ve radikal, kötücül bir ideolojiyi benimserse ne olurdu? Klein, Doppelganger’da öteki Naomi’nin peşinde koşar ve gerçekte çoğu liberalin basitçe kaçınmaya veya dışlamaya çalıştığı şeylerle ilgilenmeye ve onları parçalara bilerek ve inceleyerek anlamaya çalışır.”