Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar...
Kalabalıklar, kuraklıklar, seller, kasırgalar
“2050 yılı için öngörülen, 1,2 milyar iklim mültecisi, kuraklıklar, kasırgalar, seller, salgın hastalıklar, savaşlar, depremler çok gerilerde mi kalmış, bazı uygarlık karşıtı derin ekolojistlerin aşırı sağla birleşip hezimete uğramalarının arasından yüzyıllar mı geçmiş bilmiyoruz, ya da beyaz güç eko-faşizminin siyah ve kahverengi tenli insanları sahneden silmelerinin. Gezegenin kaçıncı kitlesel yok oluşunun karakteristikleri anlatılanlar?”

Deniz Gezgin
Gaspard Koenig’in Humus’u, 2023 yılının Goncourt Ödülü’nü Veiller sur elle adlı romanıyla Jean-Baptiste Andrea’ya kıl payı kaptırsa da, ekolojik krizden endişe duyan iki tarım bilimi öğrencisinin solucanın muazzam potansiyelini kullanarak dünyayı değiştirmek için yola çıkışlarının hikâyesi, Balzac’ın Yitik Umutlar’ı (Illusions perdues) hesabı, diğerini geride bırakıp hedefi tam on ikiden vurmuştu: Amacı her yere fabrikalar kurup çöpleri sindirecek, kompost üretecek ve böylece insanlığın dünyasını kurtaracak milyarlarca solucanı bu fabrikalara yerleştirmek olan basit bir tarım işçisinin oğlu Kevin ile, pestisitlerin harap ettiği toprakları solucan üreterek yeniden canlandırmak için deep Normandiya’daki aile mülkünü devralan, Paris burjuvazisinden Arthur. Ve perde arkasında günümüzün manzarası; büyük okullar, onların bağlantısız elitleri, “dünyayı değiştirme” yolunda birbirinin karşısına çıkan erdemler ve kötülükler, yeşil kapitalizmin ikiyüzlülüğü… Bundan dört yıl önce, Michel Houellebeque’in, yine Goncourt beklentisi yüksek kitabı Serotonin, Fransız kırsalını, dolayısıyla da orta sınıfını yok eden tarım krizi esnasında duygusal patlamanın eşiğindeki bir çiftçinin tavizsiz portresini çiziyordu.
Bu kitapların bitirdiği yerden başlamıyor Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar. 2050 yılı için öngörülen, 1,2 milyar iklim mültecisi, kuraklıklar, kasırgalar, seller, salgın hastalıklar, savaşlar, depremler çok gerilerde mi kalmış, bazı uygarlık karşıtı derin ekolojistlerin aşırı sağla birleşip hezimete uğramalarının arasından yüzyıllar mı geçmiş bilmiyoruz, ya da beyaz güç eko-faşizminin siyah ve kahverengi tenli insanları sahneden silmelerinin. Gezegenin kaçıncı kitlesel yok oluşunun karakteristikleri anlatılanlar? Fransız yazar Pierre Guyotat dünyanın yeni bir doğumu için insanlığın topyekûn imhasından bahsediyordu, ama kendini bütün canlıların en mükemmeli olarak gören insan, her yeni doğumda kendini en çabuk kirleten tür de değil mi? İnsanlığın hikayesi olarak anlatılan Odysseus’un kurnazlığı bile “burjuva aklının” temsili, doğayla arkaik birliği terk eden ve kendi doğasının bastırılması pahasına ona hükmetmeyi öğrenen insan figürü olarak simgeleşmemiş miydi? Dünya bir sonuç şimdi, ham bir gerçekle karşı karşıyayız:
“Günbegün yeni yığınlar çıkıyor yoldan, kalabalıktan kaçan büyük kalabalıklar her yerde. Zoraki yürütülenlerin olduğu bir dünyada boşluk da imkânsız artık. Dönüp dönüp birbirini kesen yollar…”
Marksizm açısından ekolojik sorunun kaynağı kapitalizm, sorunu çözecek olan da öznelerdi; onun çok erken dönem yazılarında üzerinde durduğu, doğanın, insanın inorganik bedeni olması, yani ele geçireceği, sömüreceği inorganik bedeni değil, insancıllaştıracağı bir bedeni olması tezi, Gözler Kanatlar’da başına buyruk, kendi ritminde ve aslında sürekli yaşayış değiştiren bir canlılıkta cisim bulmuş. Kıvrak, dalgınlığa gelmez bir yaşayış artık yalnızca kendi için-organik. Bir kaçış kabiliyeti hayatı hayatta kılan, sonra canlı ve cansızlar yer değiştirirken geri gelen eski korkular. O korkular mı hatırlatıyor yeryüzünün eşiklerinin aşıldığını:
“… Ateşten, birleşen sulardan, büyüyebilen her şeyden, kuraklıktan ve taşkınlardan, yayılmadan ürküyor insan. Korku yeryüzünün en yüklü hayvanını avucunda sıkıyor, yaşamak bundan böyle daha arı.” (s. 14)
O korkular, mevsimleri ya da doğadaki diğer somut görünümleri dikkate almayan, zamanı, olayların cisimsiz tekrarı olarak doğada zuhur eden bir akış olarak algılayan bir anlayışın anısıyla mı yüklü? Yere düşerek kömür madencilerini ölümcül gazın birikmekte olduğu konusunda uyaran meşhur kanarya neye karşılık değiş-tokuş etmiş olmalı kanatlarını? Onların birincil besinini oluşturan, suyu arıtan, tüm bitkilerin yüzde seksenini dölleyen, yaşamın temel besin maddelerini geri dönüştüren örümcekler, maytlar, kırkayaklar dahil eklembacaklılar dediğimiz böcekler, “ömrüne köklü ağaçları, yeşil dağ yamaçlarını, toynaklı hayvanları sığdırmış belki de son kuşaktan” Siti’nin, yaşasaydı, Kara ve Luçe’ye anlatacağı bir masalın kahramanları olabilirler miydi? Öyle ya:
“… Kimse ektiğini biçemiyor, ekinler ağaçlar bir gecede boynunu deviriyor, zehirlenmiş hayvanlar gibi kökleri köpürerek can veriyorlardı. Ölümün yaklaştığını duyan yaban otlar tohumlarını toplayarak gitmiş, cümle haşaratı peşine dizmişti.” (s. 15)
Ve Patina’yla tırmanıcı takımından Çilaba. Bir tepeden diğerine durmadan yaşayacak yer bakan, zirveleri mesken edinmiş, yetişilmeyecek sivrilikler peşinde olan zenginlerin aksine, bakışa görünmeyen yamyassı kayalara, sinyallerin kesildiği, makinelerin geçersiz olduğu, keskinlikten parlayan fay aynalarına çıkıyorlar; yaşam yok sanılan yerlere. Burada da, tıpkı ekolojik Marksizmin sınıf kavramı üzerinden yapmış olması gibi, emek sömürüsünün, sermayenin doğayı ele geçirmesinin, yağmalaması ve tahrip etmesinin sesi kulaklarımızda. Yoksullar hep transit…
“Dünya bu yeni haliyle daha geçirgenken”,[*] insan da, –metne göre aslında varlık da– Heidegger’in kuşkusuyla söylersek, zamanın içine, zamanın şimdi ya da ondan önce ne olduğu ondan anlaşılabilecek şekilde sokulur. Hani dedik ya, dünya bir sonuç şimdi diye. Dahası, ancak aşinalığı kesintiye uğratan bir durum, mesela Gözler, Kanatlar’daki gibi her şeyin tersine çevrildiği bir zaman, varlığa kendi anlamını, otantik (sahici) varoluşunu, kendi insanlığıyla ve dünyayla yüzleşmesini göze alabilmesini duyumsatabilir.
“Kara, çocukluktan gençliğine dek gelişigüzel geçtiği yerler boyunca oyukların dibine bakmayı reddetmiş, ancak onları görmüştü. Üzülmek geri alınabilir bir his değilmiş, karnının içi yıllarca oyuklarda gördüğü yaralardan parçalanmış halde… Çocuklarda hayvanlar ve bitkiler, hatta taşlar ve su kadar geniş bir hafıza var, kaçış kıvraklığını buradan almışlar. Kara, Gelişigüzellerin içinde büyürken bu duyguyu yitirmedi. Hiçbir şey ve kimse hakkında birikmiş kanısı yoktu, bu da güzelim soysuzluğundan geliyordu. Şeyleri karşılaştıkça tanımış ve saf halleriyle kavramıştı. Çağın akıl ve sorumluluk seviyesince Kara’nın yaklaşımı hep gerideydi. Şimdi eteklerinde dinlendiği volkanı da aynı duyuşla tanımaya çalışıyordu.” (s. 72-73)
Ömer F. Oyal’ın, K24’te, 28 Aralık 2023 tarihli “Havai fişekler ve Sloterdijk” başlıklı yazısında, Peter Sloterdijk’in 20. Yüzyılda Ne Oldu kitabından bahsederken söyledikleri gibi, kozmik tasasızlığın sınırına ulaşılan her dönem, yeni bir kıyamet çerçevesi oluşturur: “Zaman olarak zaman ancak tekdüze akışı bozulduğunda göze çarpar.” Bu yazıdan yola çıkarak Gözler, Kanatlar’a baktığımızda; “Gerçeğin, nedenlerin, yeni sonuçlar doğrultusunda sürekli yoğunlaştırılması anlamında harekete geçirilmesini içerdiğinin” altını çizebiliriz. Varlığın, dünyaya fırlatıldığının bilincine varması için, tamamlanmamış bir varlık olduğunu, noksan bir varlık olduğunu ve ölüme yol alan bir varlık olduğunu duyumsaması için hiçliği yaşamasına gerek kalmamıştır, bir anlamda hiçlikle burun burunadır o. Dünyayla olağan hale gelen bağı zamanların bir noktasında aşılmıştır ve her varlık kendi özüyle karşı karşıyadır:
“… Dünyanın geri kalanında yaşanan da bu, belki daha çeşitlisi. Merkezdekiler yerlerinden kıpırdamaksızın bir yerden bir diğerine koşturup duruyor. Her şey sıkıştırılmış, bir dokunulan binlerce saçılıyor. Tarihöncesi yaşamış bir kuşun şarkısı da orada, uzaklarda bir yerde yaşanan patlama da. Her duygu dağılmış toplu iğneler gibi bir yere çağrılıyor. Bütün diller açık seçik. Erişilmez kimse, hiç yer kalmamış.” (s. 33)
Sahici varlıkların zamanı artık; hisler en üst seviyede. Kara, Yuva’daki çocukların kaderini yaşamak istemezken kaygıdan güç alıyor olabilir mi, artık herkes ya da hiç kimse olmak istemezken? Geçmişlerini hatırlamayan iki ihtiyarı kıpırdatmaya çalışırken şöyle ya da böyle olabilme imkânının peşinde mi?
“… Hisleri alıkoyulup bedenleri salınmış insanlar. Oyuklar bin bir türlü. Kara onlarda hazin bir şey görüyor, bu tanıklığı içine sindiremiyordu. Fakat daha üzücü olan Yuva’daki çocukların da gitgide ihtiyarlarınkine benzer bir aldırmazlığa düşmeleriydi. Arılar bunu görüp gitmiş olabilir diye düşündü… Demek bütün bu şeyler birbirini tekrar ediyor. Artık orada kalamayacağını anlamıştı yoksa onun da içini oyacakları belliydi.” (s. 49)
Gaspard Koenig, Humus’ta Arthur’a şu sözleri söyletiyordu: “Romalılar şunu iyi biliyorlardı: Homo humustan gelir. Homo humusla yaşar. Gelgelelim Homo humusu yok etti. Ve humus olmazsa Homo olmaz. Bu kadar basit”. İlk “ekolojik” roman olduğu, tehdit altındaki biyosferimizin ilk yardım çağrısı olduğu söylenen Cennetin Kökleri’nde Romain Gary ise “Savunduğumuz şeyi seçmemeliyiz; doğa ya da insan, insan ya da köpek. Sorunun köküne inmeli, var olma hakkını korumalıyız” der. Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar’a gelince; zamanları aşan bir zamansallık olgusu sayesinde, kendini en saf haliyle bu devir-dönem karşısında bulan varlığın, “bitimsiz bir kaygı” halinin ağır bastığı bir gelecek imasının gerilimi altında, “tekrar tekrar” yönünü bulmaya çalışması sayesinde, insanın insancılığı nerede yatar sorusuyla, insan-dışının duyumsanır boyutlarını somutlaştırması sayesinde klasik ontolojiden kopan metinlerle ilişki kurmamıza izin veriyor.
[*] Aşağıda bahsini edeceğim, Ömer F. Oyal’ın, K24’te, 28 Aralık 2023 tarihli “Havai fişekler ve Sloterdijk” başlıklı yazısında Sloterdijk’in Kapitalist Dünyanın İç-Evreninde adlı kitabı zikredilirken şu ifadeer yer alıyor: “Küreselleşmenin sonuçlarından birisi de sağlam duvarları olan bir toplumdan ‘ince duvarlı’ olarak tanımlanabilecek bir yaşam tarzına yönelmemiz. Başka bir deyişle, zayıf sınırların ve geçirgen dış kabukların sosyal sitemlerin belirleyici özellikleri olan bir çağa giriyoruz. Bu da daha derin bir anlayış geliştirmemiz anlamına geliyor.”
Önceki Yazı

Reiner Stach ile biyografi ve Kafka üzerine bir söyleşi:
“Kontrollü özdeşleşme”
“Bu Kafka mı?-99 Keşif pek çok okuyucunun hâlâ Kafka hakkında tarihsel gerçeklikle pek ilgisi olmayan sabit fikirlerine karşı bir tepkidir. Örneğin, onun sosyal gerçekliğe pek ilgisi olmayan, kendi hayalleriyle meşgul bir nevrotik olduğu düşünülüyor. Bu nedenle eski klişelerle tamamen çelişen olaylar, anekdotlar ve alıntılardan bir seçki oluşturdum.”
Sonraki Yazı

Gibi: Mayınlı zeminde mizah
“Teknoloji, internet ve sosyal medyanın dayattığı iletişim biçimleri büyük bir hızla hayatı etkilemekteyken, bilinçli veya bilinçsizce nelere kapılıp gittiğimizle ve her adımda konuşlanıp bekleyen belirsizliklerle yüzleştiriyor bizi Gibi’deki hikâyeler. İşte bu hikâyelerden ikisi: Yanlış Mentor ve Övgü.”