Ermeni Edebiyatından Portreler
“Oruçoğlu, sanatçıların portresini oluştururken onların yaşam deneyimlerini, edebi eğilimlerini, iç(sel) çatışmalarını, bireysel ya da örgütlü mücadelelerini sorular sorarak, ilişkilerin dinamiklerini ve bağlantı noktalarını kurcalayarak irdeler.”

Ermeni alfabesinin mucidi Mesrop Maştots'un heykeli. Alfabe parkı, Erivan.
Çalışma masamın üstünde birkaç gün önce okuyup bitirdiğim, Sancı Yayınları tarafından basılan ve Eylül 2024’te yayımlanan, Muzaffer Oruçoğlu’na ait Ermeni Edebiyatından Portreler kitabı duruyor. Kitabın bilinç dünyamda yarattığı çağrışımların etkisiyle zamanın zamansızlığı üzerine düşünürken, nedense William Saroyan’ın Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam ve Diğer Öyküler eserindeki “Soğuk Bir Gün” hikâyesindeki o buz gibi odanın atmosferi canlandı zihnimde. Niyeti kitaplarının yarım düzinesini yakıp ısınmak ve sonra da yazmaya devam etmek olan Saroyan’ın imkânlarıyla benimkiler arasında zamanın –yaklaşık bir asır– ve koşulların derinleştirdiği akıl almaz bir uçurum var.
Saroyan dilini bilmediği, okuduklarından tek kelime bile anlamadığı, bin sayfadan fazla Almanca anatomi kitabını yakmak için kullanılamayacak kadar güzel bulmuş ve yakmaktan vazgeçmişti. Yaşamının sonuna dek sakladığı o anatomi kitabının ruhundan kopup gelen sözcükler, şimdi bu odada bana Oruçoğlu’nun Ermeni Edebiyatından Portreler’i hakkında yazmamı telkin ediyordu. Sesler sözün yolunda harekete geçirdi beni. Kayıtsız kalamazdım.
“İnsan tarihin içindedir. İnsan tarihseldir, ama insan bir tarihtir de ve bu tarih serbesttir, çünkü daha önce yazılmamıştır; –insanın kendisi gibi– önceden görülemez.”[1]
Portreleri yazan kalem, “Kimi yazacaktım?” sorusuna kitabın önsözünde (s. 10) şöyle yanıt verir:
“Aradığım tipler eserlerine düşünceleri, artistik dehaları ve yaşamlarıyla kişilik, kalite ve kalıcılık kazandıran, ele avuca sığmaz simalar, yaşadığı çevrenin ve dünyanın başına bela olan tipler olacaktı. Derken bu kitap çıktı ortaya.”
Ermeni Edebiyatından Portreler
Sancı Yayınları
2024
240 s.
Özetle, sanatçı sözlü ve yazılı edebiyatın imkânlarını kullanarak Ermeni edebiyatının belirleyici isimlerini –kendi edebi, düş ve düşünce dünyasına yakın gördüklerini– ele alırken, onların düşünsel ve duygusal dünyalarını, eserlerindeki tematik çeşitliliği, yazma ve anlatma edimlerini, edebi kişiliklerini ve zamanı aşarak neden ve nasıl yeniden su yüzüne çıktıklarını inceler. Ancak portreler salt bireysel anlatıları öne çıkarmaz; toplumsal ve kültürel hafızanın sürekliliğinde insanın geleceğinin cevapsız sorular, anlam arayışları ve kuşkularla örüldüğü gerçeğini okura tarihsel kesitlerle hatırlatır. Bu bağlamda bronz bir anahtar işlevi gören metin, belleği canlı tutan estetik bir çabanın ve yaratım sürecinin ürünü olmanın yanı sıra, sanatçının betimlediği yazarların yaşamları ve yapıtları üzerinden onların kendi dönemlerinin ve ‘sonra’nın sorunlarını da tartışmaya açar. Sanatçıların edebi kişiliklerinin ve anlatma isteklerinin geleneksel ya da modern siyasi temsil yöntemleri içinde ‘ortak idea’nın savunulmasında nasıl şekillendiğini neden-sonuç ilişki içinde çözümlemeye ve okura hissettirmeye çalışır.
Ermeni yazarların yaşam ve yaratım serüvenlerinin sözlü ve yazılı kaynaklarla birlikte ele alındığı eser, yazarın Avustralya Edebiyatından Portreler (Eylül 2022) ve Kürt Edebiyatından Portreler (Ekim 2023) kitaplarının ardından yayımlanan üçüncü portreler kitabıdır. İnsanın görünmez dünyasında gezinen ve o dünyanın sorunlarını, can alıcı çelişkilerini kayıt zaman altında geniş çaplı araştırmalarla, titiz ve keskin gözlemlerle tanıklığa dönüştüren bu nitelikli ve özgün edebi kaynağın anlatıcısı Oruçoğlu’dur.
Ermeni Edebiyatından Portreler dört ana başlıkta, –sözlü, yazılı, klasik dönemin üç büyük şairi ve modern Ermeni edebiyatı (on iki kalemle birlikte)– sanatsal ve tarihsel bütünlük içinde meramını okura ayan beyan anlatan, kapsamlı bir çalışma. Buradaki portre vurgusu hem yazınsal (literer) bir kavramı hem de görsel bir anlam ve anlatımı içerir. Oruçoğlu söz konusu yazarların yaşamöykülerini, hayata bakış açılarını ve edebi serüvenlerini onların eserlerini biçimlendiren siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel koşullarla birlikte vurgular. Her sanatçının yazın dünyasındaki yerini, hayal dünyasının sınırlarını ya da sınırsızlığını, iç yolculuğunu ve iç cevherini, nesne karşısındaki tutumunu, özlemlerini, eserlerinin ruhuna sinen ortak acıları ve bu acıların yarattığı yankıları kayıt zamanının tanıklığında –eklektik bir düzlemde– boyutlandırarak analiz eder.
Dil ses olmayı sever, kendini sözde daha özgür hisseder. Söz ışığa yakındır. Kapısızdır, akışkan ve tazedir sözün dili, ruhu da öyledir. Söz, ânın canlılığı ve karmaşık bağlantıları içinde ortaya çıkar. Ânı çatlatır; fazla planlamaz kendini, kendi doğallığı içinde parlar.[2]
Yazarın yaklaşımı da, anlatım inceliği de tam olarak bu perspektifte şekillenir: Sanatçıların portresini oluştururken onların yaşam deneyimlerini, edebi eğilimlerini, iç(sel) çatışmalarını, dünyayla kurdukları yakın-uzak ilişkileri, yaratıcı yeteneklerini, bireysel ya da örgütlü mücadelelerini sorular sorarak, ilişkilerin dinamiklerini ve bağlantı noktalarını kurcalayarak irdeler. Ayrıca siyasi otorite, din (kilise) ve aileyle olan anlaşmazlıklarını/uyuşmazlıklarını, baskı(n)lar, tutuklanmalar ve sürgünler üçgeninde yalnızlıkları, çaresizlikleri ve kimsesizliklerini, anlaşılmama tereddütlerini ve krizlerini biyografik bir anlatımın ötesinde kitlesel kıyımlar, korkular ve göç olgusu gibi evrensel temalar üzerinden değerlendirir. Dolayısıyla dilin rejisinde anlatımı sözcüklerle resmederek ve farklı bir sorgulama alanı açarak vücut bulan bu eser, felsefi, tarihsel ve sanatsal bir okuma pratiğiyle okurun zihninde ilginç bakış açıları ve anlam katmanları yaratarak onu büyük boşluğun büyülü dokusunda çok yönlü bir araştırma yapmaya teşvik eder ve duyarlı ruhların hüzünlü iklimleriyle tanıştırır.
Dört bölümden oluşan portreleri kendi iç ritmi, objektif ve sübjektif anlam çerçevesi ve tematik evreni içinde şekillenen beş alt başlıkta –Patriarkayı karşısına alan, dilin kıyısında edebi yaratıcılıklarıyla çoğunluğu afallatan, yerleşik anlayışla çatışan Batı Ermeni edebiyatının özgürlüğe tutkun kadın yazarları için ayrı bir alt başlık açtım– incelemeyi istedim. Bu yaklaşım metnin yapısal bütünlüğünü korurken, içeriğinin çok katmanlı okumalara imkân tanıyan farklı ve özel yönlerini de görünür kılmayı hedeflemektedir.
Sözlü edebiyat: Söze büyü üfleyen özgür ve hesapsız dil
Portrelerin ilk bölümü, binlerce yıllık geçmişiyle Ermeni edebiyatının temellerini oluşturan, yazının ortaya çıkışından sonra da gücünü büyük ölçüde koruyan sözlü edebiyat geleneğine odaklanır. Geçmişin yankılarıyla kuşaktan kuşağa aktarılan derlemeler, destanlar, efsaneler, ezgiler, hayrenler, hikâyeler, masallar, mitler, ninniler, şiirler ve tekerlemeler, her bir ânın izini süren, yaşamı afallatan ve anlatımın ruhunu şekillendiren zengin anlatı türleri olmanın ötesinde, Ermeni halkının ortak hafızasında, toplumsal ve kültürel dinamiklerin değişiminde tanık zamanla beraber kimliklerini inşasında karakteristik –olmazsa olmaz– bir rol üstlenirler. Ermenilerin duygularını, inançlarını, mücadelesini, kültürünü ve yaşam biçimini zamanın ötesine taşıyan sözlü edebiyat, yerelden evrensele uzanan gerçeküstü bir köprüdür.

Sanatçı, Ermenilerin Herodot’u olarak nitelendirilen MS 5. yüzyılda yaşamış Movses Khorenatsi’nin (Horenli Musa) Ermenistan Tarihi kitabında yer alan “Hayk ve Bel”, “Aram Efsanesi” ve “Güzel Ara ve Şamiram” adlı –tarihsel olarak Urartu döneminde ortaya çıktığı tahmin edilen– mitolojik anlatılara kısaca değinir ve dikkatini en çok çeken “Kral Ardaşes” ve Güzel Satanik” ile “Sasonlu Tavit” isimli iki destandan bahseder. Ayrıca aşkın, doğanın, yurtsuzluğun, acının ve ölümün karşısındaki çaresizliği yaratıcılıklarıyla estetize edip başkalaştıran ve hayatı dinginleştiren lir erbabı gusanların (ashuglar) özelinde, Ermeni ulusal müzik okulunun kurucusu sayılan müzikolog Gomidas Vardabet’i (Soğomon Kevork) anar ve efsunlu ezgileriyle yalnızca insan ruhunu değil, nesnelerin dünyasını da sarıp sarmalayan usta sanatçıya bir saygı duruşunda bulunur.

Sesin ve sözün kudretiyle tarihöncesine uzanan sözlü edebiyatın toplumsal hafızadaki yerini, yakın coğrafyalarla ilişkisini, ilginç ritüellerini, edebiyatın sonraki evrelerine etkisini kültürel motiflerin açığa çıkardığı renklerin çeşitliliğiyle inceler. Anlatımın akışında zaman zaman araya girerek – yüzeysel bir yorumlamaya sapmadan, kendi görüşlerine yer veren ve nesnel olanın mantığını sorunlu hale getiren Oruçoğlu, öznelliğin belirginleştiği, düşünceleriyle metne yeni bir soluk getirdiği bu anların toplamında, kitabın okunabilirliğine olumlu yönde katkı sunarken okuyucuyla kendi arasındaki bağı da güçlendirir.
Yazılı edebiyat: Ermeni alfabesinin ortaya çıkışı

İkinci bölümde Maştots’tan önce Ermenilerin yaşamını ve tarihini Asur çiviyazısıyla –Asur dilinde– kaydeden köklü bir yazılı gelenekten söz eden yazar, Ermeni edebiyatının yazılı dönemini gözler önüne seren yerleşik yaşamı ve kültürü betimler. MS 5. yüzyılda Surp (Aziz) Mesrop Maştots’un Ermeni alfabesini (Mesrop’un Alfabesi) hangi koşullar altında ortaya çıkardığını ya da nasıl bulduğunu, İncil’in bu alfabeyle Ermeniceye çevrilmesinin ardından yaşanan gelişmeleri, sözlü edebiyatın yazıya geçirilmesini ve yazılı edebiyatın gelişim evrelerini anlatır. Bu yüzyıl Ermenicenin ve epik tarihçilerin yüzyılıdır. Ermeni tarihinin babası (Patmahayr) olarak anılan Khorenatsi’nin “Ermenistan Tarihi”, yazar Yeğişe’nin destansı bir anlatımla kaleme aldığı “Vardan ve Ermeni Savaşı Hakkında” (Avarayr Muharebesi), Agathangelos’un (Akatankeğos) Ermenistan’ın Hıristiyanlaştırılmasını anlatan görkemli yapıtı “Ermenilerin Tarihi” ve Mamikonyanların anlatıcısı, tarihçi yazar Bizanslı Faustus’un (P’awstos Buzand) epik eseri “Ermenilerin Tarihi” ilk önemli eserler arasında gösterilir. Lakin 5. ve 6. yüzyıllarda yaşamış Ermeni tarihçi ve vakanüvis Gazar Parpetsi’nin Faustus’a atfedilen metinlerin niteliğine dikkat çekerek bazı şeyleri şüpheye düşürüp sorgulatması da gözden kaçırılmayacak kadar önemlidir.
Dinî metinlerden tarihyazımına, manastır edebiyatından yarı-epik ve destansı şiire kadar geniş bir yelpazede Ermeni literatürünün ilk yazılı örneklerinin (öncü metinler) ortaya çıktığı bu dönemde edebiyat büyük ölçüde Hıristiyanlığın (kilisenin) ve klasik yazı diliyle (Grabar) yazılan kutsal metinlerin etrafında şekillenir. Ancak dinî otoritenin tahakkümü ve klasik yazı dilinin sınırlayıcı kalıpları 19. yüzyılda kırılmaya başlar. Ermeni kimliğinin yazılı kültürle pekiştiği ve edebiyatın kutsal metinlerden bireysel ve kolektif anlatılara yöneldiği bu süreç sancılıdır. Halkın kendi özgür ve zengin anlatı diliyle sesini duyurma çabası 20. yüzyılın ilk çeyreğine doğru meyvelerini verir, klasik yazı dilini aşar ve özündeki gerçek güce kavuşur.
Ermeniler 1918’e kadar yani 543 yıl devletsiz kaldılar. Bu durum dil ve edebiyat için çok büyük bir darbe oldu. Ne var ki, Ermeni tarihi ve kültürü çok eski ve sağlam temellere dayanıyordu. Yıkılan duvar, dayandığı sağlam temel üzerinde, tıpkı Ani (Abnicum) Harabeleri gibi, her türlü sarsıntıya karşı varlığını inatla sürdürebiliyordu.[3]
Oruçoğlu 5. yüzyıldan itibaren Ermeni yazılı edebiyatını kronolojik bir sırayla ele alarak hayatın sunduklarına ve dönemsel kırılmalara mercek tutar. 6.-8. yüzyıllar arasında Bizans etkisiyle Antik Yunan düşüncesi ve doğa filozoflarının eserleri Ermeni edebiyatına taşınırken, 9. ve 10. yüzyıllardaki siyasi çalkantılar, işgaller ve iç çatışmalar sanatsal ve edebi üretimde ciddi bir duraklamaya/gerilemeye neden olur. 11. yüzyıl başlarından – yaklaşık 300 yıllık bağımsızlıkta, 14. yüzyıla dek Kilikya Ermeni Krallığı’nın yükselişiyle sadece edebiyat değil, aynı zamanda bilim, felsefe, hukuk, müzik ve kültür-sanat alanlarında da canlanma yaşanır ve Ermeni tarih yazımı geçmişin karanlığından sıyrılır, köklerinden aldığı güçle yeni bir başlangıcın ufkuna yelken açar. Küropoletes Fileretos ile başlayan Kilikya tarihi (siyasi düşünce tarihi de dahil), Doğu ve Batının kesişim noktasında, Arap, Bizans, Çin, Hint, İran ve Mezopotamya’da yaşanan siyasi ve sosyo-kültürel değişimlerden etkilenir ve bu etkiler Ermeni dünyasında (entelektüel çevreler, örgütlü yapılar, sanatçılar) ve toplumun ilerleme yasalarının hemen hepsinde kalıcı izler bırakır.

Moğol istilaları, Osmanlı ve Safevi etkileri nedeniyle 14. yüzyıldan sonra edebi üretim sınırlı bir çerçevede devam etse de, kilise ve manastır merkezli edebiyat kendi yatağında akmaya devam eder. 17. ve 18. yüzyıllarda Mıkhitarist Dönem’de bilimsel metinler, çeviriler, gramer çalışmaları, dinsel yazın ve tarihsel anlatılar (Avrupa’ya yerleşen ve çalışmalarını burada sürdüren başrahip Sivaslı Mıkhitar Sebastatsi’nin [1676-1749] yabancı dildeki edebiyat eserlerinin Ermeniceye çevrilmesi için başlattığı seferberlik) ön planda olur. Ermeni edebiyatı 19. ile 20. yüzyıllarda ise modernleşmenin etkisi ve sosyal yaşamdaki dönüşümlerle paralel bir şekilde –farklı akımların öne çıktığı bir kaos ortamında– savaşlar, Ekim Devrimi, ulusal kimlik sorunu, diaspora meselesi, tehcir, kolektif çöküş gibi yakıcı gerçeklerin ağırlığı altında bireysel anlatılar, toplumsal yaralar/savruluşlar ve çağdaş düşüncelerle yeniden şekillenir. Yazar bu dönemleri yer yer estetik bir bakış açısıyla değerlendirse de, metnin sarsıcı içeriğine rağmen mesafeli yaklaşımıyla sade, duru fakat yoğun bir anlatımı tercih eder.
Klasik dönemin üç büyük şairi

Üç büyük şair, Surp Krikor Naregatsi (Naregli Krikor ya da Grégoire de Nareg), Nahapet Kuchak (Nahabed Kouchag) ve Sayat Nova (Harutyun Sayatyan) yalnızca kendi yaşadıkları dönemlerin değil, Ermeni edebiyatıyla düşünce tarihinin de en etkileyici figürleri arasında yer alırlar. Naregatsi’nin “Harfleri vücudum, mesajıysa ruhum gibidir” dediği Ağıtlar Kitabı (“Dua Kitabı”) ile birlikte çok yönlü ve yaratıcılıkta sınır tanımayan özgür ruhunu, Kuchak’ın tılsımlı aşk şiirlerini, dil ve duygu inceliğindeki esrarını ve Nova’nın çok dilli, müzikle şiiri iç içe geçiren sezgisel gücünü ve gezgin ruhunu tarihsel gelişmelerin ve toplumsal etkenlerin belirleyiciliğinde irdeleyen yazar, üç ozanın ayrı ayrı edebi miraslarına, sonraki kuşakları nasıl etkilediklerine ve Ermeni edebiyatının gelişmesinde oynadıkları rollere odaklanır.
“Ve ruhum cevap verdi: Bilgeliğin nerede, dua et? / Bir ev çökerken sahibi neden kalsın ki? (Sayat Nova)”

Yazar klasik dönemin üç büyücüsünü sözün anlamı çağırdığı, ezgilerin renklerle iç içe geçtiği, dilin kendi kıyısında özgür ve çıplak dolaştığı bir şiir galerisine açılan “gümüş kapılar” olarak yorumlar. Dönemsel farklılıklarına rağmen şairlerin (parça-bütün ilişkisi içinde) ince ve çok katmanlı felsefelerini, kendi çağlarının dil ve duygu dünyalarını, ışık zerreciklerinde gizlenen hakikati açığa çıkarma çabalarını, ruhani ve cismani âleme karşı duruşlarını ve eserlerine sinen yalın ve karmaşık manzaraların iklimini detaylandırarak inceler.

Naregatsi’nin mistik ve içsel derinliği, Kuchak’ın berrak ve zarif halk lirizmi ve Nova’nın çok yönlü estetik müzikalitesi Ermeni literatüründe birbirini besleyen ve dönüştüren üç ayrı ana damardır. Oruçoğlu bir bakıma dua, ağıt ve ilahi ezgilerle yoğrulmuş, aşkı, doğayı ve yaşamı merkeze alan dizelerin de izini sürer; her bilge şairi kendi edebi ve sanatsal ufuk çizgisinde yaratma arzusu, şaşırtıcı yanları ve berceste davranışlarıyla –ortak noktalarını da dikkate alarak– anlamaya ve anlatmaya çalışır.
Modern Ermeni edebiyatı: Portrelerin çizgi ve renk felsefesi
Sanatçı son bölümde kalemin ışıltısı ve kalitesi, yazarın yeni olana yöneliş arzusu, düşünce ve aksiyon gücü, yaratma aşkı ve yaşam tarzı gibi ölçütlerin ayırt ediciliğiyle modern Ermeni edebiyatının (tek başlık altında) altın renkli bulutlarında yağmur sonrası gökkuşağına gülümseyen on iki ismin – Doğu Ermeni edebiyatından Haçatur Abovyan, Mikayel Nalbandyan, Raffi (Hagop Melik Hagopyan), Hovhannes Tumanyan, Vahan Teryan, Yeğişe Çarents (Abgari Soğomonyan); Batı Ermeni edebiyatından ise Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap, Sibil (Zabel Hancıyan Asadur), Hayganuş Mark (Markar), Mari Beyleryan ve Zabel Yesayan’ın portrelerini çizer.

Modern Ermeni edebiyatı, beslendiği kaynaklardan güç alarak –özellikle 18. yüzyılda Mıkhitar Appahayr’ın dil araştırmaları ve bizzat kendisinin yazdığı Ermeni lügat yazımında bir ilk örnek kabul edilen Haygazyan Sözlüğü, Mıkhitaristler Birliği’nin Venedik ve Viyana’daki kütüphanelerinde Ermeniceye çevrilen dünya çapındaki yayınlar ve modern metodolojik yöntemler vd.– hem egemenlerin baskısını hem de yerleşik anlatı kalıplarını kırdı. Kesilen dilin, sözün ve anlam ateşinin peşine düşen, bireysel ve toplumsal deneyimlerin yakıcı gerçeklerle çarpışmasında ve düşünceyle pratiğin ivme kazanmasında rol oynayan edebiyat, ticari ve kültürel ilişkiler ağını ustalıkla kullandı, örgütlendi, geniş kitlelere yayıldı ve dil tartışmalarını da beraberinde getirdi. Mamafih modern Ermeni edebiyatı sosyo-politik olayların gölgesinde yalnızca insanın varoluşunu, ulusal kimliğin inşasını ve mücadele biçimlerini değil, tarih ve edebiyatın toplumla iç içe geçmiş derin bağlarını açığa çıkaran sancılı ve doğurgan bir üretim sürecinde derin bir anlatı mirasıyla çokkültürlü ve hareketli –Londra, Paris, Berlin, Viyana, Venedik, İstanbul, İzmir, Van, Erzurum, Şuşa, Erivan, Tiflis ve Moskova– merkezlerde evrensel trajedilerin yarattığı toplumsal travmaları psikolojik çözümlemeler ve kopuşlarla sorgulamaya açtı.
“Yazarın gücü, yazdığı eseri büyük bir inatla kendine benzetmeye çalışan ve bana ayna tut diye bağıran gerçeğin gücüne karşı direnme sürecinde ortaya çıkar.” (a.g.e., 4. bölüm, s. 105.)

Başyapıtı Verk’ Hayastani (“Ermenistan’ın Yaraları”) ile modern Ermeni edebiyatının kurucusu (ilk kuğu çığlığı), arayış tutkunu, dil dehası Haçatur Abovyan; Ermeni entelektüel hareketinin en önemli temsilcilerinden, kendi ateşiyle kendini yeniden yaratan, seyahatleriyle düşünce ve aksiyon dünyasını renklendiren materyalist ve aktivist şair Mikayel Nalbandyan; zamanın kayıp bilincini romanlarıyla tutuşturan, tarihsel gerçekliği kurgusal gerçeklikle maharetle harmanlayan ve halkın geçmişle eleştirel bağ kurmasını sağlayan enteresan tiplerin yaratıcısı Raffi; doğanın dilini kalbinin atışlarıyla eserlerine taşıyan, masal diyarlarında gezinen, dağınık durumdaki Ermeni sanatçıları Vernatun (Çatı Katı) adıyla kurduğu kolektifte bir araya getiren, şiirsel dili ve eserleriyle diğer sanat disiplinlerini etkileyen, Güney Kafkasya’nın en önemli barış elçisi Hovhannes Tumanyan; kayıp ve yarı-melankolik ruhuyla hayal gücünü yıkıcı düşüncelerinde birleştiren “Sonbaharın Şarkıcısı”, geleceğin özgür ülkesi Nairi düşünü devrimle öpüştüren, Alacakaranlık Düşleri yapıtıyla Ermeni şiirine yepyeni bir soluk getiren, sembolist şiirin öncüsü, tiyatro tutkunu, çağının en özgün ve yaratıcı lirik şairi Vahan Teryan; ve doğanın görkemini, insanın iç çelişkilerini, fırtınalı yaşamının duygu yükünü müzikalitesi güçlü şiirlerle ören, fütürist ve deneysel anlatılarıyla edebiyatta yeni anlatım biçimlerine yönelen, eserlerindeki devrimci ateşle karanlığı aydınlatan, tehciri –gizleneni– diyalektik yöntemle gün ışığına çıkaran Yeğişe Çarents, modern Ermeni edebiyatının uzamsal boyutunu hafıza ile nisyan karşıtlığında inşa eden, derinliğe ulaşıncaya kadar kazmaktan/yazmaktan vazgeçmeyen özgün ve nitelikli kalemlerdir.

Tumanyan
1815’te Ermeni Lazarev ailesi tarafından Moskova’da kurulan çok dilli Lazarev Enstitüsü ve 1824’te Tiflis’te inşa edilen Nersesyan Okulu, Doğu Ermenistan yazarlarının yetiştiği iki önemli ana-ekoldür. Ermenicenin derin kuyularından su çeken yazarlar birden çok dil –Almanca, Arapça, Azerice, Farsça, Fransızca, Gürcüce, İngilizce, Kürtçe, Osmanlıca, Rumca, Rusça ve Türkçe– bilmenin avantajıyla Baudelaire, Byron, Dostoyevski, Goethe, Gorki, Herzen, Hugo, Kavafis, Krylov, Lermontov, Mayakovski, Poe, Puşkin, Schiller, Tolstoy, Verlaine ve Zola gibi usta yazarların eserlerini çevirmekle yetinmemiş, çeviri alanında çığır açarak Doğu ve Batı arasında edebiyatlar arası etkileşimle çok sesli bir köprü inşa etmişlerdir. Dilin ifade gücünü genişleten bu yoğun faaliyetlerle sadece yaşadıkları yerlerde değil, seyahat ettikleri ülkelerdeki süreli yayınlarda kaleme aldıkları çeşitli yazılarla da düşünsel bir hareketlilik yaratmış ve entelektüel üretimlerini uluslararası bir düzleme taşımışlardır.

Batı Ermeni edebiyatı: Otoriteyi sarsan kadınlar
Hayatta kalanların tanıklığında hiçbir zaman olayın kendisinden söz edilmez. Gerçekten de, tanıklık etmenin imkânsızlığına nasıl tanıklık edilir? İşte bu nedenle, sadece tanıklığın ötesindeki bir dilsel edim, tanıklık etmenin imkânsızlığına tanıklık edebilir. Bunun dilin sınırında konumlanan bir dinsel edim olması gerekir; ‘felaket’ ile yüz yüze geldiğinde bu sınırı kendinde deneyimleyen bir edim olmalıdır. Tanıklığın ötesinde yer alan bu dilsel edim, dili kendi sınırlarına taşıyan bu edim, edebiyattır.[4]
Oruçoğlu, ulus-olma, “güdümlü anılar”, verili bilgiler ve sosyal yaşantıda tebaa durumu vd. tartışmaları dışarıda bırakmadan portresini çizdiği yazarları, sosyalizasyon ve toplumsal tarihi birbirine bağlayan dinamik bir bileşen olarak –birliktelik ve karşıtlıkla– çözümler. Zamanın gücü burada edebiyatın tanıklığıyla pekişir, çünkü dilsel edim kayıt zamanla tarihin “resmî dili”ndeki mutlaklığı sarsar ve onu çözülmeye uğratır.
1862’de çıkardığı ilk Ermeni kadın dergisi Gitar ile erkek egemen anlayışa meydan okuyan, “Hakkını Kullanmak Küstahlık Değildir” başlıklı makalesiyle kendisini hedef gösteren Osmanlı Ermeni toplumunun geri unsurlarına korkusuzca yanıt veren, “Bizim fikirlerimiz çiçek açmalı” sözleriyle kadınları özgürlüğe davet eden, kendisinden sonraki kadınlara cesaret ve ilham kaynağı olan Elbis Gesaratsyan; ilk Ermeni kadın yazar olarak kabul edilen, Mayda, Siranuş ve Araksiya romanları, makale ve denemeleriyle kadına “Sen öznesin!” diye haykıran, ahlakçı erkek yazarların dışında, ruhban sınıfını ve muhafazakâr aile yapısını da karşısına alarak kadının ekonomik ve sosyal bağımsızlığını kadın kimliğiyle kırıp özgürleşmesine yol açacak eğitimi önceleyen feminist Sırpuhi Düsap; şiir, roman ve öykülerindeki yarı-epik tarzıyla aşkı, acıyı ve yurt sevgisini geleceğin ufuk noktasında zamanın tozlarıyla buluşturan, eğitim faaliyetleri, edebi çalışmaları ve son derece hareketli yaşamıyla esaslı bir kadın hakları savunucusu olan Sibil; iç dünyası şiir inceliğiyle biçimlenmiş, 1919’da yayın hayatına başlayan Hay Gin (“Ermeni Kadını”) dergisiyle kadınların tam hak eşitliğini talep eden ve tehcir edilen halkın yaralarını sarmaya çalışan Hayganuş Mark; devrimci ruhu, zamanı afallatıp krize sokan kısacık ömrü, ezilen kadının özgül durumunu ve çelişkilerini yaşadığı çağın karakteristik özellikleriyle kavrayan, siyasi ve edebi makalelerinde genç Ermeni kadınların yaşamını öngörü, eleştirel bilinç ve sezgisel güçle anlatan Mari Beyleryan; ve eserlerinde toplumsal sorunları duru ve anlaşılır bir dille anlatmayı önceleyen, gözlem gücünün ve anlatma yeteneğinin romantik, sembolist ve realist renklerle örülü gökkuşağından kadınlara seslenen, sosyalist gerçekçi bir çizgide savaşın, sürgünün ve kıyımın merkezinde edebiyatı “tanıklık alanı” haline getiren, duygu dünyasını acılara ve felaketlere açan, itiraz eden, otoriteyle çatışan, kadın sorununda feminizmi de aşan çizgisiyle Zabel Yesayan, edebiyatın kıyısında kolektif hafızanın, kimlik inşasının, hak arayışının ve rastlantısal sürekliliğin aktarıcısı olarak öznenin trajedisini, tarihin aynasına yansıyan çıplak gerçeklerle dile getiren, yaşadıkları çağın zincirlerini kıran kadın yazarlardır.
Geçmişi unutmak, yaldızlı bir yalan doğarken beraberimizde getirdiğimizi, hafızamızın hücrelerinde yok etmek! İmkânsız, imkânsız bir şeydir bu. İnsanlar tabiatın sırrına vakıf olunamayan bilge meşrebine karşı hiçbir zaman barikat kurmayı başaramamışlardır. Dünyanın tüm zorbaları birleşse de insan iradesinin tartışılmaz ve zapt edilemeyen gücü karşısında kudretsiz kalır.[5]

“İstanbul Ermenicesi” ile yerleşik yaşama bela olan altı kadın yazarın en ilginç –ve beni en çok ilgilendiren– ortak noktası, bu efsunlu kentin koynunda gözlerini dünyaya açmış olmalarıdır. Sosyal yaşamın ötesinde hepsi de İstanbul’un tarihî dokusunu ve siluetini, tılsımlı ve çarpıcı yanlarını, sermaye sınıfının yüzeysel bakışının aksine çok iyi bilen, zamana direnen, tanıklık eden ve onunla oynayan mekânların-sokakların soluk alışverişlerini kalplerinde hisseden, onu anlayan ve duyumsayan yazarlardır. Geleceğin karanlık gölgelerini, yaşanacak acıları ve yıkımları sezen/öngören bu kalemler İstanbul’dan koparılsalar da, bu otantik şehrin dilini ve sesini her zaman ruhlarında ve bilinçlerinde taşıdılar.

Oruçoğlu tıpkı Andrea Mantegna’nın Gelin Odası’nda (Mantua, San Giorgio Kalesi) yaptığı gibi, kitabın satır aralarına –yazıya yerleşmeden– fikirlerini serpiştirir ve kendi otoportresini görünür kılar. Portrelerde sözlü gelenekten modern edebiyata uzanan geniş bir yelpazede kalemini dilin kıyısında “benzer ve makul olan”a değil, “tehlikeli ve yasak olan”a yöneltir. Bu açık ve net tavırla ahlakın ve baskının ortak güdümünde, iyi ile kötü ya da güzel ile çirkin arasında kullanışlı bir turnike görevi gören “beğeni” de ideolojik dayanağında silinip gider. Bu yönüyle eser Ermeni edebiyatını biyografik bir anlatımın ötesine taşır; insanlık tarihinin yaklaşık üç bin yıllık birikim geçmişinde hatırlamanın ve anlamlandırmanın, zamanın ve mekânın canlı tanıklığıyla yazarları ve onların yapıtlarını yaşadıkları dönemin ruhuyla birlikte – Ermeni kültürünün edebi ve sanatsal mirasını, sosyo-ekonomik ve politik bağlamlarını göz ardı etmeden, irdeleyip değerlendirir. Portreler manzaranın, içselliğin, renklerin, seslerin, itiraf ve itirazın, doğumun, çocukluğun, büyümenin ya da yaş almanın, derinliğin ve sığlığın mutlak otorite karşısındaki önkabullerin ve önyargıların ideolojik doğasını sorgulayabiliyor mu? Evet, sorguluyor.
Doğum sancısındaydı yer ve gök / Doğum sancısındaydı kıpkızıl deniz / Ve deniz gibi sancılıydı kırmızı kamış / Kamışın içinden duman tütüyordu / Kamışın içinden alev çıkıyordu / Ve alevlerin arasından bir çocuk çıkıp koşuyordu / Saçları ateşten, sakalı alevdendi / Ve birer güneşti gözleri. (Movses Khorenatsi, “Güneş Tanrısı Vahagn’ın Doğuşu”)
Ermeni Edebiyatından Portreler’de kendisinden haber alınamayan, hapsedilen, sürgünde öl(dürül)en, belki de kurşuna dizilen, bir kilisenin arka bahçesinde unutulan, mezar yeri kaybolan, mezarı olmayan, İstanbul’a öldükten sonra kavuşan yazarlarla tanışır ve tarihin/edebiyatın buğulanan aynalarında yüzleşir okur çıplak gerçekle. Çokkültürlü bir coğrafyada –tarihsel derinliği ve uzamsal boyutuyla– kendi kökleri üstünde yeşeren, halkının ruhunu, hayatta kalma güdüsünü, dünya görüşünü, dayanışma pratiklerini, hatalarını, acılarını ve sevinçlerini, hayallerini ve korkularını varlık şartıyla birlikte “mavi portakal”ın çelişkisinde insanlığa bir kez daha hatırlatan Ermeni edebiyatı, ağır bir umudun hüznü içinde yaşamını inatla sürdürüyor.
NOTLAR
[1] Henri-Irénée Marrou, “Tristesse de l’historien” [“Tarihçinin Üzüntüsü”], Esprit, 1 Nisan 1939; Vingtième siècle, Ocak 1995 sayısı
[2] Muzaffer Oruçoğlu, Ermeni Edebiyatından Portreler, 1. bölüm, Sancı Yayınları, İstanbul, 2024, s. 13
[3] Muzaffer Oruçoğlu, Ermeni Edebiyatından Portreler, 2. bölüm, Sancı Yayınları, İstanbul, 2024, s. 35.
[4] Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, 2018, s. 33-34.
[5] Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Aras Yayınları, çev. Kayuş Çalıkman Gavrilof, İstanbul, 2024, 6. baskı, s. 170.