Empusyon:
Dayanılmaz bir orta dünya
“Olga Tokarczuk’un Nobel Ödülü’nden sonraki ilk romanı olan Empusyon, Tokarczuk’un sıklıkla döndüğü bir metin olan Büyülü Dağ’a, Thomas Mann’a çok yönlü bir selam...”

Olga Tokarczuk
“İnsan bir kere içeriye düşmeyegörsün, kadim zamanlardan beri biriken geçmişin tüm yükünü sahiplenmek zorunda kalabilir. İçerisi geçmişin biriktiği, biriktirildiği ve korunduğu yerdir. Etnisitenin, dinselliğin, cinselliğin tarihi içerideki her nesneye sinmiş. İçerisi aynı zamanda dışarının durmadan yargılandığı bir mahkeme yeri. Dışarısı kargaşanın yeri olarak mahkûm edilir. Dışarıya ait her şey içerideki düzeni bozmaya yönelik bir tehdittir. Dışarı her an içeri sızabilir. Uyanık olmak gerek.”
Rahmi Öğdül
“Sen belirsizlikle dolu, dayanılmaz bir orta dünyayı temsil ediyorsun. Bu görüş yine bize özgü bir kararsızlık veriyor, hiçbir dogmayı gerçekleştirmemize izin vermiyor. Bize adını verdiğin bir diyar armağan ediyorsun, yani kendi siyah-beyaz sorunlarımızdan yeteri kadar sıkıldığımız için düşünmek istemeyeceğimiz bir yer. Oranın düşündüğümüzden daha büyük olduğunu, bizi de ilgilendirdiğini gösteriyorsun. Sen bir bombasın.”
Olga Tokarczuk, Empusyon, s. 317-318
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanıyla buraların okurunun hafızasında yer eden Olga Tokarczuk’un evreninde gezinmek, aldığı Nobel Ödülü’nden sonra yazdığı ilk roman Empusyon ile mümkün oldu. Aldığı ödülle onurlanmaktan çok aldığını onurlandıran, ona kendi ışığını katan büyücülerle karşılaşmak, günün birinde metinlerine okur olmak olaydır. Şimdi olay yerinde, olayın kendisi kesilerek dil buluyorum kendime. Empusyon öncesinden daha fazla bir şeyim. Başka, bambaşka bir yere taşınmış, bırakılmış gibiyim. İyi metinler böyledir, öyle ederler; yıkıp yeniden kurarlar. Âdem’i yerinden eden, ucu açık bir yolculuğa çıkartarak ona bir kendilik armağan eden Havva gibi, kadın gibi… Bir Havva’nın rüzgârıyla yol almayanın/olmayanın nefesi mi olur, var mı olur böyle biri?

Empusyon
çev. Neşe Taluy Yüce
Timaş Yayınları
Mayıs 2024
352 s.
Evet, her iyi metin elinden tuttuğu okuru önce yerinden eder, sonra çok yerden geçirerek ona bir çokluk katar, onu bir ses cümbüşü içinde bırakır. Empusyon’u açarken, onunla açılırken biraz böyle oldu. Okurken, zorbalaşan bir normalin içinde tutulamayan ve görülemeyen bir karakter olan Wojnicz ile kalınca çoklu, epey katmanlı bir yolculuk da yapmış oldum. Romanı okumak Wojnicz’in geleceğine doğru yol aldırırken, onu kuran geçmişe de baktırdı, oralarda da gezdirdi. Epey zamandır insan ve toplumların mottosu kesilen, bir ev gibi onları içinde tutan, salt bir şey olarak yaşatan, kendilerini dışarıdan ve dışarıya itilenden koruyan konu ve manzaralarla kaldım. Hobbes’un “doğa durumu” dediği, anomalinin cirit attığı, müphem, korkuluk halinden uzak “düzen” fetişizmi mesela. Çoklu olanın tek olanın ışığında görünmez kılındığı, bastırıldığı, susturulduğu bir toplum düşü ve gerçeğe dönüşmüş hapishane/oyun hali. İnsanın kendi hakikati üzere açıldığı yer değil, payına düşmüş rol içinde belirdiği yer. Mitoslara, kült anlatı ve metinlere sırtını veren, buralardan güç devşiren atavizm; daha çok erillik, erkeklik üzerinden oluşan tahayyül… Daha çok kültürel ve tarihsel bir inşa olan erkek’in (erk’in), içeriye alınmayan, hep dışarıda tutulan kadının doğaya yerleşikliğinin, doğallığının bir şekilde devam etmesi… Güveni esas alarak/vaat ederek oluşan kültürün (erkeğin) evcilliğiyle daha çok doğaya açık oluşuyla kadının yabanıllığı arasında bitmez/dinmez gerilim… Bir külliyat oluşturan mizojinist dilin baskınlığı ve sürekliliği… Ad konmayanın, tanımlanamayanın (ne bu ne o, hem bu hem o), arada olanın, anomalinin, müphemliğin içerdiği her bir şeyle duvarları yıkması, içeriyi taciz etmesi…
Neşe Taluy Yüce’nin esaslı çevirisiyle (ve yazdığı önsözle) yayımlanan Empusyon, Tokarczuk’un sıklıkla döndüğü bir metin olan Büyülü Dağ’a, Thomas Mann’a çok yönlü bir selam olarak duruyor. Neşe Taluy Hoca haklı olarak bunun altını çiziyor. Malum, her metin her bir okura farklı şekilde görünür. Şüphesiz, Büyülü Dağ’a uğramış gibi oldum ben de. Orayla yetinemedim ama. Bauman’ın Modernlik ve Müphemlik’te anlattığı durumlar, Foucault’nun külliyatında merkezî bir yer tutan iktidar biçimi ve bu iktidarın içeri/dışarı olarak resmettiği haller hatırlattı kendini. Bir motto, bir kutsal olan düzen fikri, düzenin ötekisi olan kaos/müphemlik. Düzenin teminatı olan eril yasanın karşısında hep bir tehdit olarak duran, yasadan taşarak var olabilen, kültüre yerleşemeyen doğası sebebiyle yabanıl kalabilen kadınlık halleri. Toplumsal cinsiyet rollerine uymayan, uyumsuz kalan, yorgun ve hasta düşen erkek veya kadın formlar… Hastalığın, dolayısıyla hastanenin “iktidar ve norm”un bir göstereni olarak belirmesi… Ve en çok da bir paradoks: Eril olan toplumsallığın hasta ettiği, kıyılara attığı erkeklerin, hiçbir kadının dil bulmadığı bir romanda (Beyler Konukevi’nde) her bir konuyu kadına sövgüyle sonuçlandırırken müphem dişil anlatıcılara (Empusalara) yakalanmaları…
Mühendislik öğrencisi Wojnicz atavizme köklenmiş toplumun öngördüğü bir babanın evladıdır. Tüm felaketlerin, eğitimdeki başarısızlıkların, kadınsılığın, duyarlığın ve o günlerde (1913, Birinci Dünya Savaşı öncesi) moda olan “bireysellik” denen edilgenliğin eşlik ettiği hassas yetiştirme biçiminden kaynaklandığını düşünen bir babanın. Bu baba cesareti, toplumun geneli için çalışmayı, rasyonalizmi, pragmatizmi beğenir. Bu yüzden, Wojnicz’ten “erkek, daha çok erkek” olması beklenir:
“Babası sık sık şunu tekrarlardı: Kadınlar doğaları gereği hain ve kaypaktırlar. Bulanıktır onlar. Söz konusu kadın olunca onda neye tutunacağını, neye güveneceğini bilemezsin. Bir yılan, bir ipek gibi kaygandırlar, kayıp giderler; onları elinde tutamazsın, avucundan kayıp giderler de, sonra beceriksizliğine gülerler.” (s. 81)
Erken vefat ettiği için anneden, anne üzerinden görünen eril olmayandan yoksunlukla ve baskın babalığa (toplumsallık ve erilliğe) maruz kalışıyla sakatlanan, yarılan, bölünen biri olur sonunda. Bedenen ve ruhen çöker, öylece Beyler Konukevi’ne düşer. Toplum asıldır, toplumun bekası için de düzen gerekir. Daha çok eril bir ton içerse de, hem kadın hem erkek toplumun hizmetine koşulan birer attır. Ancak toplumun erilliğinde erkek kısmen varlığını sürdürür, sürdürebilir. Kadına gelince, o kendisi için var değildir. Çünkü “doğa kadına büyük doğum gücünü bahşetmiş ama gücünü kontrol etmekten yoksun bırakmış. Bir kadının bedeni sadece kendisine ait değildir, aynı zamanda insanlığa aittir”. Bu yüzden kadın, toplumsallaşmış hali olan “anne” olarak kabul görür. Katolik, gelenekçi öğretmen Lukas şöyle der:
“Kadınlar dizginlenememiş biyolojik halleriyle, doğayla olan bu rahatsız edici yakınlıklarıyla, sosyal düzende istikrarsızlaştırıcı faktörleri oluşturuyorlar. Tamamen özel alana, dünyanın düzenini tehdit etmeyecekleri bir yere havale edilmeleri gerekir.” (s. 231)
Nasıl olacak peki bu? Bunun cevabı da teozof Frommer’den gelir:
“Erkek kadının kimliğini, devlet toplumsal rolünü, kilise de onun ruhani yaşamını belirleyecektir.”
Nasıl ki Tanrı, varlığının ve kendisine teslimiyetin kabulünü görmek için İshak’ın kurban edilmesini beklemişse, modern zamanlarda Tanrı’nın koltuğuna yerleşen toplum da, varlığı ve bekası için kurban ister, bekler. Ki daha çok erkek olmak üzere yetişmiş, toplumun hizmetine koşulmuş at gibi belirmekten yorgun ve hasta düşmüş erkekler topluluğunun yaşadığı Görbersdorf kasabasında, her yılın kasım ayında biri kaybolur, kurban olarak kayda geçer. Katolik, gelenekçi lise öğretmeni Lukas; sosyalist, hümanist, klasik filozof ve yazar August; teozof Frommer; güzel sanatlar öğrencisi, peyzaj resimleri uzmanı Thilo orada ölmek üzere gün sayarlar. Öyle, çünkü Görbersdorf sağlık ülkesinden düşmüş hasta/eksik olanlar için hapishane, bir kapatılma yeridir.

Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanına sahne olan Görbersdorf Sanatoryumu.
Büsbütün erk’e, erkekliğe köklenmiş bir tahayyül ve bunun cisim bulmuş hali olan bir toplum mimarisi ve ilişki ağı. Kadının kuytulara itildiği, ağzının kapatıldığı, varlığı ve hakikatiyle değil, fonksiyonel bir dil içinde dolaşıma sokulduğu bir evren. Erkeğin merkezîliği ve kurduğu düzene halel gelmesin diye dışarıya itilen kadının şeytanlaştırılması veya onun bu eril kuşatmayı yarmak için bir usta oyuncuya dönüşmesi… Varlığınızı mümkün kılmayan dört duvar arasında, kıstırıldığınız yerde birçok yüz edinmek, türlü oyunlar kurmak zorundasınız. Kadın tarihte bu hal üzere yol alınca ismi cadıya/şeytana çıkmış, erkek bir kez daha türlü yüzlerle görünen mitolojik Empusalara (kadına) av olmuş bir mağdur olarak kayda geçmiştir. Empusyon’da dikkat çekilen doğada, ormanda yolculuk yapan hasta erkeklerin ölümleri, bir anlamda doğaya (kadına) av olması şeklinde okunabilir. Beyler Konukevi’nin sakinlerinden biri olan Wojnicz’in diğerlerinden ayrılması onun siyah-beyaz ikiliği içinde olmamasıyla ilgilidir. Erkek daha çok erkek olarak belirmiyor çünkü. Ara, gölgeli bölgede titreşen bir form o. Bu ara bölge durumunu gölgede bıraktığı için bugüne kadar var olabilmiştir. Ama işte, saklandığı yerde yakalandığı bir vakit gelir. Anlar bunu:
“Ne günah işlediğini, cezasının ne olduğunu da biliyordu. Bir şekilde her zaman bu ânı beklemişti, yaşamı boyunca bu an için sabırla hazırlanmış gibi hissetti. Babası ve amcası uzun süredir biliyor olmalıydılar ki, bu an için onu özenle ve sevgiyle hazırlamışlardı. Ona nasıl saklanacağını, yüzleşmeden kaçınmayı, dikkatli olmayı, perdelerin sızdırmadığını kontrol etmeyi, kapılardaki anahtar deliklerini tıkamayı öğretmişlerdi. Ama bunun bir gün gerçekleşeceğini de biliyorlardı.” (s. 327)
Her şeye rağmen gelip çatan o günden sonra Wojnicz toplum tarafından onay/kabul görmek isteyen, gerçekliğini örten/saklayan kişi olmaktan çıkar, başkalaşır. Doktorun yardımı ve yol göstericiliğiyle arıza ve norm dışılığını, anomali oluşunu kabullenerek tamamlanır. “Gördüğünüz gibi, ben herkes değilim” der doktora Wojnicz, “Ben bir anomaliyim.” Hem kadın hem erkek, hem erkek hem kadın. Norm dışı; toplumdan gizlenen, ona eşlik etmeyen. Ne beyaz ne siyah, siyah ile beyaz arasında orta bir yerde. İki taraftan da rüzgâr yiyen… Doktorun cevabı şu olur:
“Bana ruhun ne olduğunu sorsaydınız genç adam, şöyle söylerdim: Ruhumuz içimizdeki en zayıf şeydir. Senin hastalıklı belirtilerin ruhunda var. Kültürümüz aşağılık duygusunun, tüm gerçekleşmemiş hırsların üzerinde yükseldi. Ancak tam tersi geçerlidir: İçimizde zayıf olan bize güç verir. Sürekli zayıflığı telafi etmek hayatımızı yönetir.” (s. 315)
Burada ölmeyi dileyen, buna en çok babasının sevineceğini söyleyen Wojnicz ormanda en çıplak haliyle, örtük gerçekliğiyle çobanlara, erkeklere maruz kalır. Orada babasının oğlu olarak ölür ama toplumun boğduğu kadınların, kıstırıldığı yerde intihar eden Klara Opitz’in elbiselerini (artık hem Wojnicz hem de Klara olarak) giyinerek doğar, öylece hayata karışır.
Önceki Yazı

Yokyer ya da tarihötesi fantezi
“Neil Gaiman'ın world-building’den, ‘dünya kurma’ denen şeyden anladığı bir sıfırdan yapım değil, daha doğrusu tarihsel, mitolojik, dinî ve benzeri hikâyelerden feyzle alternatif bir dünya oluşturmak değil, daha ziyade bu hikâyeleri gerçekle bağdaştırmak, gerçeğin içinde eritmektir.”
Sonraki Yazı

Ahmet Uğurlu’ya veda:
“Ama arkadaşlar iyidir”
“Bazı oyuncular bazı rollerle ya da karakterlerle sonsuza dek özdeşleşir. Bir kuşağın hafızasına kazınan Ahmet Uğurlu tabii ki en çok Mahsun Süpertitiz demekti, Tabutta Rövaşata’nın, elinde tavuskuşuyla kameraya ürkek ürkek bakan Mahsun’u.”