• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Dip Akıntıları:

“Görünmez kent”i görmek

“Bell’in yanı başında Berlin’in sokaklarını ve geçmişini adımladıkça, kentlerin suretlerden ibaret olmadığını kavrıyor insan. Kokuları ve sesleri olduğu gibi, duyguları da var kentlerin.”

Kitabın İngilizce baskısının kapağından ayrıntı.

EYLÜL GÖRMÜŞ

@e-posta

KRİTİK

9 Ocak 2025

PAYLAŞ

“Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.”

Italo Calvino’nun meşhur Görünmez Kentler’inin unutamadığım onlarca cümlesinden biridir bu. Ne vakit bir kentle rasyonel düzlemde açıklayamadığım bir bağ geliştirdiğimi hissetsem bu cümle düşer aklıma. İçine doğduğumuz veya sonradan evimiz kıldığımız, geçerken uğradığımız yahut bir süre soluklandığımız kentler – ne kadar tanıyoruz onları? Şehri görmenin kâfi olmadığını, onunla gerçekten konuşmak gerektiğini yaşayarak öğrendim. İşte o zaman görünmez kentler görünür hale geliyor; şehirler içlerinde sakladıkları başka şehirleri de gösteriyor, kendilerini duymak isteyene duyuruyor.

2024’te okuduğum ve beni fena halde çarpan Kirsty Bell imzalı Dip Akıntıları, bir şehirle konuşmayı deneyince neler olabileceğinin muazzam bir örneği. Kitabın tanıtım bültenindeki “Dip Akıntıları tarihsel bir döküm, mekân ruhuna bir saygı duruşu ve çarpıcı bir psiko-coğrafya çalışması olduğu kadar kişisel ve toplumsal travmaları odağına alan, diptekileri yüzeye çağıran bir anlatı” cümlesini okuduğumda türler arasında salınan, aykırı bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anlamış ve heyecanlanmıştım, ancak bu kadarını beklemiyordum.

Kirsty Bell bir sanat eleştirmeni. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlanmış, türlü kitaplara katkıda bulunmuş. İlk kez bu tür bir metin yazıyor. Kategorize etmesi zor bir kitap bu, ancak en yakın durduğu türün son yıllarda bolca örneğini gördüğümüz “narrative non-fiction” –nasıl çevirmeli bunu? “hikâyeleştirilmiş kurgudışı” diyesim var– olduğunu söyleyebiliriz.

Vaktiyle bir Almana âşık olmuş, ülkesi İngiltere’yi bırakıp Berlin’e yerleşmiş, burada kendine bir hayat kurmuş Bell. Seneler sonra, eşi ve çocuklarıyla yeni taşındıkları yüz elli yaşındaki evde aniden bir su sızıntısıyla karşılaşıyor. Bu kırılma ânından sonra evliliği parçalanırken sadece evindeki değil, şehirdeki sızıntıları da kovalamaya başlıyor ve ortaya şehrin tarihine çok özgün biçimde bakan bu kitap çıkıyor.

John Berger’in Görme Biçimleri’nde uzun uzun didiklediği, “bakmanın bir seçme edimi” olduğu meselesini belki burada anımsamak lazım. Bundan seneler evvel Karaköy bir büyük kentsel dönüşüm sürecinden geçer ve hırdavatçılar birer birer kafelere dönüşürken, maalesef sahibini hatırlamadığım bir gazete yazısında şu minvalde bir şeyler okumuştum: “O çok iyi dekore edilmiş, pahalı mekânlarda otururken manzaranız karşınızdaki köhne çay bahçesi oluyor. Oysa asıl o çay bahçesinde oturunca, ‘güzel olan’ mekânı seyredebilecek ve aradığınız estetik doyumu tam olarak yaşayabileceksiniz” diyordu yazar. Kentler dönüşürken ortaya çıkan çelişkiler ve görüntü değişince ortaya çıkan ‘sahne’lerin sahteliği bir yana, bir yerin içinde bulunmak ve oraya uzaktan bakmak arasındaki farkı gözden kaçırmamalı – hangi deneyim daha bütünlüklüdür sahiden?

Bell’in şehri işitme hikâyesi tam da buna benzer bir “manzara” değişikliğiyle başlıyor. Uzun yıllar Doğu Berlin’de yaşadıktan sonra taşındıkları bina kentin batı yakasında, ama mutfak penceresi Doğu’ya bakıyor. Kitabın neredeyse ana karakterlerinden biri diyebileceğimiz bu “mutfak penceresi”nden artık içinde olmadığı Doğu’ya uzaktan baktıkça, bunca yıl içinde yaşadığı kenti hiç tanımadığını fark ediyor.

Mutfak penceresinden görünen manzara, başlangıçta bir başkasına ait hatıraları bir araya getirme duygusu veren bir araştırmaya yöneltti beni, fakat pek beklemediğim bir şekilde buraya yönelik bir şefkat duygusunu da beraberinde getirdi. Bu şehrin her yanında bir şeyleri açığa çıkarma fırsatı var – bu manzara, bu bakış açısı ihtimallerden sadece bir tanesi. Şehrin neresinde olursa olsun bir kez yüzeyi kazımaya ve garip sorular sormaya başladınız mı, geçmiş de kendisini ele vermeye başlıyor. (s. 276)

Bell yeni evinin kanala bakan mutfak penceresinin önünde dururken pencerelere ve pencerelerden görünenlere dair düşünmeye başlıyor.

Tarihteki ilk fotoğraf karesinde, ki 1826’da Joseph Niépce tarafından çekilmişti, çalışma odasının penceresinden görünen manzara vardı. Yumuşak gri tonlardaki yüzeylerle yapıların birbirini gölgeleyecek şekilde yan yana geldiği bir düzeni, bir çatının eğimini gösteriyor o fotoğraf. On iki yıl sonra, 1838’de Louis Daguerre’in çektiği ilk insan fotoğrafı da penceresinden görünen manzaraydı. (s. 8)

Pencereler, pencerelerden gördüklerimiz, pencere önünde duranlar. Yazarın sanat eleştirmeni olduğunun en somut nişanesine zihni pencereye odaklanmış olarak çalışırken şahit oluyoruz. Bir yandan pencereden gördüklerini, bir yandan pencerede duran kendi imgesini düşünüyor. Bu soru onu aynı pencerede bundan önceki yüz elli senede başka kimlerin durmuş olabileceği sorusuna götürüyor ve buradan müthiş bir kazı çalışmasına başlıyor. Evliliğinin yıkılışı sanki kentle olan bağını da yok etmiş ve giriştiği devasa araştırma bu şehre yeniden bağlanmanın tek yoluymuş gibi tutkulu bir çalışma bu.

Yaşadığı binanın sokakta savaştan yıkılmadan çıkmış üç binadan biri olduğunu öğreniyor ve Bell çeşitli sızıntıları, tıkanıklıkları ve kokularıyla evinin ona bir şeyler anlatmaya çalıştığı hissine kapılıyor. Arşivlere dalıyor, binasının eski sakinlerini tespit etmeye ve onların izini sürmeye başlıyor: Zimmermann ailesi, ardından da bir kâğıt şirketi ve matbaa işleten iki kardeş olan Salalar. Curt Sala’nın bir Nazi olduğunu, üstelik partiye Hitler şansölye olmadan önce katılacak kadar adanmış bir faşist olduğunu keşfediyor. Evinin duvarlarında böyle birinin parmak izlerinin saklı olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla baş etmeye çalışıyor.

Kirsty Bell
Dip Akıntıları
çev. Yasemin Çongar
Siren Yayınları
Mayıs 2024
295 s.

Yaşadığı binanın tarihini araştırmakla işe koyulup koca bir şehrin bağırtılarını ve fısıltılarını kâğıda döküyor yazar. Aynı pencerede durup 150 sene evvel şehre bakan kadınları keşfediyor; onların aynı pencereden neler gördüğünü şehrin eski haritalarına ve fotoğraflarına bakarak hayal ediyor; şehrin nasıl dönüştüğünü ve dönüştürüldüğünü kovalıyor.

Bu metni böyle akışkan kılan, şüphesiz Bell’in kente bir yaklaşıp bir uzaklaşan merceği. Yeri geliyor, şehir planlamacısı James Hobrecht’in 19. yüzyılda Berlin için yaptığı planlara kuşbakışı bir göz atıyor, yeri geliyor, objektifini bir kanala, bir sokağa, bir sığınağa, bir parka sonuna dek yaklaştırıp oralardan geçenlerin adımlarını takip ediyor. Bunların kimi Zimmermann veya Sala ailelerinin mensupları gibi sıradan insanlar, kimileriyse çok tanıdık yüzler: Rosa Luxemburg, Walter Benjamin, W.G. Sebald, Christa Wolf… Aynı objektifi sık sık da kendine çevirmeyi ihtimal etmiyor Bell – öyle ki, bu kitaptan hayalî fotoğraf kareleri oluştursak, onların pek çoğu da selfie’ler olurdu. Kente, kentin duvarlarına, sularına baktığı gibi kendine de bakıyor yazar; kendi öyküsünü kentinkine ilmikliyor, şehri çözdükçe kendi de çözülüyor. Zaten metni bir kent tarihi yahut kişisel hatırat olmaktan çıkaran tam da bu; yazarın her ikisini de yapması.

Bu gerçeklerle ne yapabilirim? Kendi hayatımın rayında gitmeyen sıradan yönlerini ve tesadüflere dayalı kompozisyonunu nasıl olur da bu ölçekteki bir ihlalle yan yana koyabilirim? Bu tarihsel olaylarla yüzleşmem bir başka eksen kaybına yol açıyor. Bu bilgilerin bende yarattığı yönümü yitirme duygusu şehrin kendi ahlak pusulasını kaybedişinin bir yansıması sanki. Bunca kanıt silinmiş ve tanıklar başlarını çevirmişken bu deneyimler nasıl resmedilebilir? Penceremin dışındaki huzurlu manzara bir aldatmaca gibi görünüyor. (s. 139)

Bell’in yanı başında Berlin’in sokaklarını ve geçmişini adımladıkça, kentlerin suretlerden ibaret olmadığını kavrıyor insan. Kokuları ve sesleri olduğu gibi, duyguları da var kentlerin. Bell’e göre Berlin’in hissettiği duyguların başında utanç geliyor. Şehrin utancını keşfettikçe kendi utanç duygusu üzerine de düşünmeye başlıyor. Diplere daldıkça çıkmak için psikanalize başvuruyor, kenti ve kendini eşzamanlı analiz ediyor. Alexander ve Margarete Mitscherlich’in 1967 tarihli Unfähigkeit zu trauern (“Yas Tutamamak”) adlı kitaplarında adını koydukları şey belki de bu kitabın tüm meselesinin özeti: Vergangenheitsbewältigung; yani “geçmişi idare etmek veya geçmişle başa çıkmak, hesaplaşmak”. Nasıl ki bir insan çocukluk travmalarından azade düşünülemezse, kentler de travmalarını, suçlarını, utançlarını, geçmişlerini bilmeden anlaşılamıyor çünkü.

Kirsty Bell

Bu kitap bir cevaplar bütünü değil, bir arayış. Kendini arayan bir kadının kentin gizlerini de aramasının öyküsü. Nitekim kendi de kitabını şöyle tarif ediyor:

Düzgünce çıkarılmış sonuçlar ve derli toplu özetler yok burada; şehrin kendisi gibi yayılarak ilerleyen, ele avuca sığmaz bir metin bu. Mekân aynı kalabilir, fakat perspektifteki ve verilerdeki küçük bir değişim bildiğinizi sandığınız şeylere ilişkin anlayışınızı dönüştürebilir. Saklanmış şeyleri görünür kılmak; hakkında konuşmaktan utandığımız o şeyleri. Berlin’in kimliğini bir demir gibi döven ve şehrin yeraltı sularına sızan şiddetin, travmanın, siyasi entrikaların farkına varmak. (s. 277)

Sadece bu sene değil, ömrüm boyunca okuduğum en özgün, en yaratıcı, en girift metinlerden biri olacak Dip Akıntıları. Berlin tabii ki yas ve yıkım dolu tarihi itibariyle böyle bir iş için çok uygun bir şehir ama insan okurken keşke her şehir için böyle bir psiko-kazı çalışması yapılsa da okusak diye düşünüyor. Bell’in kelimeleriyle aktarayım; Berlin’den çok daha yaşlı bir kent olan İstanbul’un “taşlarına sinmiş felaketleri, şehrin sokaklarının altından dip akıntıları halinde akan bastırılmış duyguları, yüksek su tablasının zeminine sızmaya devam eden tüketilmemiş kederi” ne kadar sezebiliyoruz örneğin?

Son bir not: Yazarın feng-shui ve aile dizilimi meselelerine daldığı yerlerde metinden biraz koptuğumu itiraf etmeden bitirmeyeyim bu yazıyı. Binayı ve kenti anlamak için her yolu denemesi takdire şayan olsa da, kitabın ritmini bozduğunu düşünüyorum bu bölümlerin.

Bu küçük kusuruna rağmen benim için senenin kitabıdır Dip Akıntıları. Siren Yayınları’nın isabetli bakışı ve Yasemin Çongar’ın kusursuz çevirisi sayesinde Türkçede okuyabildiğimiz için şanslıyız. Evet, bizler belki Calvino’nun Marco Polo’su değiliz ama şehre sorular sorarak kendi görünmez kentlerimizi keşfedebilirmişiz; bu kitap bana bunu öğretti.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Dip Akıntıları
  • Kirsty Bell

Önceki Yazı

KRİTİK

“Das Berliner zimmer”

“Kendi hayatındaki yıkım ve dönüşüm hikâyesini Berlin’in savaştaki yıkımı ve yeniden dirilişi hikâyesine koşut olarak inşa ediyor Bell.”

NİLÜFER KUYAŞ

Sonraki Yazı

KRİTİK

Hayat bir zombinin ömrü kadar

“Kıyamet öncesi hatıralar anlatıyı besledikçe keder her sayfada biraz daha mutlaklaşıyor. Belki de gazap kedere teslim oluyor. Yoksa keder mi sonsuza dek süren? Dünyayı yutan sonsuzluğun adı?”

ÖZGÜN ÖZÇER
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist