• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Ertuğ Uçar ile İstanbul'a ve İstanbulin'e dair söyleşi:

“İstanbulin şeylerin kitabı...”

“Önemli olan İstanbul’u anlatırken sadece kusurlarından bahsetmemek veya kusurlarını görmezden gelip güzelleme yapmamak. Şehri olduğu gibi aktarmak. Kolay bir şey değil bu. Ben ne kadar yapabildim, bilmiyorum.”

Ertuğ Uçar / İstanbulin'den üç eskiz. (kolaj)

GAYE KESKİN

@e-posta

SÖYLEŞİ

24 Nisan 2025

PAYLAŞ

İstanbulin’in anlamını bilmeyenler için iyi bir karşılama bölümü var kitabınızda. O kısmı şöyle bitiriyorsunuz: “İşte bu kitap, İstanbulin şeylerin kitabı.” Bu, iyi bir yemeğe başlamadan önce nefis bir şarabı yudumlamak gibi biz okurlar için. Sonraki tatlar bu ilk yudumun etkisinde. Peki, henüz kitabı almayanlar için İstanbulin kelimesinin kitapta bize nasıl referans olacağından bahsedebilir miyiz?

19. asır İstanbulu’nda moda olan bir erkek ceketine verilen isim İstanbulin. Ceket de, bu tabir de bugün hayatımızda yok. Kulak okşayan, müzikli bir sözcük bana kalırsa. “İstanbul’a özgü” anlamında bir sıfat olarak, İstanbul’u İstanbul yapan şeylerin başına koymayı öneriyorum kitapta. İstanbulin bir ezgi, İstanbulin bir sokak gibi. Vardır öyle şeyler hayatımızda, biz farkında olmasak da. Dört bir yandan buraya gelen üslupların üst üste binmesinden oluşan, sadece burada rastlayabileceğimiz binalar var mesela. Veya duyduğumuzda İstanbul’u çağrıştıracak şarkılar, alelade gibi görünen ama İstanbul’da olduğundan emin olduğumuz sokaklar. Hatta biri araştırsa, İstanbul’a özgü kedi desenleri bile bulabilir gibime geliyor.

Ertuğ Uçar
İstanbulin
Can Yayınları
Mart 2025
264 s.

İstanbulin’de pek çok şey var, pek çok şey de yok. Cumbalı evler, vapurlar, kiliseler, çay ocakları, sundurmalar, ayakkabı boyacıları İstanbulin’de gördüklerimizden, okuduklarımızdan birkaçı. Tabii bir de diğer yüzü var İstanbul’un. Sizin eskizlerde çizmediğiniz gibi, yazmayı da seçmediğiniz yüzü. Gökdelenleri, beyaz yakalıları, süpermarketleri örneğin. Kitabı okuduğumuzda onları neden görünmez kıldığınızı anlıyoruz. Yazarken onları “nasıl” görünmez kıldığınızı sormak istiyorum.

Kitaptan eksilttiğim bazı bölümler arasında baştaki İstanbulin tarifine benzer bir parça vardı. İstanbul’un sınırlarını çizdiğim… Kitabı didaktik kılar düşüncesiyle kaldırmıştım. “Bu kitapta anlattığım İstanbul neresi?” sorusuna cevabım: Denizle duyusal ilişkimizin devam ettiği yerler. Bu kabaca bizi tarihî yarımadaya, Galata’ya ve sonra her iki tarafta da Boğaz’ı çevreleyen köylere ve denize açılan vadi boylarına götürüyor. Bunun dışındaki İstanbul zaten yürünerek değil, otomobille bile keşfi, anlaması zor, biçimi olmayan, komşu şehirlere ve yutabildiği doğa parçalarına doğru nasıl ilerleyeceğine artık kendi karar veren bir organizma. Benim amacım, bahsettiğim İstanbul dahilinde gündelik hayatımda veya yarı planlı yürüyüşlerimde gördüklerimi, başıma gelenleri abartmadan ve azaltmadan çizmek ve anlatmaktı. O yürüyüşlerimde AVM’ler, beyaz yakalılar, otoyollar yoktu. Yani onları kitaptan yok etmek için özel bir çabam olmadı.

İstanbulin’deki öyküler tek bir anlatıcıyla, sizin gözünüzden yazılmış. Okuduklarımızı bu bağlamda anı-öykü olarak düşünmek sanırım yanlış olmayacaktır. Peki, okuduklarımızın ne kadarı kurmaca ve ne kadarı oto-kurmaca?

Kurgu mucizevi bir akıl ürünü ama hayat daha şaşırtıcı. İstanbul bu konuda dipsiz bir kuyu. Nihayetinde ben ne yaptım ki? Hepinizin, sizin dolandığınız sokaklarda yürüdüm. Daha ne dehlizleri var kim bilir şehrin? Gecesi var, şafağı var, arka sokağın da arkası var. Şehirde başıma gelenler her gün hepimizin başına geliyor. Hâlâ Babil Sokak’ın merdivenlerini her sabah çıkıp akşam dönüyor insanlar. Her yaştan erkek balık tutmaya çalışıyor şu anda Galata Köprüsü’nde. Pasajlarda çakma çanta satıyor gençler. Kitaptakilerin hemen hepsini yaşadım, illa ki bir şeyler eklemişimdir. Neresini ekledin derseniz bilmem, artık anlamı da yok. Onlar eklendi, yazıldı ve hepsi benim anım oldu. Birbirinden ayırmak için çok geç.

İstanbulin’deki her öyküyü eskizlerinizle güçlendiriyorsunuz. Üstelik tek bir temsil çizimiyle yapmıyorsunuz bunu, sahne sahne çiziyorsunuz. İstanbulin’deki öykülerinizi okurken sıralamanızı merak ettim. Kimi zaman önce eskizi çizdiğinizi düşündüm, kimi zaman da önce öyküyü yazdığınızı. Bu kısımdan, öyküleri nasıl çalıştığınızdan bahsedebilir miyiz biraz?

Az bildiğim yerlerden soruyorsunuz. Anıyla kurgu gibi, eskizlerle yazı da karıştı birbirine. Net olarak hatırladığım şey şu: Önce eskizler vardı. On seneden fazladır birikiyordu. Bir gün onlara bakıp “Neden bu sokağı, şu hiçbir önemi yokmuş gibi görünen köşeyi veya şu sahneyi çizmişim?” diye sordum. Çünkü onlar İstanbulin sahnelerdi. Ucunda Kız Kulesi veya bir Sinan camii olmasa da, İstanbul olduğunu anlayabileceğimiz ayrıntılar vardı hepsinde. Sonra o eskizleri yaptığım geziler geldi aklıma. Nihayetinde tüm o rotaları bir daha dolaştım. Yavaş yavaş yazılar geldi, sonra yeni eskizler. Özetle, tahmininiz doğru. Bir sıralama yok pek.

Peki… Öykülerinizde dikkatimi çeken bir diğer kavram şehrin sokaklarını, yapılarını, ağaçlarını veyahut çay ocaklarını detaylı şekilde, zihnimize çizer gibi anlatmanızın yanı sıra anakarakterimizle ilgili hemen hemen hiç detay vermemeniz. Anlatıcı tercihinizden dolayı elbette öykülerdeki diğer karakterlerin de zihninde değiliz. Bu da bizi bir bağlamda iki boyutta tutuyor. İstanbulin’deki bu tercihinizin eskiz ruhunu koruma hali olduğunu söyleyebilir miyiz?

Anakarakter şehirle onu kuran sahneler ve şeyler. Anlatıcıyla ilgili her detay onun önüne geçer, odağı kaydırırdı. Gezen bir göz diyelim ona. Okuyucunun her an kendisini onun yerine koyabileceği bir göz. Ama eskizlerle ilgili yorumunuzu da anlamlı buldum.

İstanbulin, İstanbul’un saklı kalan sokakları için iyi bir rehber aynı zamanda. Anlatıcıyla birlikte birbirinden farklı sokaklarda dolaşıyoruz. Ancak zaman zaman insanların şehre olan kayıtsızlıklarını fark ediyoruz. Bu insanlar Valens Kemeri’nin hemen kıyısındayken ona yabancılar, veyahut yanı başlarındaki heykelin farkında değiller. İstanbulin’de İstanbul insanına dair benim yakaladığım eleştirilerden biri bu. Bunun dışında, İstanbulin’i yazmaya nasıl karar verdiğinizi, bu fikrin ne şekilde, ne amaçla oluştuğunu merak ediyorum.

Amacım bir İstanbul güzellemesi yapmak olmadı hiç. Öte yandan şöyle bir düşünce de vardı hep aklımda. Biz mimarlara mikrofon uzatılırsa şehri daima kötüleriz. Plansızlıktan, birilerinin görevini yapmadığından, bir şekilde parçası olduğumuz rant ekonomisinden, halkın bilinçsizliğinden şikâyet eder, İstanbul’u yerin dibine batırırız. Yeşil alan yok deriz ama Boğaz kıyısındaki devasa koruları unuturuz. Nefes alacak yer yok deriz, gözümüzün önünde dünyanın en büyük şehir parklarından biri, Boğaz dururken. “Burası Avrupalıların elinde olsaydı cennet olurdu” diye ekleriz. Bence İstanbul eşsiz bir yer. Tabii ki bir dolu eleştirilecek yanı var. Başına gelen felaketler, kuzey ormanlarının talanı, yerel ve merkezî yönetimin müdahaleleri, parsellenip satılması, şehir üzerinde şehirlilerin söz hakkı olmaması, ya da bu hakka sahip olduğumuzun bilincine daha tam varamamış olmamız. İstanbul’un eleştireni bol. Bir tarafta ciddi akademik kitaplar var, öteki tarafta da minnoş İstanbul güzellemeleri veya rotasını sadece camiler, saraylar ve müzeler üzerinden kuran gezi kitapları. Benim amacım, Boğaziçi’nin engebeli topografyasına yerleşmiş bir kıyı kenti olan İstanbul’da yürümek ve görüp yaşadıklarımı güzeliyle çirkiniyle aktarmaktı.

Bu aktarımınızın biz okurlarınıza etkileyici biçimde geçtiğini söyleyebilirim. Örneğin “Yokuş” öykünüzde İstanbul için “Derisi giderek kalınlaşıyor” dediğiniz yerde veyahut “Konak” öykünüzde “Yeşillikler içinde panjurlarını kapamış uyukluyor. Başındaki dertlerden kurtulup bir uyanacak ki, devir değişmiş” dediğiniz noktada bir İstanbul güzellemesi değil, İstanbul’un kusurlu yüzünün yansıması var. Onlar da “İstanbulin şeyler” mi sizce?

Evet, örneğin “Harabe” öyküsü… İstanbul’un her mahallesinde karşılaşabileceğimiz harabeler, yani yanmış konaklar, miras kavgası sebebiyle duvarları eriyip giden, hurdacıların parça parça söküp götürdüğü yapılar İstanbul’un kusurlarından. Ama bir yandan da buranın alamet-i farikalarından, İstanbulin şeylerden biri. Seçtiğiniz “kusurlu” sözcüğü hoşuma gitti. Önemli olan İstanbul’u anlatırken sadece kusurlarından bahsetmemek veya kusurlarını görmezden gelip güzelleme yapmamak. Şehri olduğu gibi aktarmak. Kolay bir şey değil bu. Ben ne kadar yapabildim, bilmiyorum.

İstanbulin boyunca öykülerinizi okuyor, eskizlerinize bakıyoruz. Ancak bir yandan da iyi bir flanör olduğunuzu düşünüyoruz. Böyle mi gerçekten? Eğer böyleyse, bunun yazarlığınızı, mimarlığınızı nasıl ve ne şekilde beslediğinden bahsedebilir miyiz biraz?

Flanörlük moda kavramlardan. Bir kez Instagram’da “Nasıl Flanör Olunur” diye bir seri postçıkmıştı karşıma. İşte, “plan yapmayın, cesur olun, gözleyin” falan gibi tavsiyeler. Bu insanın içinden gelen bir şeydir herhalde. Ne kadar öğrenilir, kestiremiyorum. Flanörlük bir hedef olamaz. Şehirde dolaşma biçimlerinden biridir olsa olsa. İstanbul, denizyolu, metro ve otobüs ağlarının birbirine daha sıkı bağlanmasıyla giderek daha kolay dolaşılan bir yer haline geliyor. Bence 2019’dan bu yana yeni yönetim toplu ulaşıma, meydanlara ve yaya haklarına daha fazla önem veriyor. Elinizde İstanbul Kart’la tüm gün ondan inip buna binerek, aralarda yürüyerek şehirde takılabilirsiniz. Ben önce kendime bir hedef belirliyorum. Mesela Kanlıca Mezarlığı. Sonra oraya ulaşmak için çizdiğim rota boyunca ve sonrasında kendimi derede yüzen bir tahta parçası gibi akışa bırakıyorum. Flanörlük buysa, flanörüm. Bunun benim için heyecanlı ve güzel yanı şu: Bir yerlerde okuduğum, birilerinin tavsiye ettiği şeylerin dışında sürprizlerle karşılaşmam, kendi küçük keşiflerimi yapmam mümkün. Ve inanın bana, İstanbul’da daha keşfedilmemiş çok değer var.

Peki, onları sizinle keşfetmeye devam edecek miyiz? “İstanbulin şeyler” karalıyor ya da yazıyor musunuz hâlâ?

Kitaptaki kimi kısımlara odaklanıp onları genişletmek için çalışıyorum. Vapurlar, yokuşlar, mezarlıklar, kediler gibi. Bu da İstanbulin şeylerin sayısını artırmak yerine bunların içine daha fazla girmek demek.

İstanbulin iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm “İstanbulin Öyküler” ve ikinci bölüm “Şehrin Flora ve Faunası”. İlk bölüm ve ikinci bölüm arasında keskin farklar var. İkinci bölümde, ilk bölümde görmediğimiz detaylar dahil oluyor öykülere. Bu bağlamda söyleşimizi okuyacak olanlar için öykülerinizi neden iki ayrı ana başlıkta topladığınızı konuşmak isterim.

Önce öyküler İstanbulin başlığı altında toplanıyordu. Bir süre sonra İstanbul’un ekosistemindeki kimi canlıları anlattığım daha farklı parçalar yazmaya başladım. Eskizler de birikiyordu: kediler, kuşlar, hurmalar… Sonra bunlara Boğaz’dan geçip giden fokları, turistleri, mezarlıklarda yatan ölüleri veya oradan oraya dolaşan vapurları da ekledim. “Şehrin Flora ve Faunası” kısmı böylece yavaş yavaş diğerlerinden ayrıldı.

Ertuğ Uçar

Hayat hikâyenize baktığımızda, ikinci milenyumun başından beri İstanbul’da yaşadığınızı görüyoruz. Yazma yolculuğunuzun başlangıcı da hemen hemen bu zamanlara denk geliyor. İstanbul’un sizi yazmaya teşvik ettiğini söyleyebilir miyiz?

Söyleyelim. Doğru. İstanbul ilham verici, ürkütücü ama kışkırtıcı bir yer. Kalabalığın sürtünmesinden doğan bir yaratıcı güç, enerji var burada. Dolayısıyla beraber üretebileceğiniz, sizi anlayan, eleştiren, oturup kaynatabileceğiniz, bir sürü size benzer insanla dolu. Ama İstanbul üzerine yazma cesaretini toplamam vakit aldı. Önce daha iyi bildiğim bir yoldan, şehri çizerek başladım, yazmaya sonradan yavaş yavaş geçtim.

Kitapta şöyle bir cümleniz var: “Sait Faik insanları hâlâ etrafımızda. Ama onları Sait Faik gibi yazacak kimse yok.” İstanbulin boyunca etrafımızdaki o Sait Faik insanlarını yeniden ve yeniden görüyoruz. Kent yoksulları veyahut şehirli alt sınıf diyebiliriz onlara. Bu insanların öykülerinizdeki canlılığının tıpkı kitabın epigrafı gibi Abasıyanık’a bir saygı duruşu olduğunu düşünebilir miyiz?

Evet. Bir insanın dünyaya, şehire ve içindeki canlılara duyduğu sevgiyi kimse onun kadar saf ve güzel bir şekilde anlatamaz. Ben ondan çok şey öğrendim. Kitaptaki insanları, hayvanları, ağaçları özellikle seçmedim. Onlar oradalar, sokakta; onlara rast geldim ben. Sait Faik insanları da sokaktaydı. Bizden daha çok şehir mekânını kullanıyorlar, şehirle iç içeler. Kendinizi şehre açar yürürseniz görürsünüz.

Kitabın sonunda bir “Teşekkür” bölümünüz var. İstanbul’u anlama ve anlatma konusunda rehberiniz olan yazarlardan bahsediyorsunuz. Sorularıma verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederken ben de son sorumu bu minvalde sormak istiyorum. Zihin gezginlerine önereceğiniz İstanbul kitapları nelerdir?

Başa Kara Kitap’ı koyarım. Bilenlere anlatmayayım, bilmeyenler de okusun. Sonra Orhan Pamuk’un Hatıralar ve Şehir kitabı gelir. 18. ve 19. asırlarda İstanbul suriçinden uzakta, samanyolundaki yıldızlar gibi Boğaziçi’ne serpilmiş köylerdeki ve kıyı boyunca sıralanmış yalılardaki hayatı anlatan Abdülhak Şinasi Hisar’ı okumalı. Kendi tabiriyle Boğaziçi medeniyetini, bugün artık kaybolmuş bu halkı ve âdetlerini anlattığı kitapları çok güzel. O zaman bugünkü Boğaziçi’ni daha farklı yorumluyor insan. Tabii ki Tanpınar’ı, Sait Faik’i okumalı. İstanbul’un iyi resmedildiği bir sürü kitap var. Eminim birçoğunu da bilmiyorumdur. İlk aklıma gelenler: Üç İstanbul (Mithat Cemal Kuntay), Bir Beyoğlu Düşü, (Demir Özlü), Bıçağın Ucu (Attilâ İlhan), Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi (Murat Gülsoy). Son olarak İstanbul Ansiklopedisi geliyor. Yaratıcısı Reşad Ekrem Koçu, Sermet Muhtar Arus ve diğer tüm yazarları çizerleriyle İstanbul üzerine kurulmuş ve gerçekleştirilmiş en büyük ütopya. Fırsat buldukça, hangi madde olursa olsun, bulup okumalı.

 

 

* Yazıda kullanılan bütün eskizler Ertuğ Uçar'a aittir ve İstanbulin'den alınmıştır.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Ertuğ Uçar
  • İstanbul
  • İstanbulin

Önceki Yazı

HER ŞEY

Min Nevâdiri’l-Kütüb – 34:

Yazı + Resim = ?

“Sanatçının adı Abdülkādir Hisârî. Kitabın adı yok, ama içindeki yazı-resimlerin konuları gerçekten ihâtalı: Hepsi de harflerle oluşturulmuş resimlerden meydana gelen bir İslâm ansiklopedisi neredeyse.”

İRVİN CEMİL SCHİCK

Sonraki Yazı

TADIMLIK

“Doğru olan korumaktır,

restore etmek değil...”

Georg Dehio ile Aloïs Riegl tarafından kaleme alınan Restore Etmeyelim, Koruyalım! adlı kitap gelecek hafta Hüseyin Tüzün çevirisiyle Arketon Yayınları tarafından basılıyor. Aykut Köksal'ın kitaba yazdığı önsözü Tadımlık olarak sunuyoruz.

AYKUT KÖKSAL
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist