Elizabeth O’Connor ile Balinanın Ölümü’ne dair söyleşi:
“Kıyıda yaşayanlar ve
kıyıyla birlikte yaşayanlar”
“İşçi sınıfının doğayla ilişkisi ve edebiyat sayesinde iklim değişikliğinin tarihini nasıl keşfedebileceğimiz meselesi ilgimi çekiyordu. Yanı sıra, Galler ve İrlanda’nın izole kıyı bölgelerinde büyüdükten sonra iç kesimlere, şehre taşınan büyükannemin ve büyükbabamın hayatları hakkında da yazmak istedim...”

Elizabeth O’Connor
Balina’nın Ölümü’nü yazmak için sizi masanızın başına oturtan asıl sebep ya da ana mesele neydi? İzlediğiniz bir haber mi, karşı karşıya kaldığınız bir durum mu; ya da içinizde günden güne büyüyen bir duygu veya zihninizdeki bir imge belki…
Doğru zamanda birkaç şey bir araya geldi diyebilirim. Balinaların kıyıya vurması olaylarının kültürel etkileri hakkında bir konuşmaya gittim ve bu konuyu büyüleyici buldum. Ayrıca işçi sınıfının doğayla ilişkisi ve edebiyat sayesinde iklim değişikliğinin tarihini nasıl keşfedebileceğimiz meselesi de ilgimi çekiyordu. Yanı sıra, Galler ve İrlanda’nın izole kıyı bölgelerinde büyüdükten sonra iç kesimlere, şehre taşınan büyükannemin ve büyükbabamın hayatları hakkında da yazmak istedim. Acaba bu geçiş onlar için ne anlama gelmişti ve onların deniz ve kıyı hakkındaki algıları benimkinden ne kadar farklı olabilirdi? Onlar için deniz emek, zorluk ve güvenle ilişkiliyken, benimki için romantizm ve eğlenceyle sınırlıydı.

Balinanın Ölümü
çev. Sevinç Sanem Erzurumlu
Timaş Yayınları
Kasım 2024
240 s.
Bir kıyı köyü ve bir balinanın kıyıya vurması hakkında bir romana başladım, ancak araştırmamda 20. yüzyılın ilk yarısında ya resmen boşaltılmış ya da ıssız hale gelmiş bir dizi Birleşik Krallık adası buldum. Bardsey Adası (Galler; boşaltılmadı ama 1960 civarında neredeyse tamamen ıssızdı), St. Kilda (İskoçya; 1930’da boşaltıldı) ve Blasket Adaları (İrlanda; 1953’te boşaltıldı) hakkında okumalar yaptım. Bu değişikliklerin nedenleri büyük oranda giderek etkisini artıran tehlikeli hava koşulları, yaşlanan nüfus ve anakaradaki modernleşmeydi.
Bu tür yerlerin, doğayla yaşadığımız gerginliğin hayatla ilişkimize yansıdığı, sınıf ayrımlarının büyüdüğü, büyük bir değişim ihtimalinin ufukta göründüğü, huzursuzluğun farklı alanlara yansıtıldığı bir zamanda yaşamak hakkında bize ne anlatabileceğini merak ettim.
Kıyıya vuran bir balinayla başlıyor hikâye ama bu bir düşüş hikâyesi, öyle değil mi? Bir ada hikâyesinde düşüşü en iyi sembolize edecek hayvanın balina olacağını mı düşündünüz?
Balina düşüşü (kitabın orijinal ismi Whale Fall) bir balina denizde ölüp okyanus tabanına battığında oluşan yoğun ekosisteme verilen bilimsel addır. Balinanın leşi açık denizdeki organizmalar için bir besin kaynağı haline gelir ve çürümenin farklı aşamaları denizdeki biyolojik toplulukları ve leş yiyicileri farklı şekilde destekler. Yani evet, kitaptaki balina ve kitabın başlığında yer alan “balinanın ölümü” ifadesi bir şeyin sonunu ve yitişini ama aynı zamanda yeni bir şeyin başlangıcını işaret ediyor.
Balinalar bizim açımızdan tanıdıklığın ve tuhaflığın arasında mükemmel bir denge teşkil eder. Balinalarla karmaşık, sosyal yaşamları ve davranış kültürleri olan diğer memeliler olarak benzerlik gösteririz, ancak aynı zamanda bize tamamen yabancıdırlar: Ulaşamayacağımız yerlerde yaşarlar, anlayamayacağımız bir dil konuşurlar. Onların dünyasını asla tam olarak bilemeyiz ya da anlayamayız ve bunun tersi de geçerlidir. Fiziksel olarak bu kadar güçlü, duygusal ve zeki olmalarının hayvanlar ve doğa hakkındaki düşüncelerimize meydan okuduğunu düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz dönemde balinanın daha da fazla sembolizmi var; koruma ve hayvan neslinin tükenmesiyle ilgili akla gelen ilk hayvanlardan biri balinadır ve yaşam alanları özellikle iklim değişikliğine karşı savunmasızdır.
Balinanın oldukça çok boyutlu bir sembolizme sahip olmasını, bakış açısına bağlı olarak farklı anlamlar ve sembolizmler arasında geçiş yapmasını istedim; böylece ada sakinlerinde bireysel olarak ve kolektif olarak farklı, adayı ziyarete gelenlerde farklı, okurlarda farklı, anlatının farklı noktalarında farklı karşılıklar bulacaktı. Doğadan aldığımız ve doğaya yansıttığımız anlamları ve bunların nasıl oldukça değişken olabileceğini keşfetmek istedim.
Kitabın sonunda; “Anlatılan ada kurgudur, ama hikâye Britanya Adaları çevresindeki adaların birleştirilmesine dayanmaktadır” dediğiniz bir açıklama var. Birleştirilen adalara istinaden bir ada kurguluyorsunuz fakat ada aynı zamanda başlı başına bir karakter gibi. Yani adanın varlığı, içinde yaşayan insanların varlığını niteliyor desem katılır mısınız?
Peyzaj tarihçisi John R. Gillis’in yakın zamanda kaleme aldığı bir makalede, bir kıyıda yaşayan insan topluluklarının iki farklı türünden bahsediliyor: Kıyıda yaşayanlar ve kıyıyla birlikte yaşayanlar. Bir yere bağlı olmanın ne anlama geldiğini, ziyaretçi olmanın ne anlama geldiğini düşünürken bu cümle gerçekten hayal gücümü tetikledi. Yani evet, bence çevresel faktörler olarak adanın özellikleri orada yaşayan insanları kesinlikle şekillendiriyor. Birleşik Krallık’ta yaşadığım için, adalı olma fikrine ve adalı olmanın ne anlama gelebileceğine dair kişisel bir hayranlığım var!

Bana göre adanın bu etkisi birkaç şekilde ortaya çıkabilir. Adalar, kıyı şeritlerinin sık sık değişmesi, aşınması ve insanların sık sık gelip gitmesi nedeniyle özellikle değişken bir yaşam alanıdır. Aynı zamanda sınırları oldukça belirsiz yerler, hem karanın hem de suyun bir arada olduğu alanlar olarak karakterlerin uçlara gitmesine, çelişkili olmalarına, bir sosyal düzeni veya anlatıyı baş aşağı etmesine imkân sağlayabilir. Bir adanın yalıtılmışlığı çoğu zaman kendine özgü kültürlerin doğuşuna da yol açar. Balinanın Ölümü’ndeki karakterler genellikle doğa ve insan, anakara ve ada, çocukluk ve yetişkinlik, beklenti ve hırs gibi şeyler arasında sıkışıp kalıyorlar ve anakaradan uzakta, kendi dünyalarında yaşıyorlar.
Manod için ilk söylemek istediğim, “kalbimi teslim edeceğim bir karakter yaratmışsınız” olacak. Manod’u ya gerçekten tanıdınız ya da onu tamamen zihninizde yarattıktan sonra uzun süre izlediniz. Manod’u bir de sizin yorumunuzla dinleyebilir miyiz?
Onunla böyle bir bağ kurmuş olmanız çok ama çok harika. Bir yazar olarak daha fazlasını isteyemezdim.
Kitabı yazarken anlatıcı birkaç kez değişti. Romanı her şeyi bilen bir üçüncü şahıs anlatıcının sesinden yazmayı denedim ama bu bana çok kişiliksiz bir ton yaratacakmış gibi hissettirdi. Bir taslakta hikâyeyi Manod’un küçük kız kardeşi Llinos anlatıyordu. Manod’u izlememle ilgili tespitiniz gerçekten ilginç, çünkü Llinos’un gözünden Manod’u izlemek için uzun zaman harcadım.
Manod’un ilginç bir şey sunduğunu hissettim; hem bilge hem de naif, düşündüğünden daha az açık görüşlü, farklı dünyalar arasında sıkışmış biri. Başının hemen üzerinde bir ‘cam tavan’ olduğunu hissetmesi olgusu çok ilgimi çekti.

Romanın yazım sürecinin sonlarına doğru İsveçli Sámi tekstil sanatçısı Britta Marrakatt-Labba’nın bir sergisine gittim. Çalışmalarını gerçekten ilham verici buldum ve kitabı bitirmek için ihtiyaç duyduğum ‘eksik halkayı’ bana sağladı. Manod’un kendini, ada kültürünü ve iç dünyasını ifade ettiği bir yol arıyordum. Nakış oldukça domestik, kadınsı bir sanat biçimi olarak görülüyor, ancak son derece büyük bir yetenek gerektiriyor. Marrakatt-Labba’nın çalışmalarında Manod’un karakterine çok iyi oturan, sürreel ama keskin görüşlü bir bakış var.
Hikâyenin fonunu tamamen anakarayla karşılaştırması yapılan kültür, sosyolojik yapı, eğitim, konuşulan dil ve politikalar kaplıyor. Dil unsuru bunlar arasında en önemlisi. Adada anadil İngilizce olsaydı, ada anakaraya hiçbir anlamda bu kadar uzak olmayabilirdi belki, ne dersiniz?
Kesinlikle… Adanın Galcesi kitabın önemli bir parçası. Araştırdığım adaların birçoğunda İngilizce birincil, hatta ikincil dil bile değildi – İrlanda Galcesi, İskoç Galcesi veya Galce konuşuyorlardı. Galce özellikle İngilizceden daha az ‘önemli’ bir dil olarak kötülenmiş, 20. yüzyılda öğrenilmesi ve kullanılması “Galce konuşma! (Welsh not!)” gibi uygulamalarla engellenmiştir. Neyse ki artık böyle bir durum söz konusu değil, ancak bu geçmiş, romanda İngiliz araştırmacıların adanın dili hakkındaki varsayımlarını besliyor.
Ayrıca yerel lehçelerin ve özel kelimelerin doğayla iç içe yaşayan insanlar tarafından nasıl kullanıldığı hakkında da düşünmek istedim. Örneğin, Hebridean Galcesi veya Cornish dilinde, kıyıda oluşan belirli bir dalga türü, bir ışık biçimi veya bir balık avı için İngilizcede olmayan veya kentsel yerlere ve daha endüstriyel bir topluma taşındığımız için kaybettiğimiz terimler vardır. Dilin ve isimlendirmenin doğayla birlikte yaşama biçimimizdeki önemini vurgulamak istedim.
Kıyıya vuran balinanın ölümünün ardından adaya iki İngiliz etnograf geliyor. Genç etnograflar adanın gündelik hayatına hareketlilik kazandırıyorlar. Aslında orada olmalarının bir amacı var. Bu amacı konuşabilir miyiz? Adada ileride gerçekleşecek değişiklik unsuru için mi var bu iki etnograf, yoksa Manod için bir farkındalık unsuru olarak mı?
Sanırım ikisi de biraz mevcut. İlk sorunuza gelirsek; üzerine araştırma yaptığım adalara dönecek olursak, bu adaların dönemin sanatında nasıl tasvir edildiği veya düşünüldüğü de ilgimi çekti. Örneğin Muiris Ó Súilleabháin’in 1933’te İrlanda’nın Blasket Adaları’ndaki yaşamı anlattığı anı kitabı, E. M. Forster tarafından hâlâ yaşamakta olan bir “Neolitik” kültürün bir belgesi olarak tanımlanmıştı. Benzer şekilde, 1934 yılında Amerikalı bir yönetmen tarafından çekilen ve daha sonra ada yaşamına, adalı ailelere ve onların ritüellerine ilişkin yanlış tasvirleri nedeniyle kötü bir şöhrete sahip olan ve gerçek ada sakinlerini tehlikeye atan “Aran Adamı” (Man of Aran) adlı bir ‘belgesel’ vardı. Bu yüzden ben de bu yanlış anlamalar ve yanlış temsillerle ilgilendim: Bu adaların ne olması bekleniyordu ve bu ziyaretçiler neden önyargılarına bu kadar sıkı sıkıya bağlıydı?

Manod için adaya gelen araştırmacılar anakarayı ve hayalini kurduğu bir dünyayı temsil ediyor ve ona dünyayı görmenin yeni bir yolunu sunuyorlar. Ziyaretçilere dair bir kaçınılmazlık hissi var: Onlar gelse de gelmese de ada değişiyor. Adadan götürdükleri şey de zaten yok olmakta. Manod için soru, neye ve nasıl tutunacağıdır.
Çağdaş Avrupa edebiyatıyla ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Yakından takip ettiğiniz isimler var mı?
Annie Ernaux’nun kadın içselliğine dair tasvirlerinde her zaman ilham buluyorum ve Claire Keegan’ın minimalizminin de bende büyük bir etkisi olmuştur. Bana yazarken cesur olmamı ve risk almamı hatırlattığı için Yoko Tawada’yı seviyorum. Bence Bir Kutup Ayısının Anıları, 21. yüzyılın en iyi romanlarından biri.
Özellikle alışılmadık bir çizgide ilerleyen olay örgüleri ilgimi çekiyor. Bence diğer Avrupa ülkelerinin edebiyatları bunu İngiltere’den daha iyi yapıyor. Olga Tokarczuk gerçek bir yapı ustası; dikkatinizle oynuyor, takımyıldızlar ve örüntüler yaratıyor ve sadece ‘üç perde’ yapısınasıkışmıyor. Romanlarını her zaman hayretler içinde okurum ve şöyle düşünürüm: Bunu nasıl başarmış?

Şu sıralar masanızın üzerinde bulunan, okumakta olduğunuz kitaplar neler?
Genellikle aynı yazarın eserlerini art arda okurum. Şu anda çok fazla Penelope Lively okuyorum. Ay Kırıkları’nı okuduğumda onun yazma şekline âşık oldum. “Lichfield’e Giden Yol”unu da yeni bitirdim. Eserleri aldatıcı derecede basit ama hayat dolu. Lively’nin radyo, çocuk kitapları ve edebi kurgu alanlarındaki çalışmalarının çeşitliliği bana gerçekten ilham veriyor. Ayrıca çok fazla Ursula K. Le Guin okuyorum. Eserlerindeki hayal gücüne ve denemelerinde kullandığı yazım araçlarını cömertçe paylaşmasına bayılıyorum.
Edebiyatla bağınızı ilk olarak öyküler üzerinden kurduğunuzdan, sizin için öykü türünün anlamını, sizin yazma yolculuğunuza katkısını sormak istiyorum. Öykü yazmayı tamamen bıraktınız mı bilemiyorum ama hâlâ öyküler yazıyor musunuz? Bu bağlamda sıradaki kitabınız hangi türde olacak ve yeni kitabınıza dair çalışmalarınız var mı?
Hâlâ öykü yazıyorum; onları yeni fikirleri, yeni yapıları ve yeni sesleri denemek için gerçekten yararlı bir araç olarak görüyorum. Öyküleri roman yazma becerimi geliştirmek için kullanıyorum, ancak kısa öykülerimi de ayrıca yayımlamayı umuyorum.
Şu anda bir köpek gösterisi hakkında yazdığım kısa bir öyküye dayanan ikinci romanımın üzerinde çalışıyorum. Yazma tutkum doğayı yeni şekillerde düşünmek ve tasvir etmekten geliyor. Köpek gösterileri benim için çok ilgi çekici bir dünya ve tarih boyunca hayvanlarla nasıl yaşadığımıza dair ilginç içgörüler sunuyor. Hikâyeyi hâlâ bir temele oturtmaya çalışıyorum, ancak onu bir araya getirme sürecinden (ve bütün gün köpek resimlerine bakmaktan!) keyif alıyorum.
Çeviri: SEDAT ULUSOY