Dip Akıntıları: Bir Berlin Hikâyesi'nden:
“Kendimi bir şehrin portresini yazmakla görevlendirdim.”
Kirsty Bell'in Dip Akıntıları: Bir Berlin Hikâyesi adlı kitabı, Yasemin Çongar çevirisiyle Siren Yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Kitabın ilk bölümünü Tadımlık olarak sunuyoruz.

Kirsty Bell, Berlin Landwehrkanal üzerindeki Schöneberg köprüsünde.
PRELÜD
Geceleyin mutfağımızın zemininde büyük bir su birikintisi belirmişti, o denli sessiz ve beklenmedik bir şekilde olmuştu ki bu, serap gördüğümüzü sanmıştık. Eviyenin altındaki gevşemiş borudan damlayan musluk suyu sessiz sedasız aşağıya, iki kat altımızdaki daireye kadar sızıyormuş. Oğlumuzun dokuzuncu yaş gününün sabahında gözümüzü açar açmaz karşılaştığımız bu sahne, başımıza gelen su hasarı vakalarının en dramatik olanıydı, ancak tek vaka bu değildi. Önceki ve sonraki aylar boyunca, plastik kovalarla leğenlerden oluşan bir koleksiyon, evimizin yarı-sabit bir unsuruna, farklı bölümlerdeki sızıntıları içine toplamak üzere oradan oraya taşınan bir eşyasına dönüşmüştü. Mutfağı su bastıktan birkaç ay sonra, bir akşam, büyük oğlumuz salondaki alçıdan yapılma tavan göbeğinden su damladığını fark etti. Başımızı kaldırınca üst kattan sızan suyun tepemizdeki katmanların içinden ilerlerken bıraktığı gitgide yayılan o uğursuz kahverengi lekeyi gördük. Su daima yolunu buluyor. Oğullarımla yine kovaları, leğenleri getirdik, suyu çekmesi için yere havlular serdik. Yeni dairemiz bize bir şey söylemek istiyordu sanki.
Daha önce oturduğumuz, şehrin doğu tarafında bulunan, ön cephesindeki sütunlar cennet manzaralı bir alçı süslemenin asma yaprakları, meyveleri ve çiçekleriyle bezenmiş apartman dairesinin hiç böyle bir etkisi olmamıştı üzerimizde. Orada -karı koca, iki oğlan, iki kedi- on yıl kalmıştık ve o daire bütün o süre zarfında yaşadığımız sıkıntılar karşısında tarafsızlığını hep korumuştu. Varlığını bize hissettirmemiş, duygularımızı böyle açıkça körüklememişti. İçinde durduğumuz bir kutudan ibaretti orası, tek hayırlı tarafı mevcut durumun devamına olanak vermesiydi. Oğlanların şehrin batı tarafındaki okuluna daha yakın olan yeni dairemiz ise ilk günden itibaren tuhaftı. Bizi çileden çıkarıp hayatımızı kesintiye uğratarak görmezden gelinmesi imkânsız uyarı işaretleri vermeyi sürdürdü. Araya girdi ve hikâyenin kahramanı rolünü zorla üstlendi.
Görebildiğiniz şeyler vardır, bir de sadece hissettiğiniz, varlığını başka yollardan, kafanızın içindeki bir fısıltı veya kemiklerinizdeki bir ağırlık gibi algıladığınız şeyler. Zihnimde bir kuşku külçesi billurlaşmış, düşüncelerimin günlük akışını haftalardır etkiler olmuştu. Eskiden belirsiz olan çizgileri, şehrin doğu ucundan batı ucuna taşınmamızla birlikte topaklaşan bir kum birikintisi misali biçimlenmişti. Aldığı şekil mutsuzluğun şekliydi. Ben boyutları ziyadesiyle büyük olan yeni evimizin onca odası arasında gidip gelirken, o zihnimin damarlarını tıkamaya başlamıştı çoktan. Zihinde nadasa bırakılmış boş bir alan dalgalanmalara, sürüklenmelere, tökezlemelere yer açabiliyor. Görünmek istemeyen şeylerin açığa çıkmasını sağlayabiliyor.
Sabahın o erken saatinde, mutfak zemininde cam gibi bir su birikintisiyle karşılaşmamız apaçık bir kırılma işaretiydi. Bir şey bentlerini yıkmıştı, zapt edilmesi imkânsızdı artık. İşlevsel bir aile hayatını koruma refleksiyle yıllar boyu duygularımızı baskıladıktan sonra kendiliğinden ortaya çıkıveren bu görüntü, bu münasebetsiz taşkın -bu su baskını- neredeyse insanın sinirini bozacak kadar belirgin bir simgeydi. Aynı derecede aşırı bir tepkiye davet çıkarıyordu, o tepki de ani, acımasız ve kesin bir kırılmayla geldi. Parçalardan birinin kopup ayrılması, diğer üç parçanın bir arada kalmasıyla aile birimi ikiye bölündü. Kocam iş için seyahate çıktı ve bir daha evimize dönmedi.
Su daima yolunu buluyor. Bu eski binanın kenarından kıyısından dolanıyor. Pürüzsüz biçimde sıvanmış, boyanmış yüzeylerine nüfuz ediyor. Nemli bir küf yarası gibi bir anda tavan köşelerinde beliriyor. Dış yüzeylerdeki alçı kaplamanın kabarıp parça parça dökülmesini sağlıyor. Olup bitenin her zaman mantıklı bir açıklaması, bir sebebi vardı. Çatıdaki gevşek kiremitlerin üzerine yağan şiddetli yağmur; yanlış döşenmiş ya da yanlış tamir edilmiş borular; sağanak yağışa maruz kalan tıkalı giderler. Üstümüzdeki çatı katını yapan ustaların savruk bir ekip olduğu da aşikârdı. Yine de bu muhtelif vakaların dur durak bilmemesi can sıkmaya başlamıştı. Apartman dairesinin satıhları yalıtımı reddediyordu adeta; binanın altyapısı yerinde duramıyordu. Ne zaman yağmur yağsa endişeleniyordum. Aylar geçtikçe tavanlarda, duvarlarda ve zeminde yer eden lekelerle izlerin haritasını çıkarma arzusuna kapıldım. Topografyalarını şematize edebilecek olsam, baktığımda bu küçük ev felaketlerinin anlamını kavramamı sağlayacak bir harita yapabilir miydim?
Bu vakaların belirli bir amaca hizmet ettiğine dair inatçı ve beni huzursuz eden bir his vardı içimde. Öyle bakınca görülen bir şeyden ziyade, ancak göz ucuyla bir tür kehanet gibi okunabilecek bir şeydi. Geleceği görmek için su falı açmak, ay ışığından başka bir şeyin aydınlatmadığı bir su yüzeyindeki kıpırtıları okumak misali bir şey. Apartman dairesinin duvarları geçirgenleştikçe, her şeyi içimizde tutmak da, sessiz kalmak da seçenek olmaktan çıkıyordu. Bir şeyleri uzağımızda tutmamız mümkün değildi artık. Dışımızdaki gelişmeler, duygusal gerçeklikler, tarihsel olaylar, hepsi de kendini açık etmenin bir yolunu bulacaktı.
O su birikintisi mutfağın zemininde belirdiğinde evliliğimiz çoktan bozulmuştu, fakat nihai kopuşa bu olay vesile oldu. İkimizin de yıllardır alıştığımız ve kolayca görmezden geldiğimiz bir şekilde hiç durmaksızın damlayıp biriken o hüznün aksine, çok sert bir kırılma yaşadık. Su baskını, ortalığı paspaslayarak geçirdiğimiz saatlerin ötesine taşan bir krize zemin hazırladı. Apartman dairesinin de kısmen pay sahibi göründüğü, binanın tesisatı sayesinde kritik noktasına varan bir kriz. Bana dayanışma hissi veren bu uyarı için minnettardım, dairemiz neyse ki kalıcı bir fiziksel zarara yol açmayan, merhametli bir tavır göstermişti. Ahşap döşemelerimiz çabucak kurudu ve üzerlerinde iz kalmadı. Sızıntıdan en büyük zararı gören alt katımıza yeni kiracılar henüz taşınmamıştı, daire boştu. Duvarlardaki ve havadaki rutubeti yok etmek için getirilen devasa nem alma cihazları gürültüleri kimseyi rahatsız etmeksizin çalıştırılabildi. İlk kattaki ressam kadının atölyesine sızan su, üzerinde tuval asılı olmayan yegâne duvardan akmıştı. Diğer iki duvarda bulunan ve kadının son altı ayını üzerlerinde çalışarak geçirdiği büyük tablolar mucize eseri kurtuldu. Sızıntının son tortularını içinde biriktiren, giriş katındaki fuayenin cam küre şeklindeki lambası da yerinden kolayca söküldü ve artık ihtiyaç duyulmayan bir süs balığı kavanozu gibi boşaltıldı.
“İçinden su akması, evin kederlenip ağladığı anlamına gelir bazen,” bu cümleyi internette okudum. “Dışarı atılması gereken aşırı bir duygu yükü oluşmuştur.” Su birikintisinin yüzeyinde oluşan görüntü, bozulmuş bir yuvanın yansıması değildi sadece, aynı zamanda evin ruh halini yansıtıyordu. Matem gözyaşları binanın kendisine aitti. Bu da çok geçmeden çalışma konum olacaktı benim.
Apartmanda bütün bu su hasarlarıyla uğraştığımız günlerde, mutfak penceremden görünen manzaranın kendisini nasıl da ısrarla bana gösterdiğini fark etmeye başladım. Beni kendisine çekiyordu sanki, içeride başımıza gelen musibetlerden uzaklaştırıp geniş gökyüzünü, ağaçların tepelerini, ufka doğru uzanan binaları içeren bir seçenek sunuyordu. Bu konum, evde çalışarak geçirdiğim günler zarfında sürekli yinelenen bir nakarata dönüştü. Pencerede bir kadın figürü, arkadan görünüyor ve dışarı bakıyor. Bu eşikte hareketsiz duruyor, içerinin dışarıdan ayrıldığı gibi beden de düşüncelerinden ayrılmış. Binanın kendi lisanında, aradaki sınırı pencere çiziyor.

Tarihteki ilk fotoğraf karesinde, ki 1826’da Joseph Niépce tarafından çekilmişti, çalışma odasının penceresinden görünen manzara vardı. Yumuşak gri tonlardaki yüzeylerle yapıların, birbirini gölgeleyecek şekilde yan yana geldiği bir düzeni, bir çatının eğimini gösteriyor o fotoğraf. On iki yıl sonra, 1838’de, Louis Daguerre’in çektiği ilk insan fotoğrafı da, penceresinden görünen manzaraydı. İki yanındaki görkemli binalar haricinde, hayaleti andıran iki kişi de olmasa bomboş sayılabilecek, kenarları ağaçlı bir sokaktan aşağıya doğru uzayıp giden bir görüntü.
Bu ilk fotoğraflar basit bir inceleme yöntemiydi; maddi olguların en aşikâr noktadan, içeriden dışarıya bakıldığında görünenden başlayarak incelenmesi. Benliğin bir mekânın içinde konumlandırılması, bir tür sabitleme. Bilindiği üzere, Christopher Isherwood Hoşça Kal Berlin’de aynı yaklaşımı benimsiyor. 1930’da yazdığı “Berlin Günlüğü” başlıklı bölüm “Penceremden….” diye başlıyor. Isherwood’un kendisi bir fotoğraf makinesine dönüşüyor: “Ben objektifi açık bir…”[1] Benim penceremdeki kadın figürü ise karşısındaki Berlin şehir manzarasına bakarken pek de o kadar edilgen değil. Yönünü tayin etme konusu kafasını kurcalıyor ve nasıl olup da kendisini burada bulduğunu merak ediyor. Her halükârda burası, dışarıdan sırlarla dolu görünen bu yer, neresi?
2014’ün yazında taşındığımız bina Berlin’in Landwehr Kanalı’nın kıyısında: ayakları batıda ama suyun karşı tarafına, doğuya bakıyor. Berlin’de, bu tezatlarla kesintiye uğramış tarihler şehrinde, “doğu” ve “batı” gibi basit isimlendirmelerin bile ideolojik bir anlamı var. Konum, kelimenin tam anlamıyla batmak ile çıkmak arasındaki farkı belirliyor. Benim oturduğum binanın üzerinde bulunduğu arsa, 1800’lerin ortalarında burada ilk inşaatlar başladığında şehrin periferisindeymiş, en az yüz yıl öncesinden beri merkezi çevrelemiş olan gümrük duvarının hemen dışında kalıyormuş. Ancak sonraki onyılların yüksek tempolu sınai gelişimi esnasında şehrin eksenleri yeni baştan çizilmiş, bu arsa da en ön koltuğa kurulmuş ve şehrin sahnesinde -hükümetin, gazeteciliğin, ulaşımın ve metropol hayatının merkezinde- olup bitenlere bakarken bulmuş kendisini. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Berlin bölününce buralar da yeniden tenha varoşlara dönüşmüş. Oysa şimdi 2000’lerin başında, birleşmeye hâlâ uyum sağlamaya çalışan başkentte yeniden merkezi bir konum kazanmış halde.
Berlin’in birbirinden net biçimde ayrılan meskun semtlerinin her birinin kendisine has bir karakteri var, bunlardan birkaçının ortasında yer alan bu bina ise tam olarak tek bir semtin tarifine sığmıyor. Resmen Kreuzberg’in sınırları içinde olsa da, bina semtin en kuzey ucunda, Tiergarten semtinden sadece bir blok uzakta, arka tarafında da Schöneberg uzanıyor. Buralarda çok yoğun bir yerleşim yok, kararsız boşluklarla, bir dönemden diğerine sıçramalarla, bir anda insanın karşısına çıkıveren yabani yeşilliklerle dolu ferah bir bölge. Kanal’ın kıyılarına Ufer adı veriliyor, bizim kıyıya ise burası eskiden Tempelhof köyüne uzanan kıyı şeridi olduğu için Tempelhofer Ufer deniyor. Bu bölge nisbeten geniş bir alana yayılmasına karşın üçüncü kattaki mutfak pencerem yamalı bohçayı andıran şehir tarihinin gayet sıkışık bir manzarasına bakıyor. Ancak manzaranın görünür bileşenlerinin ötesinde, burada geçerli olan başka bir şey daha var sanki. Dikkatinizden kaçmayan, fakat kendisini de açıkça göstermeyen huzursuz edici bir geçmiş duygusu. Şimdiki zamanı adeta durma noktasına getirip insanı geriye doğru çeken bir güç.
Tarihî fotoğrafları, edebiyatı ve arşivleri araştırmaya, buraya ilişkin ipuçları bulmak için kaynak taramaya başlıyorum. Mimarisine ve kentsel gelişim tarihine ilişkin kitaplar. Çevremdeki sokaklarda geçen, bir asır öncesinde kaleme alınmış edebiyat eserleri. İnternetteki 1930’lardan kalma hüzün verici adres rehberleri, Yahudi sakinleri olan bütün o evlerin envanteri. İkinci Dünya Savaşı’nın son sokak çatışmalarından tanık ifadeleri. Wim Wenders’in Arzunun Kanatları filmini izliyorum; filmi ilk gösterime girdiğinde, bir ergen olarak, Manchester’da sanat filmleri gösteren bir sinemada 1987’de görmüştüm. Şimdi izlerken bildiğim yerleri, günlük hayatımdan tanıdık gelen görüntüleri arıyorum ekranda. Oradalar: evimin arkasından geçen tren yolu, Kanal’da yüzen kuğular, penceremden baktığım mesafenin ortalarında görebildiğim harap demiryolu istasyonu. Zamanın, kelimelerin ve imgelerin birikmiş katmanlarının üzerine kendi deneyimlerimi de eklemeye girişiyorum. Bu bir başlangıç.
2001 yazında, tarihsel olarak birbirini izleyen göçmen dalgalarıyla biçimlenmiş olan bu şehre en son varan güruhtakilerden biri de bendim, kalkıp New York’tan Berlin’e gelmiştim. Rasyonel aklın bütün ihtiyat telkinlerini bastıran güçlü iç sesimi dinleyip işimi, arkadaşlarımı, New York’taki tek odalı dairemi bırakmış ve Alman erkek arkadaşımla birlikte, onun Berlin’deki geniş apartman dairesinde yaşamaya başlamıştım. Yüksek tavanlar, açık gri yer muşambası, yok denecek kadar az mobilya ve hayatımda gördüğüm en büyük banyo. Şehrin birleşmesinden en az on yıl sonra buraya gelmiş biri olarak, geç bile kaldığımı hissediyordum. Sanatçılar, müzisyenler, yazarlar, yönetmenler, oyuncular, tasarımcılar yıllardan beri buraya üşüşmüş, Berlin’in metruk apartman dairelerinde oturmaya başlamış, atölyelerini kurmuş, terk edilmiş ne kadar bina varsa onları birer bar, kulüp ya da galeriye dönüştürmüşlerdi. New York’taki hayatın yoğunluğu ve sıkışmışlığından sonra mekân başlı başına büyük bir ferahlık veriyordu insana. Kimi zaman ıssızlığın kıyısına varan bir yabanilik vardı burada. Çok fazla yer boştu, çok fazla şey belirsizdi. Otuzuma yeni girmiştim ve değişiklik arayışındaydım. Bu şehrin müsaitliği ve tanımlanmamış potansiyeli bana içinde hareket edebileceğim bir alan sunuyor gibiydi. Belki yazmaya başlamama yardımı dokunabilirdi. İki bavul yaptım, New York’taki tek odalı dairemi içindeki bütün eşyalarla birlikte başka bir kiracıya devrettim ve bilmediğim bu diyarda, hayatımda yeni bir fasıl açmak üzere yola çıktım.
Kapısının önünde bittiğimde erkek arkadaşım Checkpoint Charlie’nin[2] yakınlarındaki Mauerstraße’de, şehrin tam da sanal haritaların raptiyeyle gösterdiği merkezinde oturuyordu. Tuhaf biçimde sahipsiz, belli bir amacı ya da atmosferi yokmuş gibi görünen, çoğunlukla başıboş turist öbeklerinin yaşadığı, görünürde tek ağaç bile olmayan bir mahalle. Binaların bile içe dönük bir görünüşü vardı orada, gözlerini yere indirmiş, kendi temellerine bakıyorlardı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından kendisini yeniden yaratmaya kararlı olan bu şehirde, Duvar Caddesi adlı bir caddede oturmak ironik görünmüştü, oysa caddenin adındaki Mauer kelimesi başka bir duvara, vaktiyle yakın bir yerde yükselen on sekizinci yüzyıla ait gümrük duvarına gönderme yapıyordu. Birleşmeyi takip eden, Berlin’in büyük rağbet gördüğü o dönemde yapılmış, tasarımı Philip Johnson’a ait, 1997’de tamamlanan yepyeni devasa ofis binası erkek arkadaşımın yatak odasının penceresinden görünen manzarayı tamamen kapatmıştı. Bu düzgün görünümlü ve kocaman binanın çevreyle uyumsuz bir hali vardı, sanki yanlış yere dikilmiş gibiydi. O zamanlar bunu bilmiyordum, fakat Amerikan İş Merkezi –binanın adı buydu– on sekizinci yüzyıla ait ve, 1943’te bombalarla yıkılana dek şehrin en eski kiliselerinden biri olan Bethlehemskirche’nin yerine yapılmış. 2012’de İspanyol bir sanatçı, yıkılan kilisenin ana hatlarını ortaya koyan çelik bir yapı iskeleti kurdu, fakat orada oturduğumuz dönemde, yitip gitmiş olan bu bina, bulmacanın bu eksik parçası hakkında hiçbir bilgim yoktu. Oradaki evi de şimdi oturduğum evi de benzer bir huzursuzluk ve sessizlik sarıyordu. Ketum, yerinden edilmiş bir şey. Havada asılı duran anlaşılmaz bir ağırlık.
Berlin’e varışımdan kısa süre sonra erkek arkadaşımla Mauerstraße’den ayrılıp daha mezhebi geniş bir mahalleye, eskiden şehrin doğu yarısında kalan Prenzlauer Berg’e taşındık. Her yeri birbirine benzeten mutenalaştırma kuvvetlerince yeniden biçimlendirilmek üzere olan o semtte, semtin sakinlerinde aranan bütün özellikleri farkında olmaksızın bir bir karşılıyorduk. Altı ay içinde hamile kaldım ve biz de mahallenin genç aileleri arasına katıldık. Bebeklerimiz orada doğdu, ilk dairemizi satın aldık, nikâhı bastık ve hayvan sahiplendik. Aile ve iş hayatını kusursuz bir bütün halinde bir arada tutma yükümlülüğüne kendimizi kaptırmışken dikkatimiz dağılıverdi ve birbirimizi unuttuk. Evliliğimizin karaya oturmasına göz yumduk. Ne var ki, bu gerçek on iki yıl sonra şehrin karşı tarafına, merkezin doğusundan merkezin batısına taşındığımızda henüz gözle görülür bir hal almamıştı.
Berlin’de doğan ve 1930’ların başında şehri terk etmek zorunda kalıncaya dek aralıklarla burada yaşayan Walter Benjamin, her kim “üstü örtülmüş geçmişine yaklaşmak isterse toprağı kazan bir kişi gibi hareket etmesi gerekir” tavsiyesinde bulunuyor. Tarihin zeminini okumak için bakılan bir tür toprak falı mıdır bu? “Küreğin kara toprağı çok temkinli hareketlerle deşmesi de bir o kadar elzemdir.” Yazarak kazmaya, gerçekte ne aramam gerektiğini bilmeksizin geçmişi tarayıp elekten geçirmeye başlıyorum. Kendinize ait olmayan hatıraları bulup çıkarmak tuzaklarla dolu çetin bir iş. Ama belki bir yerin geçirgenliğine, geçmişinin bugününü nasıl etkilediğine ışık tutabilir. Ben de işe en bariz noktadan başlıyorum: burada, mutfak penceresinde yalnız başıma içeriden dışarıya bakıyorum.
Kendimi bir şehrin portresini yazmakla görevlendirdim. Belki de imkânsız bir görev ama her ne hikmetse bu ev bana bunu yapmamı telkin ediyor. Buradan sonrası hafızayı, geçmişi ve geçmişin geri kazanılmasını ilgilendiriyor, fakat anlatı tek bir yoldan ya da adım adım ilerlemiyor. Bir yerin hafızası düz bir zaman çizgisi boyunca dümdüz uzanmıyor; ayrı şeyleri birbiriyle bağdaştıran, ayrı şeyleri andaş kılan bir yanı var, olup bitenlerden ve geçip gidenlerden, yaşantılardan ve mizaçlardan geriye kalanların ince katmanlar halinde üst üste gelmesinden oluşuyor. Tekrarlana tekrarlana sokakların ve evlerin harcına karışan veya zaman içinde çoğalıp biriken kelimeler ve imgelerle kayda geçirilmiş edimlerin bir bileşkesi bu; ya da hiçbir somut şekli yok aslında, sezgilerle yoklanması, yeni baştan hayal edilmesi gerekiyor.
Landwehr Kanalı’nın kıyısındaki bu evi bulduğumuzda suyun hemen kenarında yaşamanın bir akış tutturmaya yarayacağını düşünmüştüm. Yaşadığım yer hakkında yazmak ise demir atmanın ve sürüklenmeye karşı koymanın bir yolu olabilir. Özellikle de, yazdığım şeyler bizatihi akıntının sürükleyip getirdikleri -geçmişin bilincin kıyılarına vuran enkazı- ise şayet. Fakat bu konu -bu şehir- belli sınırlar içinde zapt edilmeyi reddediyor. Yazdığım metin giderek yayılan, ele avuca sığmaz bir hal aldı, böylelikle de belirgin kenarları olmaksızın genişleyip yayılan şehrin kendisine, Berlin’e benzemeye başladı.

Dip Akıntıları
çev. Yasemin Çongar
Siren Yayınları
Mayıs 2024
295 s.
NOTLAR:
[1] Christopher Isherwood, Hoşça Kal Berlin, çev. Zehra Gencosman, Yapı Kredi Yayınları, 2014, sf. 11. (ç.n.)
[2] Şehrin Duvar’la iki ayrı kesime ayrıldığı Soğuk Savaş yıllarında Doğu ve Batı Berlin arasında, yaya ve araç trafiğine açık olan, birçok filme konu olmuş ünlü geçiş noktası. Duvar’ın yıkılmasından sonra orijinal kontrol kulübesinin ve tabelanın bir benzeri yerleştirilen Checkpoint Charlie, Berlin’de bir “hafıza mekânı,” turistlerin çokça ziyaret ettiği bir yer olarak işlev görüyor artık. 2018’den beri de “kültür mirası” statüsünde. (ç.n.)
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 18
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Aynadan Yansıyan Hatıralar / Baudrillard-Söyleşiler: 1968-200 / Çatlak / Dayanışmanın Zincirlerini Çözmek / Her Şeyin Hikâyesi / Küfrün Kısa Tarihi / Raik’in Annesi / Yalnız Evler Soğuk Olur / Yaşamın Politikası / Zor Saat
Sonraki Yazı

Öykülerde İstanbul:
İBB’den hikâye kalkışması!
“Yazarların doğum yıllarına göre kronolojik sıra izleyen 100 öykü, İstanbul fikri etrafında Ahmet Rasim’den Onur Caymaz’a, Türkçe dilinde yazıyla uğraşanların İstanbul aracılığıyla Batılılaşmadan kentleşmeye, kadın erkek ilişkilerinden ekolojiye –bir çoğu hâlâ geçerli– çeşitli meselelere nasıl baktıklarının bir yansıması.”