En alttakiler, ara dilliler, en Berlinliler
“Hafıza, kendini sürekli yeniden yazan kurmacadır” diyen, kimim, kim olmak istiyorum, kim olabilirim diye sora sora İstanbul-Berlin-Göteborg, geçmiş, bugün, gelecek tünelinde gezinen –Nazlı Koca’nın ilk romanı The Applicant’ın kahramanı– master öğrencisi putzi Leyla’nın peşine düşmeye kesinlikle değer.”
Nazlı Koca.
Görünür olmak için birbirini itip kakan, boyutu, dili, türü birbirine karışmış, kendi kendinin hükümdarı olmuş kütüphaneme bakarken bir anda göz göze geldik The Applicant ile; bu dosya için hafızamı yokluyordum.
“Genlerimden korkuyorum: babamdan alkolizm, annemden depresyon, amcamdan paranoya, diğer amcamdan demans. Ama normal olmaktan daha çok korkuyorum” diyordu Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan, Türkiye doğumlu yazar Nazlı Koca’nın ilk kitabı The Applicant’ın kahramanı Leyla. (s. 40)
Okurken hissettiğim duygusal yoğunluk; aile, sınıf, devlet otoritesi, yaratıcılık, yabancılık, göçmenlik gibi beni daima cezbeden konuların ele alınması; yazarın doğuya, batıya, kimseye iltimas geçmeyip ülkeleri, içinde bulunduğu akademik dünya dahil sistemleri zehir zemberek eleştirmesi; amansızlığı, cesareti, çabasız (görünen) şiirsel diliyle bu bir nevi (geç) “coming of age” romanı, son zamanlarda en çok aklımda kalan kitaplardan biri oldu.
Romanın izlerini internette sürerken, otobiyografik olduğunu ilan etmeyen bir romanın otobiyografik olması edebiyat etiğine aykırı bir olgu mudur, diye kafa yorarken buldum kendimi. Sebebi, www.hobartpulp.com isimli edebiyat dergisinde şöyle bir mevzuya denk gelmem: Kitabı inceleyen yazar John Gu diyor ki, kitabın künyesindeki “Bu kitap kurmacadır. Kurmaca karakterlerle ölü ya da diri gerçek kişiler arasında benzerlik varsa, bu, tamamen tesadüftür” cümlesi, ancak Leyla’nın kurmaca vizesi kadar kurmacadır (Leyla’nın Berlin’de kalmasını sağlayan Fiktionsbescheinigugun’un “kurmaca belge” gibi bir anlama geldiği belirtiliyor). Çünkü Gu’nun dediğine göre, bu kitabın kimi bölümleri 2018’de bir edebiyat dergisinde yayınlanmış ve söz konusu bölümler de kelimelerle azıcık oynanmış halleriyle romana girmiş. Peki… O halde bu, çok istersek yazarı kendi hayatından intihal yapmakla suçlayabileceğimiz anlamına mı geliyor?
Nazlı Koca zaten arka kapak içindeki kısacık biyografisinde bize gözünü kurnazca kırpmış. Biyografiye göre Türkiye doğumlu yazar ve şairimiz Amerika’da yaşıyor. University of Notre Dame’da, Yaratıcı Yazarlık alanında yüksek lisans yapmış. Yazıları Threepenny Review, Bookforum, Second Factory, Chicago Review of Books gibi mecralarda yayınlanırken temizlikçi, bulaşıkçı ve kitapçı olarak çalışmış. The Applicant ilk romanıymış.
O halde romanın konusuna gelmenin artık sırası: 26 yaşındaki Leyla, Berlin’de yaşıyor, yıllardan 2017. Master tezini verememiş, öğrenci vizesi bitmiş, tez hocasının kararına karşı çıkarak üniversiteye dava açmış, dava sürdüğünden kentte şimdilik geçici bir vizeyle kalıyor. Tam zamanlı çalışma izni yok. Kafkaesk bir bürokrasi içinde debelenirken yaşamını idame ettirebilmek için bir hostelde temizlikçi (putzi) olarak işe giriyor ve kanepenin altında bulduğu turuncu defterde günlük tutmaya başlıyor.
Yazar olmak isteyen Leyla çoğu genç gibi biraz kararsız, şiddet dolu bir evde büyümüş çoğu insan gibi depresyona yatkın ve kimi günümüz Türkiyelisi gibi, nereyi yurt edinsin, bilemez durumda. Türkiye’de yaşayan annesi ve ablasıyla sağlıklı olmayan ama mutlak ki sevgi barındıran ilişkisini, yarı-gastarbeiter kimliğiyle sex, drugs and rock ‘n’ roll kıvamındaki bohem hayatı arasındaki gelgitlerini, bazılarıyla tek ortak yönlerinin “uyuşturucu, içki ve Berlin ile İstanbul’a duydukları aşk-nefret” olan arkadaşlarıyla nasıl da birbirine tutunduklarını, kendisinin “anti-tezi” olan İsveçli bir adamla tanışıp ona neredeyse âşık olmasını okurken derinlerde nasıl bocaladığına şahit oluyoruz. Leyla bir dilemmalar kraliçesi. Ailesine düşkün ama özgür olmak istiyor. Babasının hayaletinin hâlâ karabasan gibi üstüne çöktüğü bir geçmişle yazarlıkla donattığı gelecek hayalleri arasında sıkışmış. Kâh sanatçı olarak kendini gerçekleştirmek için bir adım atıyor, kâh nihilizmin dinginlik vaat eden kucağına sığınıyor. Beden mülkiyetini ilan etmeye çalışırken ruhunu incitiyor. Yerleşik hayata özenecek gibi olunca pılını pırtısını toplayıp tekrar göçüyor. “Berlin’de olmanın artık onu kendisinden koruyamadığı” Leyla, belki de, aslında her genç insan gibi hayatın azametinden mağdur:
Bir gün kendimi özgür hissedecek miyim? Daima bir şeylerden korkuyorum. Geçmişimden, geleceğimden, hükümetimden, annemi kaybetmekten, ablamı kaybetmekten, annem ve ablamın yanına taşınmak zorunda kalmaktan, kendi bedenimden, karanlıktan, koltuktan, saatten, insanlardan, arılardan. Kelimelerden korkuyorum. Bir kelimeyi bir başkasının yanına koyduğumda dünyanın bana yapabileceklerinden korkuyorum. Eğer bunu yapmazsam, o kelimelerin bana ne yapacağından korkuyorum. (s. 40)
Hosteldeki ilk iş gününden başlayıp 10 aya yayılan romanda şüphesiz Berlin de ana karakterlerden; kapısından nicelerinin döndüğü Berghain’i ile, vasat ama cesur şairlerin okumalar yaptığı kafeleriyle, canlı ve heyecanlı sanat sahnesiyle, Kreuzberg ve Neukölln’ü ile, her büyük kent gibi zorlu olsa da dört bir cihana kucak açması ile:
Eve, Defne, Aria ve Ash’i içkiye davet ettim. Çikolatalı pasta yaptım. Heidi ve Victor da geldi. Sigara içtik, içki içtik, saatlerce konuştuk. Yabancılar Şubesi’ndeki o kadın keşke görebilseydi diye düşündüm. Sorusunun cevabı işte buydu: Bu daire, bir pazar günü sokakta bulup buraya Victor ile taşıdığım, duşun altında yıkadığım, Heidi ile beraber boyadığım, etrafında bize özel İngilizce, Türkçe, İspanyolca ve Almanca karışımımızı konuşurken birbirimizi, anadilimizdekilerin çoğunun bizi anlayacağından daha iyi anladığımız bu masa. (s. 131)
Türkiye’de özel okulda okumuş, genelinde ülkenin, ekonominin gidişatı, özelinde babasının başına gelenlerden sonra “sınıf düşmüş”, solcu, politik ve politik doğrucu olmaya çabalayan Leyla’nın Berlin’de Türk dizilerine sarması ironik, komik. Bu yıl okuduğum bir başka kitapta, Mina Seçkin’in 2021 basımı (ki yine çok iyi bir roman) The Four Humors isimli kitabında da vardı bu Türk dizisi işi. Amerikalı ve/veya orada yaşayan ve İngilizce yazan bu kuşağın kitaplarını okumak beni mutlu ediyor. Elif Batuman’ın bu (daha) genç yazarlara dostça destek verdiğini görmek ise –muhakkak ki hak ettiklerinden, ama yine de dostlukla; dışarıdan böyle yorumluyorum– beni daha da mutlu ediyor; malum, edebiyat da hasetten muaf değil.
Bu kitabı benim açımdan özel kılan bir başka etken ise kişisel bir tesadüf oldu: The Applicant’ı onunkine yakın bir formatta, henüz hâkim olmadığım bir dilde, akıbeti hakkında sağlam bir öngörümün bulunmadığı bir kitap yazmaya başladıktan altı-yedi ay sonra –ve bir kiosk’ta kahve sattığım esnek zamanlı bir işte çalışırken– okumuş olmam... İlginç fakat seçimime sebep bu değil elbette.
Sylvia Plath’in The Applicant isimli şiirinin başlığını almış romanda Plath’in ruhunun yanı sıra Elena Ferrante ile sanırım Virginia Woolf’unki de geziniyor. Bu güzel kitabın Türkçesi çıkacak mı, merak ediyorum. Basılacaksa, Nazlı Koca bunu oturup yeniden Türkçe mi yazacak, yoksa kendisi veya başkası mı çevirecek, onu merak ediyorum. Bir de asıl, Nazlı Koca bundan sonra ne yazacak, onu merak ediyorum.
Önceki Yazı
İki kitap ışığında Amerikan ulusları teorisi
“Woodard’ın Garreau’dan devraldığı haliyle uluslar teorisi esasen bir Lebensraum kuramıdır: Uluslar belli coğrafi alanlar üzerinde egemen bütünlerdir. Dolayısıyla, gayri mülki ulusların var olma ihtimali yoktur. Siyahların tali bir ayrıntı, diğer Doğu ve Güney Avrupa göçmenleriyle birlikte Yahudilerin kapanmış defter olarak görülmesi ve çabucak denklem dışına itilmesi bunun sonucu.”
Sonraki Yazı
Güller ve felaketler
“...Üstelik, bizim satır aralarında keşfettiğimiz, başka türden çınlayan öznellik anlatısıyla ‘kurgusallaştırılmış biyografilerin’ dışında bir yerde duran Silahtar Bahçeleri, eserde yazarın (ve özel hayatının) olmaması gerektiğini estetik ideal olarak alan modern edebiyat eleştirisi uyarınca, yayımlandığında Sovyet eleştirmenleri ve Parti tarafından ‘çağdaş temaları işlemedeki yetersizliği’ yüzünden saldırıya uğramıştır.”