Erinç Seymen’in pankartı
“Sergiyle aynı adı taşıyan iş, Kipuka bir sığınma, bir şefkat manzarası. Bir yanardağın yakınında, bir hamakta uyuyan bir çocuğun o masumane görüntüsü, dramatik bir kontrast üzerinden iki şeyi aynı düşündürüyor: Şiddet ve şefkat, tehdit ve gözetme, kaos ve huzur.”
Son zamanlarda bir metafor ve bir realite olarak “pankart” üzerine çok düşünmeye başladım. Mevzu şu: Sanatçılar, edebiyatçılar, filmciler vesaire yaptıkları şeylerle nasıl bir “pankart” açıyor, bizi nereye çağırıyorlar? Pankartın hem anakronik addedildiği (eylem, slogan ve diğer şeyler gibi “pankart” da geride kalmıştır, çağdışıdır güya) hem de ne hikmetse pankarttan korkulan (bir deneyin herhangi bir vesileyle pankart açmayı; panik ve telaşı göreceksiniz) bir çağda, bu garip dönemde pankartın ne işe yaradığını düşünmek, aslında bu “siyasetsiz” dönemde siyasi angajmanın ne işe yaradığını da düşünmek anlamına geliyor.
Bu soruları “pankart” metaforu etrafında birleştirerek bugüne kadar çeşitli yazar ve sanatçılar (Oğuz Atay, Latife Tekin, Rafet Arslan ve diğerleri) üzerine “pankart” odaklı yazılar yazdım. Temel soru şuydu: Bütün bu edebiyatçı, sanatçı ve filmciler (kafamıza ve zihnimize, bakma ve algılama biçimlerimize talip olanlar) bizi nasıl bir pankarta dahil ediyorlar? Bu bir miting olsaydı hangi pankartı taşırlardı?
Erinç Seymen pankarta yakın duran, dünyaya dair derdini bir pankart gibi taşıyan çağdaş sanatçılardan biri, bu kesin. Seymen’i bir “pankart” taşırken hayal edebiliyorum şahsen, kendine özgü bir pankart.
Seymen’in işlerini pankart üzerinden düşünmemi sağlayan şeylerden biri, her sergisine hassas düşünülmüş bir düşünsel çerçeve ya da ince bir düşünce işçiliğinin eşlik etmesidir sanırım. Yani dünyaya bakışı, dünyayı yorumlayışı, belki de “dünya teorisi” çok belirgin bir sanatçıdır ve bu yüzden de bir “pankart” taşıdığı söylenebilir. Ama pek de klasik bir pankart değil; girift, karmaşık bir pankart. Bu pankartı netleştiren şeylerden biri eleştirel teoriyle temasının kuvvetli olmasıdır. Foucault, Butler ya da Agamben gibi teorisyenlerin izlerini çok rahat görebilirsiniz işlerinde: İktidar, otorite, militarizm, kapitalizm, kimlik ve özgürleşme gibi “majör” mevzuları, ince (minör) bir düşünce işçiliğiyle işlerinde ele alır. Yıllardır her sergisini bir özel ilgiyle takip edişim, işleri üzerine yazmayı bir “düşünce egzersizi” gibi beklemem de bundandır. Bir “food for thought” sunar işleri; bu yazının yazıldığı gibi baygın bir yaz gününde, insanda bir düşünce silsilesini harekete geçirebilecek bir “food for thought”.
Seymen’in teorik okumalar ve estetik bakışlarla kurduğu bir alandan, bir “bölge”den bahsetmek mümkün. En son böyle bir alanı “Homo Fragilis” adlı sergisinde kurmuştu. “Kırılgan insan” ve karşılaştığı şiddetler, gündelikten ontolojik olana kadar şiddet biçimleri üzerine bir tefekkür gibiydi o sergi. O sergide de bir “bakış” vardı: Dünyaya bir bakış. Belki de bu yüzden sergiyle ilgili yazdığım yazıya “Homo Fragilis’in Bakışı” adını vermiş ve Seymen’in bakışının normativiteyi eleştirmekle anomaliye şefkati birleştirdiğini söylemiştim. Yani şiddet mekanizmalarını (ideolojiler ve şiddetler) eleştirmekle, bu şiddetlere uğrayanlara bir şefkatli bir bakışla yaklaşmak, anomaliye alan açmak arası gidip gelen bir his ve düşünce dünyası.
Seymen’in son sergisi “Kipuka” da his ve düşünce olarak benzer bir hatta ilerliyor. Felaket sahneleri, felaket ihtimalleri ve felakete uğrayanları koruma, hatta sarıp sarmalama isteği. Adı da bu ikili işleme uygun: Kipuka ‘felaket adası’ olarak çevrilebilecek bir ifade. Şöyle: “Sergi başlığını Hawaii dilinde kaos ve felaketin ortasında hayatta kalan ve korunan, magma akıntılarının arasında oluşan kara parçalarına verilen isimden alıyor.” Yani Kipuka tam anlamıyla bir güvenli bölge değil; lavlarla çevrelenmiş, “hasbelkader” ayakta duran, felaketle tam anlamıyla “temas halinde” olan bir bölge.
Kipuka’da yaşayanlar bu açıdan bir felaket hafızası ve geçmişi üzerinde yaşamaktadırlar. Bunu Türkiye’de, bu siyasi felaketler ülkesinde ya da dünyanın “felakete uğrayan” herhangi bir bölgesinde yaşananlara dair bir metafor olarak düşünmek mümkün. Türkiye kipuka’larla doludur, Afrika bir kipuka’lar diyarıdır, Filistin’in kendisi bir kipuka’dır gibi gibi. Kipuka’da savunmasız uyuyanlardır dünyanın madunları bir bakıma.
Sergiyle aynı adı taşıyan iş, Kipuka böyle bir manzara sunuyor; bir sığınma, bir şefkat manzarası. Bir yanardağın yakınında, bir hamakta uyuyan bir çocuğun o masumane görüntüsü, dramatik bir kontrast üzerinden iki şeyi aynı düşündürüyor: Şiddet ve şefkat, tehdit ve gözetme, kaos ve huzur. Seymen’in “precarious” yani sallantıda ya da kırılgan olan durumlara, kişilere ve hallere olan Butler’vari merakı (bkz. Kırılgan Hayatlar) burada da karşılığını buluyor.
Erinç Seymen’in ince işçilikle işlediği “eski” resimlerini andıran Tantalus’un Koltuğu da bir felaket manzarası bir felakete mahkûm olma manzarası. Ama metaforik olarak. Tanrılar ve Felaketler adlı iş ise, adı üstünde, o yüce tanrıların, o iyilik metaforlarının “alt” sınıflar üzerindeki tahakkümüne dair bir iş. Jugendglück (“Gençlik Neşesi”) adlı müntehir işiyse, bir son zamanlarda artan “genç intiharları” üzerine yapılmış, hem pop bir estetiğe hem de çok daha rahatsız edici bir etkiye sahip bir iş.
Mevzular ve estetik gereği, bunun “karanlık” bir sergi olduğu kesin ama karanlıkta durmayan, bir ışığa işaret eden bir sergi. Ya da ışığa ancak karanlık bir koridorun sonunda (gecenin sonuna yolculuk, gibi) ulaşılabileceğini bilen ve hissettiren bir sergi.
Seymen de Can Memiş ile Sanatatak’taki röportajında Kipuka’nın hem karanlık hem de umut verici olduğunu söylüyor. Sergideki bence en güçlü işlerden biri olan Plan C üzerine konuşurken şöyle diyor:
“Karanlık bir sergi yaptım ama ayrılırken son göreceğimiz yapıtın yine de umut notası taşıyan bir yapıt olmasını istedim. Her zaman fazladan bir plan yapabileceğimizi anımsatmak istedim. Gökkuşağı bayrağının renklerini figürün sırtına yerleştirdim.”
Seymen’in siyaset, umut ve “mücadele” gibi kavramları unutturmaya çalışan bu “sinik” çağda açıkça bir mücadeleden bahsetmesi, bir siyasi umut ışığını orada bir yerde tutması, herhalde açtığı pankartın en önemli unsurudur. Bir Plan C hissi, bir “başka bir plan daha var” hissi, bir çıkış hissi, son derece politik bir histir.
Seymen bunu Oğulcan Yiğit Özdemir’le Evrensel’deki röportajında şöyle dile getirmiş:
“Sanat devrimleri ateşleyecek güce sahip olmayabilir ama bir şüpheciliği ayağa kaldırmak ve hayal gücümüzü diri tutmak için bize egzersiz yapma fırsatı sunar.”
Şüphecilik ve hayal gücü hiç de fena pankart ifadeleri değil.