Evden kaçmakla eve varamamak arasında
Demir Özlü
“Dört yıl önce bugün yitirdiğimiz Demir Özlü hemen her iyi okuru gibi benim de belleğimde anısı tazeliğini yitirmeyen yazarlardan, köşe taşlarından biri.”

Demir Özlü. Fotoğraf: Milko Özlü
Demir Özlü 1961 yılının 26 Ekim günü kendisini İstanbul’dan Paris’e götürecek gemiye binip ikinci mevkideki koltuğuna oturduğunda, radyodan can sıkıcı meclis konuşmaları veriliyordur. 27 Mayıs sonrası yapılan ilk seçimde parlamentoya girenler ona göre öncekiler kadar tutucu, hatta daha niteliksizdiler. Şöyle yazar: “Bir an önce bu gemi kalksa da kurtulsam bu bataklıktan.”
“Bu bataklıktan” kurtulmak… Mümkün müdür gerçekten? İnsan yurdundan, kentinden, anadilinden, anılarından kopabilir mi? Çok değil, gemi henüz hareket etmişken, başını çevirdiğinde Galata, sonbaharın ışıkları altında yakından gördüğünden çok daha güzel görünür gözüne. Uzaklaşan yapılar altın rengi ışıklarla parıldıyordur. “Burayı özlemeyecek miyim,” diye sorar kendi kendine, “alçak tepeler üzerine kurulmuş, sonsuz geniş bir gökyüzü altındaki bu şehri?” Duraksamadan, “Şimdiden özlüyorum bile” diye yanıtlar.
Stockholm Öyküleri’nin, Bir Beyoğlu Düşü’nün, Berlin’de Sanrı’nın, Kanallar’ın, Tatlı Bir Eylül’ün... yazarı Demir Özlü’yü dört yıl önce bugün yitirdik. Şu hoyrat günlerin, şu delice akıp giden zamanın içinde her şeyin, herkesin izleri çarçabuk silinirken geriye dönüp bir yazarın anısını canlandırmaya, yapıtı ve yaşamı üzerinde düşünmeye kimlerin vakti var? Zamanın evinsizliğine, kültürel-düşünsel ortamın kuraklığına direnmek için bizler –işi okumak ve yazmak olanlar– kendimiz için, belki bir avuç mutsuz okur için üzerimizde emeği bulunan, bizimle birlikte yaşayıp giden ölümsüz ustaların sesini çoğaltmakla mükellefiz. Demir Özlü hemen her iyi okuru gibi benim de belleğimde anısı tazeliğini yitirmeyen yazarlardan, köşe taşlarından biri. Kendime güvencimi yitirmeye durduğum zamanlarda umudumu koruyabildiysem, bunu onun gibi yaşamını yazıyla bütünleştirmiş birkaç iyi yazarın varlığına borçluyum.
“Yazmak arınmaktır” demişti Paris Günleri’nin bir yerinde. Dünyada bir huzursuz olarak yaşayanlar için yazmak hem arınmak hem de yaşamanın tesellisi. Okumak da bir tür arınmak, hayatta kalmaya yetecek kadar güç devşirmek değil mi? Dostu, yoldaşı Ferit Edgü’nün ta 1986’daki bir mektubunda ona yazdığı gibi:

“Her alanda, her anlamda yozlaşmanın doludizgin gittiği bu ülkede… yazar-çizerlerin birbirlerinin gözünü oyduğu bu ülkede, bayağılığın sınır tanımadığı bu ülkede, düşünmenin, yazmanın suç sayıldığı bu ülkede, kimsenin kimseyle dayanışmadığı bu ülkede, mevsimlerin şaştığı, baharın gelmez olduğu bu ülkede, bir avuç insan, yüzlerce yılın olumsuz birikimine, kinine karşı bir avuç insan bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yazmak gibi. Çizmek gibi. Düşünmek gibi. Okumak gibi. Okutmak gibi.”
Demir Özlü “anlatmak için” yaşayan, yazmadığında yaşaması olanaksız görünen yazarlar soyundan geliyor. Masamın üzerinde yığılı kitaplarına bakıyorum. Satırları çizilmiş, boşluklara notlar düşülmüş sayfalara. 29 Nisan 1985’te Stockholm’den şöyle yazıyor Ferit Edgü’ye:
“… Böylece kendimi sırf yazmaya vererek yaşamak düşüncesi sanırım ilk defa bu kadar köklü olarak yer etti içimde. Bunu gerçekleştirmem pek zor, ama gerçekleştiremeden de ölürsem rahat ölmeyeceğim.” (Özyurdunda Yabancı Olmak, 29 Nisan 1985 tarihli mektup, s. 49)
Uzun sürgünlük yıllarında, Stockholm’de ve yolunun düştüğü, konakladığı Avrupa kentlerinde biricik uğraşı yazmak. Gördüğü, dokunduğu, okuduğu her şeyi yazıya dönüştürüp ölümsüz kılmak çabası güdüyor. Sürgünlüğün açtığı büyük boşluğu yazıyla doldurmaya çalışarak geçiyor günleri. Umutla umutsuzluk, neşeyle keder, bezginlikle tutunma çabası arasında. Doğrusu bu ya, Demir Özlü’de “sürgünlük” yalnız fiziksel değildir. Yurdundan, kentinden ve evinden ayrı kalışa indirgenemez. “Öz yurdunda” da sürgündür o; kendi deyişiyle bir tür “bilinç sürgünü”, bir dünya huzursuzu. 1962’de Paris’teki Ferit Edgü’ye, “Burayla uyuşmak çok zor; gelip de kalabileceğini sanmam senin… Burada gerçekten yaşanmadığını, yalnızca sürünüldüğünü unutma” diye yazar. (Özyurdunda Yabancı Olmak, s. 8) 1979’da gittiği ve on yıl sürgün olarak yaşadığı Stockholm’den gönderdiği mektupta ise şöyle der:
“Ben burada zaman zaman pek çok derin sıkıntılar çektim. İstanbul’da da kalsaydım elbette sıkıntılar duyacaktım, (çünkü bilisiz bir saflıkla, o içinde yaşadığım ortamdan toplumsal ilerleme bekliyordum) ama bu kadar derin sıkıntılar duymayacaktım sanırım. (Özyurdunda Yabancı Olmak, 6.3.1985 tarihli mektup, s. 42)

Fotoğraf:
Milko Özlü
Çelişki, hep o büyük çelişki... Yolunun pek sık kesiştiği Kierkegaard’tan alıntıladığı gibi, “Acı çekme ölüme kadar süren bir durumdur” onun için de. Tıpkı yalnızlık gibi. Onun bütün yaşamı, 26 yaşında İstanbul’dan Paris’e giderken bir anlığına hissettiği o çelişkinin, o gel-git duygusunun yinelenip durmasıyla geçecekti.
Hep yollarda olmak isterdi ve hep ev’de olmak; yurdunda… Geçmişin imgeleri, İstanbul günleri, dostları, arkadaşları, gelip yazdıklarının içine sızmayacak mıydı? Ne kadar uzağa giderse gitsin, hangi yeni hazlarla tanışırsa tanışsın; Paris’te, Berlin’de, Kanal Kentleri’nde, Amsterdam’da, Stockholm’de gelip onu bulacaktı. Ödemiş, Gölcük Yaylası’ndaki saçları rüzgârda savrulan, ona ilk aşk duygusunu tattıran kız, Gümüşsuyu’ndaki öğrenci yurdu, Fatih’teki o ev, Şişli’deki çatı katı, gençlik arkadaşlıkları… O mutlu günlerde, cumartesiler… Dolmabahçe’den Beyoğlu’na çıkmalar. Atlas Sineması, Yeni Melek, Baylan Pastanesi, Şarapçı Panayot, Lefter’in Meyhanesi, kaldırımlar. Ne kadar çok şey! Berlin’de uzun yürüyüşler yaparken örneğin, “O sonsuz ova, kentin o insana uygun dizaynı, ağaçlarla çevrelenmiş caddeler”de bile erken yaşta yitirdiği sevgili dostu Güner Sümer’i anımsayacaktı: “Yanımda yaşıyor” diye yazmıştı, Kanal Kentlerinde güncesinde. “Kente gelişime, ilk günlerime eşlik ediyor sanki.” (s. 26-27)

Özlü’nün yaşamını çok kısa anlatmak gerekirse, fazla sözcüğe gereksinim duymayız sanırım, sadece birkaç kavram-sözcük: yalnızlık, sürgün, yolculuk ve yazı. Çocukluğunun geçtiği Anadolu kasabaları, İstanbul ve Avrupa kentleri arasında mekik dokuyan bilincin serüveni, toplu öykülerine seçtiği o adın geniş çağrışımıyla, “Sürgün Küçük Bulutlar”… Onu terk etmeyen kendi yurdu ve sürgün yıllarında mütemadiyen gezindiği kanal boyları, caddeler, oteller, kafeler, kahvehaneler… Oralarda aradığı neydi? O parçalanmış yaşam’ında eksik olan şey? “Kendi evine varamamak” mı? Düş öykülerinde bir saplantı haline gelen o “kendi evine varamamak”…
“Uzak kuzeyden kendi kentime geliyor, ama oraya buraya takılarak, annemin kendi başına oturduğu, benim de eski-yeni eşyalarımın bulunduğu eve bir türlü gidemiyordum. Görmem gerektiğini sandığım birçok insan da vardı. Uğramayı aklımdan geçirdiğim birçok yer de. Oysa ne gereği vardı bütün bunların? Ulaşamamak, bir ulaşamamak sorunu vardı.” (Kendi Evine Varamamak, s. 18)
Arayış, daima arayış… Genç yaşta öğrenim bursu alarak gittiği Paris önünde bir olanaklar denizi gibi açılmıştır oysa. Paris sanki ona başka şeyler, eskiden yaşamış olduklarının, bağlandıklarının, duyduklarının anlamsızlığını, onları aşan, onlara benzemeyen, çok başka yaşantılar, bağlanmalar, duygular olduğunu gösterecektir. “Paris! Paris! Bütün ilkgençlik yıllarımızı dolduran rüya.” (Paris Günleri, s. 16) Peki orada, ya da Berlin’de yaşarken-yazarken huzur bulacak mıydı? Baudelaire’in Paris Sıkıntısı’nda yazdığı gibi, bu yaşam, “her hastası yatak değiştirme isteğine saplanmış” bir hastane değil miydi? Onun yaşadığı da bir başka Paris sıkıntısıdır:
“Bugünlerde boğunç, zihnimin derinliklerinden yükseliyor, beni içine alıp boğuyor. Kendimi bilmediğim bir yolda gidiyor sanıyorum.” (Paris Günleri, s. 37-38)
Bu sırada Kierkegaard’ın bir kitabından, “ıssız yolda yürüyen, yürürken yükselen birey”den söz eden bir cümlesini anımsar. Ürküntüyle okumuştur bunu. Issız yolda yürümekten ürktüğünden değil. Yalnız kalmayı, ıssız yolda bir başına yürümeyi korkusuzca seçebilirdi çünkü. Ama varacağı yer neresidir? “Başka bir ruh hali mi?” “İşte bunaltı içindeyim” diye yazar, “derinleşen bunaltı ardımı bırakmıyor. Günlerdir boğuyor beni. (…) Ne yapabilirim ki? Sadece bekleyebilirim. Varlığımı tehdit eden ne? Günlerdir bunu araştırdım. Bir neden bulamadım.” Biraz sonra, “Ardından sürüklendiğim hiçbir mitos yok” deme gereği duyar. “Yakın bağlantılarım uzakta kaldı. Bütünüyle boşluktayım.” Yıllar, yıllar sonra, 1 Ekim 2002’de günlüğüne şöyle yazacaktır:
“Yirmi üç yıldır başkalarının olan ülkelerde yaşıyorum. İsveç’te, Almanya’da, bir süre kalmaya gittiğim her ülkede bir ‘ziyaretçi’yim. Kendim de böyle hissediyorum. Bir ‘misafir’ değil, bir ‘ziyaretçi’. Sessiz bir ziyaretçi. Başka bir şey değil.”
Sonra sorar:
“Kendi ülkeme gittiğim zaman neyim? Orada da bir ‘ziyaretçi’ değil miyim?” (Kanal Kentlerinde, s. 17)
Oysa Ödemiş’te geçen ilkgençlik yıllarını anlatırken ne kadar iyimserdir!
“Işıkla ve umutla dolu. Ege’nin ışığı, çocukluk yıllarının mutlulukları.” (Kanal Kentlerinde, s. 18)
Bütün karanlıkların, umutsuzlukların, düş kırıklıklarının aydınlığa çıktığı yer yine ve daima çocukluk ve ilkgençlik yıllarıdır. Umutların taze olduğu, aşkın davetkâr bir deniz gibi kendisini çağırdığı, dünyayı değiştirme hayallerinin henüz örselenmediği o yıllar. Boğunçlar içindeki Paris günlerinde, yine “Kırlarda olsaydım. İlkgençliğimdeki gibi. Çimenlerin üzerinde, büyük yapraklı ağaçların altında. Yağmur yağıyor olsaydı” diye yazar günlüğüne. (s. 38) Ege’nin ışıkları, yalnızlıklar içindeki Paris gecelerine çok uzaklardan süzülüp gelir.
İthaka’ya Yolculuk (1996) romanında kendi “yurduna dönememe” serüvenini anlatan Demir Özlü’ye haklı olarak “çağdaş bir Odysseus” yakıştırması yapılır. Onun İthaka’sı İstanbul’dur kuşkusuz. Denizlerde bin bir güçlükle boğuşan Odysseus’un engellerine karşılık onun önünde siyasal baskılar, yasaklar, gözaltı ve tutuklanmalar, sürgünler vardır. Kendi Evine Varamamak da ise Özlü, kısa ve yoğun düşsel öykülerle İstanbul’a gelebildiği halde bir türlü annesinin yaşadığı kendi evine varamayan, “ayaklarının altından toprağın kaydığını” dile getiren, “düşgören”in açmazlarını anlatır. Sürgünde ardı kesilmeyen düşler gören öykü sesi, Özlü’nün korkularının, endişelerinin sözcüsüdür. Demir Özlü’nün kişisel trajedisi de burada saklıdır işte; o gerçekten yurduna, evine dönmek istiyor mudur? Yurduna, evine, anılarına tutkuyla bağlı olduğu ve özlem duyduğu halde oraya varmak istiyor mudur? Engelleri aşıp İthaka’sına, İstanbul’a, evine ulaşabilse, burada huzur bulabilecek midir?
Bu sorulara gönül rahatlığıyla “evet” demek pek de kolay ve doğru değil. Bir “bilinç sürgünü” olarak, özlemini duyduğu yurdu da onu yaralayacaktır. “Burada yaşanılmaz, ancak sürünülür” dediği ‘60’lı yıllardan yarım asır sonra bile “burası”nın düşünen, söz söyleyen, karşı koyan aydınlar ve yazarlar için “emin” bir yer olduğu söylenemez. Özlü bunun elbette farkında ve bilincindeydi. İthaka’ya ya da “Ev”e varmanın engellerle dolu oluşu ve bir türlü oraya varılamayışı, aslında dünden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini, engellerin biçim değiştirerek sürüp gittiğini imliyordu belki de.
Öyleyse Özlü’nün yurt ve ev özlemini nasıl değerlendireceğiz? O çok bilinen ve yinelenen soruyla, bir yazar için yurt ya da ev neresidir? Adorno’ya başvurup, “Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak yer olur yazı” mı demeliyiz? Hiçbir yerde huzur bulamayan, yaşamın anlamını yazmakta bulan bir yazın işçisinin yerleşip hoşnutluk duyacağı, kendini özgür hissedeceği tek yurdun “yazı” olduğundan kuşku yok. Demir Özlü’nün tüm yaşamı boyunca yaptığı bu olmalıydı. Anadilinin, yazı’nın yurduna yerleşip varoluşsal acılarını orada dindirmek. Kuşkusuz, yazıyla kurduğu ilişki; öyküleri, romanları, denemeleri, anlatı ve günlüklerinin yazınsal değeri, aynı zamanda kurduğu çok sesli anlatı dili-üslubuyla yazınımızda çok özgün bir yere sahip Demir Özlü. Kanımca onu bir o kadar farklı kılan, kişisel serüveni. Sürgünlüğü bir “dünya vatandaşlığı” katına çıkarabilmesi. Demir Özlü iyi edebiyatın ve zor zamanda yazma sanatının ödünsüz ustası olarak anılmaya, okunmaya devam edecek. Asıl İthaka’sı yazı/yazın olanlar, ona her zaman dönmek zorunda kalacaklar.
KAYNAKLAR
Özyurdunda Yabancı Olmak, Demir Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017.
Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015.
Demir Özlü, Kendi Evine Varamamak, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2011.
Demir Özlü, Paris Günleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2017.
Demir Özlü, Kanal Kentlerinde, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2010.
Demir Özlü, İthaka’ya Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020.