Gazze Bienali:
Göçebe sergi, dirençli bir rizom
“Gazze Bienali dayanışma ve tanıklık mekânları açarken, kendini bir direniş biçimi olarak tanımlar – slogandan değil, ısrarlı bir varoluş pratiğinden doğan bir direniş.”
Khaled Huseyin, I miss you deeply, 2024.
Merkez artık tekil bir buluşma noktası değil de, dayanışma içinde birbirine bağlı küçük alanlardan oluşan bir ağ haline geldiğinde, ortaya kültürel bir rizom çıkar. Rizom yatay büyür; başlangıcı yoktur, sonu yoktur, hiyerarşiyi tanımaz. Her bir nokta bir diğeriyle bağlantı kurabilir. Bir yerinden kesildiğinde başka bir yerden filizlenir. Öngörülemezdir, dirençlidir, canlıdır.
Sanatçıları dünyanın dört bir yanında birbirine bağlayan yaratma itkisi de böyledir aslında: Yıkımın, mülksüzleştirmenin, sansürün hüküm sürdüğü yerlerde dahi üretme arzusu durmaksızın sürer. Sanat, şaşılacak bir şekilde, her defasında yeniden kendini var etme gücüne sahiptir – engellerin, sınırların, imkânsızlıkların ötesinde; tıpkı bir rizom gibi.
2025 Gazze Bienali tam da bu ilkeyi somutlaştırır. New York’tan İstanbul’a kadar uzanan, merkezî bir yapıdan uzak pavyonlarıyla küresel bir dayanışma ağı kurar. Bu pavyonlar Filistinlilerin –çoğu yerde soykırım olarak tanımlanan– süregiden acılarına karşı kolektif bir duruş sergileyerek, sanatın gücü üzerinden bu döneme tanıklık ederek bellek oluşturuyorlar. Bienal bu anlamda bir merkez değil, bir rizomdur: Birbirine dolanmış seslerden, mekânlardan ve jestlerden oluşan canlı bir yapı – ayırılmaya çalışılsa bile bağlarını koruyan bir doku. Küratöryel olarak rizom yalnızca bir “merkezsizleşme” değil, aidiyetin başka bir biçimidir; sanatı temsilî bir diaspora olarak yeniden düşünmektir.
Her sergi hem özerk hem geçirgendir – yankılardan, tepkilerden, hatta çelişkilerden örülü bir ağın parçasıdır; parçalı, dolaşan, hareket halinde olanı içerir. Bu hareketin merkezinde sergilenen eserler bir nesne olarak değil, eylem olarak anlam bulur: Abluka altında üretilen bir imge; yalnızca fısıltıyla var olabilen bir performans ya da diller arasında gelip giden bir metin gibi. Bu işler ne kahramancadır ne öğretici. Bunlar varoluş biçimleridir. Bize sanatın krizlerde yok olmadığını, hatta kendi hayatta kalma dilini yaratabildiğini hatırlatır.
Cesaret ve umutla bienal adını taşıyan bu göçebe serginin iki yıl sonra tekrarlanıp tekrarlanamayacağı belirsizdir; zira Filistin’de yaşamın kendisi son derece kırılgandır. Buna rağmen Gazze sadece bir savaş sahnesi değildir. Şiddete rağmen hayat devam ediyor, yaratılıyor, resim yapılıyor, düşünülüyor, üretiliyor ve belgeleniyor. Nâzım Hikmet Richard Dikbaş da “Bir ahizenin ucunda Gazze” başlıklı K24 yazısında Gazze Bienali’ni tartışıyor ve bienalin formatını sorguluyor. Bunu yaparken düşünsel olarak ikna edici bir açıklama sunuyor: Bienalin esas olarak ilettiği şeyin –Gazze direnişini güçlendirmeyi ve dünyanın diğer bölgelerindeki direnişçilerle dayanışma ağları kurmanın gerekliliğini– ortaya koyuyor.
19 Eylül-8 Kasım 2025 tarihleri arasında DEPO, House of Taswir küratörlüğünde Gazze Bienali İstanbul Pavyonu: A Cloud in My Hand sergisini düzenliyor. Sergi, Gaza Biennale Initiative’inden elliden fazla sanatçının, Filistin’deki Forbidden Museum of Jabal Al Risan ve İstanbul Addar Center işbirliğiyle ürettiği eserleri bir araya getiriyor. DEPO’da hayalet-yazım, tele-konuşmalar ve kolektif yerleştirmelerle orijinalinden yeniden kurgulanmış eserler yer alıyor.
Özü itibariyle sanatsal bir duruştan çok politik olan bu bienalin hayata geçirilmesiyle, Filistinli sanatçılar kendilerini küresel sanat manzarasına yazarak bienalin kurallarını da yeniden tanımlıyorlar. Zira Gazze’deki her yerde hissedilen gerçeklik sanatsal yaratıcılığı zorluyor; bienalin politik mesajı bu hareketin ortaya çıkmasının varoluşsal nedeni ve aynı zamanda soykırım koşullarının ötesinde –içinde– sanatsal varoluş için bir alan, erişim ve görünürlük yaratıyor.
Şu soru kaçınılmaz olarak beliriyor: Politik sanat nedir?
Gazze Bienali kavramsal olarak dayanışma ve tanıklık mekânları açarken, kendisini bir direniş biçimi olarak tanımlar – slogandan değil, ısrarlı bir varoluş pratiğinden doğan bir direniş. Bu bienal bir sergiden ziyade bir tutumdur: Görünür olma koşullarını yeniden tartışan bir harekettir. Sanat kurumlarının sembolik aktivizm ile estetik yoksunluk arasında gelip gittiği bir dönemde, Gazze Bienali’nin radikalliği, politik olanı bir tema olarak değil, sanatsal eylemin koşulu olarak kavramasındadır. Burada sanat bir yorum değil, konuşmanın, tanıklık etmenin, sürdürmenin, sistemin silmeye çalıştığı yere kendini kaydetmenin ve var olmanın zorunlu eylemidir.
Farklı şehirlerde, dillerde ve bağlamlarda yankılanan bu çokseslilik, sanatın ne coğrafi ne de politik sınırlarla kısıtlı olduğunu, deneyimin biçime dönüştüğü yerde doğduğunu hatırlatır. Estetik, etik ve politik boyutları birbirine düğümleyen bienal, böylece yaşayan bir organizmaya –dirençli bir rizoma– dönüşür.