• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Evren bir gün dinlendi;

sonsuzluk dediğin 6 gün

“Güran’ın anlatısında ne yazı ne de resim boyunduruk altında değilmiş gibi: İki anlatı –metin ile görsel– işlerlik kazanmış ama birbirlerine teğet geçiyorlar.” 

Çizgi romandan bir kare / Sadi Güran

YUŞA KILIÇ

@e-posta

DENEME

11 Eylül 2025

PAYLAŞ

“Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi.
Yaptığı işten o gün dinlendi.
Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi.
Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.”

(Kutsal Kitap, “Yaratılış”, 1, 2)

Sonsuzluğu, dolayısıyla bilinmezi bilmediğimiz için bu imgeyi sonu olmayan bir biçimde düşünmeyi uzunca zamandır bellemişiz. Bitimin bir erime ulaşamadığı nokta olarak saptamışız sonsuzluğu. Çünkü son, bitimi, yitimi, parçalanıp, ufalanıp yok olmayı beraberinde taşır. Taşıdığı kendisi de olsa, kendini de yok edecektir, yok olacaktır. Son: Kendisini de yitirmeyi göze alan. Sonsuzluk ertelemedir. Ertelenmiş olan ise sonsuzluk boyunca yitirir kendini.

Kutsal Kitap anlatısına baktığımızda, Tanrı evreni 6 günde yaratır. Her günün –yaratımın– sonunda da yarattığı şeylere bakarak iyi olduğunu dile getirir. Şunu düşünebiliriz: Dinlenme günü sonsuzluğun dışına mı ait yoksa? 6 gün evrene yetiyor; yaratımına da, sonsuzluğuna da… Güran ise sevgiyle pekiştirdiği sonsuzluğunda “bitimini” ele verecek bir tümce salıyor ortaya: sonsuzluk dediğin 6 gün. Bu, elbette anlatı boyunca sevginin bitimsizliğinin, bitmeyeceğinin vurgusu. Sonsuzlukla pekiştirilmesi bununla ilintili. Kutsal Kitap anlatısı ile Güran’ın anlatısındaki paralellik, tersine bir paralellik. Kutsal Kitap’ta Tanrı henüz yaratımdayken, Güran yaratımın değil, yaratılmış olanın devamlılığını; öznesi yitirilmiş olsa da, öznesi olmamanın da düşüncesinin, imgesinin arkasındaki yeniden-yaratımın bir biçimini sunuyor. “Yeniden-yaratım da tıpkı Tanrı’nın yedinci günde dinlendiği gibi bir hal alacak mıdır?” sorusunu sordurarak. Barbaros’un yalnızlığı Yağız ile karşılaşıncaya kadarken, ilerleyen zaman içinde Yağız’ı yitirmesiyle yine eski haline dönmesi, sonsuzluk dediğin 6 gün’ü tamamlıyor izlenimini uyandırıyor.

Sadi Güran
Sonsuzluk Dediğin 6 Gün
Nada Kitap
Mayıs 2025
Büyük boy, renkli
112 s.

Düşüncelerimiz arasında dönenen üç sözcük: Sonsuzluk, sevgi, yitirmek. Bu üç sözcüğün bağlantılarını açıklayalım. Sevginin ne olursa olsun bitmeyecekmiş, azalmayacakmış, aynı kalacakmış gibi olmasının yaslandığı sözcük sonsuzluk ama araya giren bir başka sözcükle –yitirmek– sonsuzluğun bir yanılsama halini aldığını görebiliyoruz. Ölümle yitirmek, sevgiyi sonsuzluk döngüsünden koparıyor. Bu demek değil ki yiten kişi artık sevilmiyor. Yaşantının bu kopuş durumuyla karşı karşıya gelmesi sonsuzluğun öyle ya da böyle sekteye uğramasına bir işaret sadece.

Güran çizimlerini rastgele bir yalnızlığın gölgesine yaslamış. Rastgelelik yalnızlığın doğuşunu değil, batışını (batağını) oluşturuyor. Rastgelelik, olayların geçtiği zaman içindeki yıkımdan ortaya çıkıveren şey. Rastlaşmanın, karşılaşmanın dirim çığlığı: Yağız. Paylaşılan, yaşanan birliktelikte zaman geçiren ikili, bir süre sonra Yağız’ın ruhunun emilmesiyle Barbaros için yerini imge-yaşantıya bırakıyor. Yağız’ı yitirmenin yalnızlığında bir karakter Barbaros. Bzvidd’lerin sayısı, kalabalık olmaları yalnızlığını gidermiyor. Çünkü Bzvidd’ler Öteki; insan-olmayan, iletişmeyen, etkileşmeyen ruh emiciler. Barbaros yalnızlığın(ın) gölgesinde dirimini sürdürüyor. Ama bir an olsun özkıyımı düşünmeden. Özkıyıma gitmemesi yalnız olmadığına dair bir sezi mi? Ki bu sezgi yanılsama değil, gerçeklik payı taşıyor. Kabak Koyu’nda bir komünle karşılaşan Barbaros yalnız olmadığını biliyor artık. Bu kez yalnızlığının güdümü, yitirdiği sevgilisine/dostuna dönüşüyor. Yitirilen birinden ayrı kalmanın vermiş olduğu sancının yalnızlığa dönüşümü hissedilir kılınıyor. Sevi/sevgi, boşlukları, aralıkları, karanlığı bastırarak doldurduğu gediği yine yitirmenin etkisiyle yararak yalnızlığın, dolayısıyla da bütünleşen dirimin eksilmesini yarığa dönüştürüyor.

Anlatı 2031 yılında Kadıköy’de başlayıp Kabak Koyu’na, oradan da Kapadokya’ya uzanıyor. Bzvidd’ler tarafından kuşatılıp insansızlıktan dolayı ıssız kalan kentten bir komün yaşam alanı olan Kabak Koyu’na, sonrasında da Bzvidd’lerin başkalaştığı Kapadokya’ya…

Kent-Taşra-Taşra diye sıralayabileceğimiz bu yerler anlatıda bizi tökezletecek bir konumdalar. Tam tersi bir konuma, yer-zaman algısını kırarak yerleşiyorlar. Kentin kalabalıklığı insanın yaşam alanı olmaktan çıkıp Bzvidd’lere ait oluyor. Bzvidd’lere ait olan kent, karşıt bir kent imgesiyle verilmiş.

“cam bir büfe devrilip tuzla buz olsa çıt çıkmazdı. sesini duymadığınız bir şeyin yaklaştığını nasıl fark edebilirsiniz ki?”

Alıntılanan tümce, kent imgesinin tam karşıtı bir imgeyi uyandırmasıyla etkileyici. Kabak Koyu yine insana ait bir yaşam alanı olmasına karşın, Bzvidd’lerden kaçan insanların komün yaşayışı için merkez haline geliyor. Günümüzün kalabalığından, kent yaşamından kaçıp dinlence için gidilen bir yer olarak kullanılan taşra, anlatıda da ruh emicilerden kaçış noktası olarak konumlanmış. Bu, usumuza, günümüzde kentlerin öcüleşmesini getiriyor bir bakıma. Kapadokya ise daha büyük bir kırılma veriyor bizlere. İnsanların önceleri yeraltında yaşayıp sonra oraları terk ederek bırakmış oldukları bir kent. Terk edilen ıssız kent taşra halini almışken, sonra Bzvidd’lerin başkalaşımı için bir ortak yeniden-doğum alanı haline geliyor.Buradaki yer algısında kırılma, başkalaşımın da habercisi. Başkalaşım için Bzvidd’lerin bu yeri seçmesi de boşuna değil diye düşündürüyor. Yeraltına inen insanların başkalaşmamaları –Hıristiyanlığı korumak uğruna– için günışığından uzak kalmalarının tersine, Bzvidd’ler başkalaşmak için bu yeri kullanıyorlar. Tersine bir işlem söz konusu.

Kabak Koyu’ndaki komünün perde oyununda mitsel bir öykü sahnelemesinde gözümüze çarpan bir sözcük var: Sınırsız.

“herşey faika’nın ilim ve sevgiyi sınırsız paylaştığı o hanede başladı.”

İlimi bir köşeye bırakacak olursak, Faika’nın “sevgiyi sınırsız paylaştığı” vurgusu üzerinde durmak gerek. Sınırsız sözcüğü başka bir biçimde sonsuzu anıştırmakta. Sonun, sınırın olmaması ama bu sınırsızlık, sonsuzluk içinde paylaşılan şeylerin sınırlı ya da sonlu kalması.Sonu oluyor, çünkü paylaşımın yapılacağı kişi(ler) yitmişler artık. Paylaşım, iki kişi arasında, sonlu bağlantıda, sınırlı olanakların el verdiği bir şeye dönüşüyor. Bir parantez var burada; “kimseyi birbirinden ayırmadan (…)” tümcesi iki anlama da gelebilir. “Kimseyi ayırt etmeksizin bilgisini paylaşan” ile “kimseyi kimseden ayırmayan, aralarına girmeksizin, aralarını bozmadan yapılan” anlamı çıkarsanabilir.

Barbaros’un yalnızlığını komünde de giderememesinden sonra Kapadokya’ya yola çıkması, mitsel kişi olan Aziz’in replikası Robot Aziz ile yollarının kesişmesi de sarmal bir kurgu sunuyor bizlere. Mitin öyle ya da böyle yaşadığını, tükenmediğini, aktarılageldiğini görüyoruz. Mit kendi içinde bir sonsuzluk taşıyor böylelikle. Ama bu anlatı bize bir kez daha ters köşe yaptırıyor. Aziz-Faika ikilisi mitsel bir öyküyken, tam tersi, Robot Aziz teknolojinin içinden fırlayan bir insanımsı. Burada karşıtlığı mit-teknoloji üzerinden şöyle konumlayabiliriz: doğal-yapay. Doğal-yapay ayrımını yaşantı üzerinden kurmuyoruz. Burada işaret ettiği anlamlar değişik bir biçimlemede. Mitsel olanın doğallığından kastımız, onun yaşantının içerisinde yer edinmesiyle ilintili. Teknolojik bir ürün olan Robot Aziz ise fabrikada üretilen –sentetik– bir şey.

Anlatının başına dönecek olursak, ölüm üzerine birkaç söz söylemek gerek.

“(…) mezarım olmayacağı gerçeği hiç hoşuma gitmedi (…)”

Bu gerçeğin Yağız için eyleme dönüşmesi dokunaklı. Yağız kişisel eşyasını bir kutu içinde, zeytin ağacının altına gömüyor. Gömütlük haline gelen zeytin ağacı da sonsuzluk adına bize bir ipucu verebilir. Zeytin ağaçlarının uzunca süre yaşaması da bir tür “sonsuzluğu” çağrıştırır. Yağız, ölümünü ölmezden önce kurmuştur. Ölümünü erteleme çabasıdır bir yandan. Ama gömü haline gelen kutu da kişiyi yitirdiğimizin –kişinin kendisi de bunu yapmış olsa– farkına vardıran bir törensel eylemdir. İki karşıtlığın iç içeliğiyle boğuşuruz. Buradan Bilge Karasu’nun bir söyleşisinde dile getirdiği bir tümceye gidiyoruz.

“İnsanın yaşamı nasıl onun kurduğu bir şeyse, ölümü de onun kurduğu bir şey.”

O tümce Yağız’ın yaptığı gömü törenine götürüyor bizi. Yaşamla ölümün bir karşıtlık oluşturduğunu biliyoruz. Ama bu karşıtlık salt bir karşıtlık olmanın dışında tek yönlü olarak birbirini barındıran, iç içe geçmiş bir yumaktan başka bir şey değil. Yumak çözüldükçe yaşamın bir ucundan başladığını, öte yandan çözülen ipin başka yanda yine yumaklaştığını, yumaklaşarak ölüme yol aldığı biline. Meğerki, yumağın bir ucundan bir ucuna aktarılan kurgusadece yaşantı sayılsın. O, aynı zamanda ölümdür de. Barbaros, Yağız’ın kutusunu gömüldüğü yerden çıkarıyor. Tersine bir işlem yapılmış oluyor böylelikle ama Kabak Koyu’ndan ayrılırken, çıkardığı kutuyu yine gömüyor. Gömütlük olacağını belli edecek bir biçimde de Yağız’ın kimlik kartını tutturuyor gömüt başına. Artık Yağız’la vedalaşması, öldüğünün bilincine varması bu.

Çizimlerin, fotoğrafların anlatısında dikkat çeken bir şey var: Metin anlatısına eklemlenen ama metin anlatısı olmadan da kendi anlatısını sunan görsellik. “Yazının boyunduruğundan sıyrılabilmek epey güç olmasına karşın, Güran’ın görsel anlatısı bunu nasıl başarmış?” sorusunu sormadan geçmemek gerek. Birbiriyle eklemlenen iki anlatı –yazı ile görsel– kesişimleriyle keskin sınırlar çekmiyor. Güran’ın anlatısı tersine işleyerek, Foucault’nun “Bu Bir Pipo Değildir” metninde irdelediği soruna götürüyor bizi. Yazılan “Bu Bir Pipo Değildir” tümcesi/önermesi resmedilen pipoyu boyunduruğuna alıp bozguna uğratırken, Güran’ın anlatısında ne yazı ne de resim boyunduruk altında değilmiş gibi: İki anlatının birbirine eklemlenmesiyle bir anlatı sunuluyor. İki anlatı –metin ile görsel– işlerlik kazanmış ama birbirlerine teğet geçiyorlar. Teğet geçmeleri ayrıksılıklarından dolayı değil. İkisi de kendi başlarına ele alınabilir izlenimini veriyor. Yakın zamanda K24’te yayımlanan bir söyleşide Güran’a sorulabilecek bir soru daha olabilirmiş: Çizimler mi önce, metin mi? Anlatı kurgusunda hangisi öncelenmiş? Yanıt ne olursa olsun, artık ayrı düşünülemez bir şey bu, kuşkusuz. Ama çizimlerin anlatısı ile metnin anlatısı nasıl biçimlenmiş sorusu merak konusu olabilir. Çizimlerden sonra metinlerin gelmesi daha olanaklı gibi. Yukarıda andığımız gibi, metnin eklemlenmesi farklı bir biçimde gerçekleşmiş. Bu biçim metnin bazı ipuçlarını yazı dilinde ortaya koyuyor. Konuşma/konuşturma olarak yazı dili, çizimlere eklenen bir yan unsur olarak iş görüyor. Yan unsur olması ikincil olarak kaldığı anlamına gelmemeli. Tersine, andığımız gibi birliktelik oluşturmuşlar.

Güran’ın büyük harf kullanmamasını da işaret olarak görmek gerek. Tipografik olarak estetize edilmiş olsa da, çağrıştırdığı şey başlangıç ile sonun olmayışıdır. Metne büyük harfle başlanmadığı gibi, metnin bitimine dek büyük harf yoktur. Sadece ‘HAYIR’, ‘SON’ sözcüğü büyük harflerle kullanılmış. İki sözcüğün büyük harflerle kullanılması da bağlam olarak bir şey düşündürüyor. Yağız’ı yitirdikten sonra Barbaros’un Bzvidd’i öldürürken bu (HAYIR) sözcüğü kullanmasındaki haykırışı yine bizi sonsuzluk sözcüğüne götürüyor. Bu, birini yitirmeyle bitişe karşı koyma tepkisi. ‘SON’ sözcüğü metinlerin bitimini gösteren yaygın kullanımı dışında başka bir şey söylüyor. Sonsuzluk, “artık yok” anlamında erilmiş bir son. El hareketi (nah!) ile sona eren anlatının ironi taşıdığı kuşku götürmez. Onca olan bitenin ardından meydan okumayı simgeliyor. Anlatının ‘SON’ ile bittiğini düşünebiliriz ama bitmiyor. Arkasından gelen anlatı, Barbaros’un farklı zamanlardaki, farklı çizimleri. Güran burada da zamanı bükerek işletiyor anlatısını. Barbaros’un imgesini güçlendirmeye, o imgeyi zamana daha fazla yaymaya yarıyor.

Son olarak, anlatının başına dönüp bir sayım yapmalıyız. 1. günden 5. güne kadar zaman belirtilmesine karşın 6. gün belirtilmemiş. sonsuzluk dediğin 6 gün’ü yineleyerek 6. günün belirtilmemesi de bir tür sonsuzluk içinde sonsuzluk döngüsünü ele veriyor. Çünkü 6. gün Yağız’ın öldüğü gün… Sevmenin, sevilmenin 6 günü, sonsuzluk.

Yaşam, ardına bakmadan koşmayı gerektiriyormuşçasına yoruyor. Koşan koşamayana da yorulur. Çifte yorgunluk. Geride bırakmamacasına atılan her adımın, tepilen her yolun, ayağın değdiği yerlerin bir getirisi vardır. Bir sonraki adımı, tepilecek yolu, ayağın değeceği yerleri aramak… Aramaksızın çıkılan yol, yol değildir. Bir yere varmağa da gerek yoktur. Gereklilik bile yoktur yolda.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Sadi Güran
  • Sonsuzluk Dediğin 6 Gün

Önceki Yazı

DENEME

Dilden dile insanlığa çağrı

“Sorduran, düşündüren kitaplardan Dilden Dile. Bildiğimi ya da rahatça ve zevkle okuyacağımı sandığım bölümlerde bile, zevkine sözüm yok ama rahatımı kaçırdığı oldu: Melih Cevdet Anday’ın ağacına benzer…”

ORÇUN ÜÇER

Sonraki Yazı

TADIMLIK

“Beni ben yapan arkadaşlarıma…”

Feryal Saygılıgil'in derlediği, önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan Arkadaşlık Üzerine'nin önsözünü Tadımlık olarak yayımlıyoruz. 

FERYAL SAYGILIGİL
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist