Gibi: Mayınlı zeminde mizah
“Teknoloji, internet ve sosyal medyanın dayattığı iletişim biçimleri büyük bir hızla hayatı etkilemekteyken, bilinçli veya bilinçsizce nelere kapılıp gittiğimizle ve her adımda konuşlanıp bekleyen belirsizliklerle yüzleştiriyor bizi Gibi’deki hikâyeler. İşte bu hikâyelerden ikisi: Yanlış Mentor ve Övgü.”

Gibi dizisinin Yanlış Mentor isimli bölümünden bir sahne (1. sezon, 5. bölüm, Exxen).
Bir önceki yazımda Gibi dizisini “Sert ve Geçimsiz İnsanların Mizahı” olarak tanımlamıştım. Beşinci sezonundaki Gibi’nin bu kadar beğenilmesinin pek çok nedeni var ve ben de bunları sırayla ele almaya devam ediyorum. Bunlardan başlıcası toplumsal ve insani zaaflara ve bu zaaflardan beslenen istismar mekanizmalarına dair dürüstçe ve cesaretle mizah üretebilmesi. Teknoloji, internet ve sosyal medyanın dayattığı iletişim biçimleri büyük bir hızla hayatı etkilemekteyken, bilinçli veya bilinçsizce nelere kapılıp gittiğimizle ve her adımda konuşlanıp bekleyen belirsizliklerle cesaretle yüzleştiriyor bizi Gibi’deki hikâyeler. Hoyrat bir toplumsal dönemeçten geçmekte olduğumuz şu yıllar bireyleri sert, geçimsiz ve tahammülsüz yapıyor, böylelikle bazı toplumsal eğilimlerin de hızla yaygınlaşmasını sağlıyor. Bu eğilimlere zaman zaman bilinçli, bazen de farkında olmadan kaptırıyor çoğu insan kendini. Kanaat önderlerinin teşvikiyle yaygınlaşan mistik akımlar, kitlesel hareketler ve siyasi dalgalarla hayatımıza giren yeni davranışlar ve ilişkilenme biçimleri fark etmeden bir musibete dönüşebiliyor.
Bazen de ucu hassas bir yerlere dokunduğundan dolayı açıkça konuşup etrafımızla paylaşamadığımız konular bunlar. Çiğnenip atılmış bir sakız gibi dokunanın üzerine sıvaşacağı korkusuyla kimse tam olarak araştırıp anlamaya ve konuşmaya yanaşmıyor. Huzursuzluk ve tedirginlikle gerilirken, kendi yüzleşemediği hoyrat gerçeklikle Yılmaz, İlkkan ve Ersoy’un boğuşuyor olması seyirciyi kahkahaya boğuyor ve Gibi dizisi müptelalık yaratmaya başlıyor. Birinci sezon yayınlanan Yanlış Mentor başlıklı bölümde böyle bir hikâye var. Yılmaz’ın tam da kendini durgun ve düşünceli hissettiği, biraz da hayatı sorguladığı günlerde karşısına çıkan bir “öğretiyi” hicvediyor bu bölüm. Kendini boşlukta kaybolmuş hissettiği günlerden birinde karşısına çıkan bu öğretinin derinliklerine inebilmek için hayat tarzını değiştiriyor, dostlarından uzaklaşıyor Yılmaz. Biz seyirciler, aslında daha ilk dakikalarda bunun abartılı bir kurgu olduğunu anlıyoruz, çünkü söz konusu öğreti, görüp duyduklarımıza benzemiyor sanki, ama bazı açılardan benziyor da. İşte bu benzeyen ve benzemeyen arasındaki gelgitlerde hiciv dolu incelikler saklı.
Biraz içine çekilip etrafına mesafe koymakta olduğu görülen Yılmaz, bir gece kuytu bir sokakta üç kişinin saldırısına maruz kalıyor. Neye uğradığını şaşırmış, üzerindeki tek “değerli” şey olan telefonunu kaptırmamak için saldırganlara yalvaracakken, ak saçlı, sakallı bir şahıs birdenbire karanlığın içinden beliriyor, ustalıklı manevralarla ve elinde tuttuğu, içinden ışıklar çakan küçük cihazla saldırganlardan birini etkisiz hale getiriyor. Bunun üzerine üç saldırgan toparlanıp, arkalarına bile bakmadan kaçıyorlar. Gizemli kahraman da bilgece bir tavırla oradan uzaklaşıyor. Nasıl teşekkür edeceğini bilemeyen Yılmaz, gizemli kahramanın adını öğrenmek isteyince, oturaklı bir tavırla, “İsimlere neden bu kadar takılıyorsun?” diyor karşıdaki. Ağır adımlarla ilerlerken de hem küçümseyici hem de Yılmaz’ın merakını daha da tetikleyecek tek bir cümle söylüyor: “Sen daha hazır değilsin.” Yılmaz kendine gelmeye çalışırken adam sislerin içinde kayboluyor. Yılmaz’ın aklında muhtemel sorular: “Nasıl hazır değilim, neye hazır değilim?” Filmlerden, çizgi romanlardan, masallardan ve bazı mistik öğretilerden aşina olduğumuz bu repliklere, en çok da Yılmaz’ın allak bullak olmuş haline gülüyoruz.
Bu sahnenin devamında gelen hikâye kurgusu, burada öğreti olarak geçen, gerçekte ise farklı tanımlamalar ve başlıklarla karşımıza çıkan, inanç, gizem ve sadakat esasına dayalı toplumsal yapılanmalara işaret etmektedir. Burada bir parantez açıp, inanç denen kavramın sadece dinî inançla sınırlı olmadığını, hayata yön ve anlam verdiği düşünülen başka mekanizmaları içerdiğini de belirteyim. O karşılaşmanın ardından, gecenin karanlığında kimvurduya gidebilecekken bir anda belirip hayatını kurtaran gizemli adamın sorgusuzca emrine girebilecek bir haldedir Yılmaz.
Bu olayın ertesi günü Yılmaz büyük bir gayretle gizemli şahsın izini sürmeye başlar. Öncelikle kendisine teşekkür etmek istese de, teşekkürün de ötesinde, tam olarak adlandıramadığı bir merakla aramaktadır adamı. Adamın adını ve adresini öğrendiği esnafla konuşurken duyduğu şeyler bu meçhul şahsı daha gizemli bir hale getirir. Nihayet kendisini bulur, sadakatle hizmetine girer ve büyük bir merak duyduğu öğretinin yolunda ilk adımları atmaya başlar. Adının Şefik olduğunu öğrendiğimiz bu şahıs Yılmaz’a evinin alışverişini yaptırıp, kışlık (sirke veya pekmez) hazırlamak için geniş kaplara doldurduğu üzümleri ezdirir ve ara ara da Yılmaz’ın merakını diri tutacak tumturaklı laflar etmeyi ihmal etmez. Burada dikkat çeken unsurlardan biri Şefik Bey’in Yılmaz’la konuşma tarzıdır: Kendisine iş buyururken son derece pragmatik bir üslupla, kolay anlaşılır cümleler kurar. Meçhul öğretiye dair konuşurken ve biz seyircilere (muhtemelen Yılmaz’a da) asılsız ve inandırıcılıktan uzak görünen eğitim sürecinde ise muğlak ve ucu açık cümlelerle konuşur ve her fırsatta gizemlilik zırhına başvurur. Bu arada, günbegün aç, uykusuz gezen Yılmaz’ın giderek yakınlarından koptuğunu görürüz. Öğretiye ve onun bedeni terbiye etme yöntemlerine dair gördüklerimiz zaman zaman abartılı gelir. Bazen de Yılmaz’ın çaresizce kendini kaptırdığı bu yolu, tanımlayamadığımız bir şekilde inandırıcılıktan uzak buluruz. Yılmaz’ın ise, öğretinin ışığıyla aydınlanacağına inancı tamdır. Belki de inanmak istemektedir. Bu karşıtlık bile başlı başına bir hiciv unsurudur.
Bölümün sonlarına doğru Yılmaz’la İlkkan çay içerken aralarında geçen bir sohbete şahit oluruz. Yanlarında İlkkan’ın arkadaşı Hanife de vardır. Yılmaz, ilk defa karşılaşmış olduğu bu kadınla aşılar üzerine kısa bir diyaloğa girince, nihayet bölümün başından beri sözü geçen öğretiden edindiği bilgi ve dünya görüşünü biraz açığa vurur. Bölüm başında gördüğümüz dalgınlıktan ve kaybolmuşluk hissinden arınmış bir Yılmaz vardır bu sahnede. Kendinden emin bir ses tonuyla konuşmaya başlar. İnsan vücudundaki merkezler, kontrol noktaları, sağaltma mekanizmaları diye büyük bir özgüvenle anlattığı, Şefik Bey’den öğrenmiş olduğunu tahmin ettiğimiz şeyler, karşısındakileri umduğu gibi etkilemeyince, Yılmaz küçümseyici bir tavırla Hanife’yi sorgular: “Asıl senin eğitim durumun ne cimcime?” Kadının mikrobiyolog olduğunu, Cambridge Üniversitesi’nden mezun olduğunu söylemesi üzerine bozuntuya vermemeye çalışarak çayından bir yudum alır. Bu sahnedeki bakışları ve beden dili, öğretiye olan inancının sarsılmaya başladığını ele vermektedir. Bir sonraki sahnede Yılmaz’la Şefik Bey’in yüzleşmesi ve aralarında geçen diyalog, Yılmaz’ın tamamen kendini vakfedip sadakatle peşinden gittiği öğretiye dair bir kırılma noktasına geldiğini gösterir. Bunun üzerine, tam beş ay boyunca kendisine üstat bilip peşinden gittiği Şefik Bey’in öğretisinin yolunda neler yaptığını sayıp dökmeye başlar.
Burada seyirciyi en çok güldüren şey Yılmaz’ın ruhani yolculuğunun tamamı olmasa da, en azından bazı safhalarının tanıdık gelmesi, kendisinin veya tanıdığı birilerinin maruz kaldığı bir şeylere işaret etmesidir. Karikatürize hallerle çabuk çözülmesi sağlanmış bu yolculuk, cemaat, tarikat, hatta zaman zaman dernek diye adlandırılan yapılanmaların dayandığı esasların tahakküm ve istismara açık olan taraflarını hicveder. O esasların ne olduğuna bakalım:
Yılmaz’ın ruhani yolculuğunun belli başlı safhaları şöyle gelişir:
Yalnızlık çeken, içine kapanık birey: Bölümün başında, henüz Şefik Bey’le karşılaşmadan önce Yılmaz’ın yalnızlaşıp içine kapanma emareleri gösterdiğini görürüz. Bu hissiyatla, İlkkan’la çay içtikleri masayı bırakıp kendi başına dolaşmaya çıkınca saldırıya uğrar.
Minnettarlık hissi: Tam o vaziyette saldırıya uğramasının hemen ardından, sisli gecenin içinden beliren, yaşından ve görüntüsünden beklenmeyen bir çeviklikle saldırganları etkisiz hale getirip kendisini kurtaran kahraman, Yılmaz’ın minnettarlıkla kendisine bağlanmasını sağlar. Öyle bir bağlanmadır ki bu, minnettarlık hissi devam ettiği sürece, aile bağlarından bile güçlü olabilir.
Sırlar ve gizem: Şefik Bey öğretinin inceliklerini anlatmaya başlarken, ilk ve öncelikli prensibin sır tutmak olduğunu, hiçbir şeyin dışarıya sızdırılmaması gerektiğini tembihler Yılmaz’a. Burada değerli olan ve bireyleri birbirine kenetleyen şey sırra konu olan meseleden ziyade, sır tutma ediminin kendisidir. En önemlisi de “sır” diye nitelenen konuları saklamaya değip değmeyeceğini sorgulamaksızın yapılmalıdır. Yılmaz da bir süre öyle yapar.
Ritüeller: Yılmaz’ın her sabah aynı saatte kalkıp fiziksel egzersizler yapmaya teşvik edilmesi, bunu aksatmaması gerektiği tembihlenir. Minnettarlık hissinin unutulmaması için iletişimde olmak ve sürekliliği sağlamak açısından ritüellerin büyük önemi vardır. Aynı zamanda disiplin sağlamaya da yarar ritüeller.
Görev ve hizmet: Nihayet her şeyin dönüp dolaşıp buluştuğu yer ise minnettarlık hissini daim kılmak ve bu hissin doğurduğu borçlanmayla fedakârca hizmet etmektir.
Sorgusuz ve koşulsuz sadakat: Her durumda koşulsuz sadak göstermek burada kilit konumdadır. Sadakat sorgulandığında dağılma başlar.
Elbette, gönüllülük esasına dayanan bu yapılanmalar hukuki sınırlar içinde sadece bireylerin kendilerini bağlar. Gibi’nin bu bölümünde hicvedilen konu ise, bütün bu ilişki örgülerinin hassas ve istismara açık taraflarıdır. Bunların hepsini birebir açıklamasa da seyircinin bağ kurabileceği küçük ipuçları verir. Güç ve gizemin çekiciliği, sorgusuz sadakat gibi konular üzerinden emek istismarı hiç de yabancısı olmadığımız bir mesele olmakla birlikte, bu tür ilişkilerin tümünün istismarla sonuçlanmadığını elbette biliyoruz. Yine de istismarın ucunun nerelere ulaştığı herkesin malumu olduğu için ciddi ölçüde tabulaştırılmış ve çoğu kimsenin açıktan konuşamadığı, bazı toplumsal oluşumları ustalıkla hicvederek seyirciyi güldürüp rahatlamasına yol açar Yılmaz’ın macerası. Söz konusu oluşumlar, siyaset veya sermaye alanında güce ulaşmak isteyenlerin çok aşina olduğu, sayı ve içerik açısından da çeşitlilik gösteren yapılanmalara işaret etmektedir. Seyircide uyanan ve açıkça konuşmak riskli geldiği için bastırılan belirsizlik, tedirginlik, öfke, zaman zaman da gücenmişlik hissi ancak kahkahalarla kendini açığa vurur. Taptuk Emre’nin kapısında hizmet eden Yunus Emre’nin hikâyesine benzemiyor buradaki macera. Dahası, bütün hikâyelerin öyle neticelenmediği bilgisiyle, Yılmaz’ın içindeki kırgınlık ve çaresizliğe çaresizce güleriz.
Başlangıçtaki sahnelerden birinde, Yılmaz esnafa sorup Şefik Bey’in adresine ulaştığında, bahçe kapısının önünde evden çıkan birilerine denk gelir. Dikkatli seyirci fark etmiştir, bu üç kişiden biri, bölümün başında kendisini sözle taciz edip saldırıyı başlatandır aslında, fakat Yılmaz adamı tanımaz. Bu ayrıntıyla, saldırının ve dolayısıyla Şefik Bey’in kahramanca kurtarma hamlelerinin planlanmış olduğunu anlayabiliriz.
Hanife ile yaptığı aşı sohbeti, belki de Yılmaz’ın içinde birikip pekişmekte olan şüphelerin patlamasını sağlar. Bu sahnenin hemen ardından gelen yüzleşme sahnesinde Yılmaz, sitemli bir ses tonuyla Şefik Bey’e, kendisinin ve eşinin her türlü günlük ihtiyacını karşılayıp faturaları ödemiş, evle ilgili birçok sorumluluğu üstlenmiş ve kendisine tembih edildiği üzere, bütün bunları hiç soru sormadan yapmış olduğunu hatırlatır. “Şans topunu, sayısalını yatırdım, üzümünü ezdim, fayansını döşedim, SSK’nı, faturalarını, şunlarını bunlarını yatırdım, Bahriye Teyze’yi kuaföre götürdüm, bak buradaki bütün dizlikleri ben yıkadım, hiç gıkım çıktı mı?” der. Yılmaz konuşmaya devam ettikçe, Şefik Bey’in herhangi bir öğretiden ve onun icap ettirebileceği bir ruh disiplininden ziyade Yılmaz’a verdiği görevleri önceleyen, pragmatik bir şahıs oluşu daha da somutlaşmaya başlar: “Senin yeğenini elinden tutup KPSS’ye ben soktum abi. Daha sonra veririm diye Taci Abi’den aldığın ceketin parasını ben ödedim. Bana canım istiyor dedin, anneme kısır yaptırdım. Evini sildim süpürdüm, sıvası dökülen yerlerine astar attım. Ayrıca, verdiğin bütün ödevleri eksiksiz yaptım abi. Yarasa duruşu, uyuklayan kartal, ceviz yağmuru… Et yemedim, telefon kullanmadım, sen öyle diyorsun diye günde üç saat uyuyorum.”
Nihayetinde Yılmaz, “Sana bir tek soru sorucam, bana dürüstçe cevap ver. Sen gerçekten, gerçek bir akıl hocası mısın, yoksa dolandırıcı mısın?” dediğinde Şefik Bey’in yüzünü maskeleyen hafif dalgın bakışa odaklanırız, acaba açık verecek mi diye. Herhangi bir tepki vermez. Zaten Yılmaz da bir cevap beklemeden ayakkabılarını giyer ve oradan ayrılır. Bu değiş tokuş ilişkisinde kendi payına düşeceğini umduğu şeyin asılsız olduğunu acı bir tecrübeyle fark etmiştir. En azından o öyle hissetmiştir ki, arkasına bakmadan gider.
Bu bölümde insani zaaflar, ahlak mekanizmaları ve bunlar üzerinden geliştirilen güç ilişkileri ve çaresizlik hisleri derinlikle hicvedilir. Çoğumuzun bu yollardan geçen yakın veya uzak bir tanıdığı vardır. Dolayısıyla, Yılmaz’ın yaylı bir kaideye monte edilip üzerine kaş göz iliştirilmiş kırmızı nesneye vurduğu sakar darbelere o an için güldükten sonra, aradan zaman geçip konuyu içselleştirdikçe, hikâyenin toplumsal belleğimizde yer etmiş meselelerle ne kadar güçlü bir bağ kurduğunu fark edip, hatırladıkça da güleriz. Yargılayan bir gülüş değildir bu. Tam tersine, insanın insanla ilişkilenme biçimindeki karmaşalara ve hayatın kestirilemez oluşuna güleriz.
Güzel miyim, söyle bana
Gibi’nin dördüncü sezonundaki ilk bölüm olan Övgü de benzer konulara başka bir açıdan yaklaşarak, yine toplumdan ayrışan, izole yapılanmaları hicvediyor. Bu sefer biraz daha popülist ve kapitalist sistemin emrinde bir oluşum çıkıyor karşımıza. Yine kırılganlık ve özgüven eksikliğinin istismarı ve buradan tetiklenen bir kitleselleşme olsa da bazı yapısal farklılıklar var. Peşinden gidilen mistik bir öğreti yok mesela, ama bir tür gizem ve sırdaşlık konusu burada da mevcut. İnanç sistemleri, ruh disiplini gibi meselelerle derinlere inmeden, tüketim kültürü ve imaj endüstrisinin dayattığı beğeni mekanizmaları, beğenilme takıntıları ve bunların yarattığı özgüven eksikliğinin istismarı hikâye ediliyor. Bu kez tuzağa düşen ise İlkkan.
İnternetten verdiği bir ilanla arabasını satmaya çalışan İlkkan’la bir müşteri arasındaki konuşmayla başlıyor bölüm. Tam pazarlığın sonuna geldiklerinde, müşteri kurnaz bir hamleyle araç hakkında soru sormayı kesip İlkkan’a methiyeler düzmeye başlıyor. İlkkan’ın gevşeyen yüzünde, bağı bahçeyi bağışlayabilecek kadar geniş bir bakış belirirken, Yılmaz’daki huzursuzluk dikkat çekiyor. Soğuk havanın da etkisiyle, elleri ceplerinde, omuzlarını kaldırarak İlkkan’daki değişimin ilk izlerini fark ettiğini hissettiriyor.
İlerleyen sahnelerde, potansiyel müşteriyle İlkkan’ın ahbaplığı devam ettikçe İlkkan’ın müşteri (ve beraberindeki birkaç kişi) ile arkadaş oluşuna, artarak devam eden övgülerle beraber aracını (süresizce) onların kullanımına vermesine şahit oluyoruz. Övgüler arttıkça bu yeni arkadaşların talepleri de artıyor, egosu okşanan İlkkan “dostları için” her şeyden vazgeçebiliyor. Gitgide ev arkadaşlarından kopmaya başlıyor. Akif ve Yılmaz ise, birdenbire hayatlarına giren bu şahısların davranışlarından tam olarak tanımlayamadıkları bir rahatsızlık duyup İlkkan’ın da bunu fark etmesi için çabalamaya başlıyorlar. Bunu yaparken sergiledikleri davranışlar İlkkan’ın daha da hızlı bir şekilde evden uzaklaşıp, ne olduğunu çözemedikleri bu insanların dünyasıyla kaynaşmasına yol açıyor. Art arda gelen övgülerle başı dönen İlkkan kendini kaybettiğini şu sözlerle ele veriyor: “Hayatınızda benim gibi var diye yerlere kapanıp dualar edeceğinize ben hâlâ nankörlük görüyorum.” Ardından da “Ben kaliteyim” diye ekliyor. Artık İlkkan’ın, birdenbire karşısına çıkan bu yeni düzenin kontrolüne girmiş olduğunu anlıyoruz. Akif ve Yılmaz’ın hüzünlü yalnızlığına gülüyoruz.
Dostlarını kurtarmak için, apansız bir şekilde hayatlarına giren bu insanların peşi sıra acemice hafiyelik yapan Akif ve Yılmaz, insanları zayıf noktaları üzerinden övgülere boğduktan sonra bitmek bilmez taleplerle soyup soğana çeviren bir çeteyle karşılaşıyorlar. Çetenin eline geçenler, dış dünyadan izole, bir nevi yanılsamalar dünyasında yaşayan bireylere dönüşmüş olarak tasvir ediliyorlar. İradelerini kaybetmiş, eleştiriye tahammülsüz, sürekli pohpohlanarak vakit geçirdikleri bu yeni âlemin tuhaf bir aidiyet hissi verdiği de görülüyor. Elbette farklı çağrışımlara açık olsa da, oldukça kalabalık görünen bu çetenin de yazının ilk kısmında bahsettiğimden çok da ayrışmayan bir istismar sistemiyle işlediğini, fakat buradaki istismarın daha ziyade gündelik arzu, cazibe ve heyecan mekanizmaları üzerinden ilerlediğini anlıyoruz.
Bu sistemin tetiklediği arzu ve heyecanın bağımlısı olan bireyler daima daha fazla, daha fazla bir şeyler vermeye teşvik ediliyor. Geniş zamana ve hayatın içine yayılan inceliklere nüfuz eden bu sömürü sisteminin etkisini daha vurgulayıcı bir şekilde anlatmak için sembolik anlatımlar ve teatral sahnelere de başvurulmuş. Böylelikle, söz konusu çetenin yuvalanıp yerleştiği mekân, mekânın içindeki iletişim biçimleri ve hitabet üsluplarıyla, bu yapının bireyi nasıl da içten içe sindirip etkisizleştirdiğinin güçlü bir şekilde hicvedilmesi sağlanmış. Nihayetinde, direkt ve dobra tavrıyla karakterize edilen Yılmaz’ın hüzünlü serzenişini dinlerken çarkın nasıl işlediğini anlıyoruz: “Bu çete bunun iliğini kemiğini emip atacak sokağa, bize bir övgü, yalakalık bağımlısı boş bir beden kalacak.”
Nihayetinde İlkkan, Yılmaz’ın öngörmüş olduğu sona doğru yaklaşırken, Yılmaz ve Akif bütün engelleri aşıp İlkkan’a ulaşır, onu bitkin bir şekilde tutulduğu mekândan alıp uzaklaşırlar. İki arkadaş İlkkan’a ulaşmaya çalışırken çetenin içindeki hiyerarşik yapılanmaya da tanık oluruz. Lider konumunda tanımlanan kişi Yılmaz ve Akif’i de kendi bünyelerine kazandırmak için ardı ardına tatlı sözler ve övgüler sarf etse de, özellikle Yılmaz’ın iradesinin önüne geçemeyeceğini fark edip geri çekilir. Çete üyelerinin mevzilendiği geniş mekânda birbirlerine ölçüsüzce övgüler düzen onlarca kişi olduğunu görürüz bu sahnede. İltifat ve kucaklamalar havada uçuşmasına rağmen son derece soğuk görünümlü bir mekândır üstelik burası. İlkkan da üşüdüğü için, dostları onu battaniyeye sararak dışarı çıkarır, iki taraftan koluna girip destek olarak açık havada yürümeye başlarlar.
Gibi’nin bu yazıda ele aldığım bölümlerinde hicve konu olan iki unsur var. Öncelikle, bireysel çelişkilerin yoğunlaşmasıyla sarsılan özgüven mekanizmaları göz önüne seriliyor. Ardından da, bu şekilde kırılganlaşan bireylere sunulan sığınaklardaki istismar mekanizmaları hicvediliyor.
Toplum dediğimiz bütünsel yapı karmaşıklaşıp, iktidar kurma yöntemleri sertleştikçe, bireyleri değersizleştirip etkisizleştirmek üzerine koşullanmış yeni düzeneklerin peyda oluşunu fark etmeyen var mıdır? Günbegün ortaya çıkan akımlar moda tabirler üretip yeni adlar verse de, en sade haliyle “istismar” diye tanımladığımız değersizleştirme mekanizmalarından etkilenen bireylere birer “sığınak” gibi sunulan, inanç ve dayanışma sistemlerinin masumiyetini sorgularken de buluyoruz bazen kendimizi.

Mizahın başat unsurlarından olan esneklik yoksunluğu ve uyum sağlayamama durumu dizi karakterlerinden en çok Yılmaz’da kendini gösteriyor. Söz konusu istismar mekanizmalarıyla uzlaşıp uyum sağlayamayan Yılmaz, arkadaşlarını boş ve asılsız iltifatlara boğma becerisinden de yoksun. Halbuki ticaret, bürokrasi –kısaca iletişim esasına dayanan pek çok saha– bu beceriyi ön koşul olarak dayatmakta. Etrafındaki her şey sonsuz bir esneklikle eğilip bükülürken Yılmaz’ın tavrı yakınlarını incitse de, bu yalın ve dolaysız tavrın çıkış nokrasının samimiyet olduğu vurgusu, dizideki hiciv unsurunu daha da etkili kılıyor. Hayati bir mesele de olsa, Akif’in parfümünün kokusu gibi gündelik bir ayrıntı da olsa, Yılmaz’ın tavrı değişmeyince, seyirci bu esneklik yoksunluğuna ve oraya çaresizce sıkışmış “özü sözü doğru” insan imgesine gülüyor. Doğruluk arayışıyla kitlesel ve kurumsal sistemlere yönelip yolunu şaşıran bireylerin karmaşası üzerinden, sistemin zorbalığına gerektiğinde zorbalıkla cevap vererek mizah üretiyor Gibi dizisi. Bu kadar ağır bir yıkıma maruz kalırken birey olarak ayakta durabilmenin yollarını sorgulayanlara, artık doğruluk timsali diye bir şeyin kalmadığını ısrarla vurguluyor. Çare olarak da gitgide daralan bir alandan ancak hicivle, sert bir hamle yaparak sıçrayıp çıkmayı öngörüyor; Akif’le Yılmaz’ın İlkkan’ı kurtarışlarına benzer bir hamle.
Önceki Yazı

Gözler, Kanatlar, Çiçekler, Kuyruklar...
Kalabalıklar, kuraklıklar, seller, kasırgalar
“2050 yılı için öngörülen, 1,2 milyar iklim mültecisi, kuraklıklar, kasırgalar, seller, salgın hastalıklar, savaşlar, depremler çok gerilerde mi kalmış, bazı uygarlık karşıtı derin ekolojistlerin aşırı sağla birleşip hezimete uğramalarının arasından yüzyıllar mı geçmiş bilmiyoruz, ya da beyaz güç eko-faşizminin siyah ve kahverengi tenli insanları sahneden silmelerinin. Gezegenin kaçıncı kitlesel yok oluşunun karakteristikleri anlatılanlar?”
Sonraki Yazı

Haftanın vitrini – 11
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Arıların Tarihi / Arşivden Lezzetler / Ateizmin Ruhu / Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar / Gençlik Hazları / Günce / Ordesa / Ruhi Su / “Selam Metin, Ben Berceste” / Umutsuz Zamanlarda Umut