Dilden dile insanlığa çağrı
“Sorduran, düşündüren kitaplardan Dilden Dile. Bildiğimi ya da rahatça ve zevkle okuyacağımı sandığım bölümlerde bile, zevkine sözüm yok ama rahatımı kaçırdığı oldu: Melih Cevdet Anday’ın ağacına benzer…”
Alışkanlıklarımı severim, iyi yanlarını savunurum; doğrusu iyi yanı çoktur da – ama arada adamı sarstığı olurmuş. Ben alıştığım üzere dil kitabı okuyacağımı sanırken, Souleymane Bachir Diagne, felsefeci diye mi nedir, metne ve dile saygıdan, zorbalığın kötülüğünden, konukseverlikten söz edip insanlığa çağrıyla bitirdi yapıtını. Kuşkusuz abartıyorum; tüm bunları, dil/çeviri gibi zor görünen, doğrusu konuya da alışmadığım yanlarından yaklaşan bir metinle yapmasına şapka çıkardım. Akşit Göktürk, Tahsin Yücel, Nermi Uygur gibi dilcilerle felsefecilerden şerbetli değil miydim bu duruma? Öyle olduğumu da bu okumamla anımsayıp, onlara yeniden dönmeye karar verdim.
Eskimek bir yana, hep güncel bir konu çeviri. Çünkü dile ve anlama dair. Ayırdında olalım olmayalım, adına çeviri diyelim demeyelim, insansız günlerimizde bile bizimle: Yalnız başıma geçirdiğim bir günün yarım saatinde markete gittim diyelim; içeriğini okuduğum ürünün çeviri işi olduğunu o an düşünmem kuşkusuz; şu yazıyı yazana dek de düşünmemiştim. Oysa az sonra kasada, önümdeki yabancı, telefonundaki çeviri uygulaması aracılığıyla kasiyerle “konuşacak!”; teknolojinin yardımıyla birbirlerinin dilini bilmeden anlaşacaklar işte.
Çeviri her zaman böyle gözlem isteyen yollardan gitmiyor. Yapay zekâya yaptırılan kitap çevirileri ülkemizde de tartışıldı örneğin. Çeviriden söz ediyorsak dilden konuşuyoruz demektir. Dil öğrenmek, hele çok dil bilmek kimileri için “statü”, ama bunu böyle görenler ne dil öğrenmeye kalkışıyor ne de kalkışmadıkları bu öğrenme işine ola ki girişirlerse, o dil(ler)le ne yapacaklarını düşünüyor. Herhalde dil öğrenmeyi isteyenlerin pek azının gözü çevirmenliktedir. Çevirmenliğin de bir türü yok ki! Üstelik birazdan orasını burasını kurcalamaya uğraşacağım kitapta, çeviri konusunun; dil, eh, dil olunca da çeviri üzerine de sözde okuyan bendenizin hiç düşünmediğim ya da okudukça pek az düşündüğümü gördüğüm –çünkü kimisini adamakıllı kimisini toptan bilmediğim– yanları işleniyor.
Ben çeviriyle genelde kitap, çoğunlukla da edebiyat çevirileri dolayısıyla ilgileniyorum. Okuduklarımın ne kadarı çeviri diye deli pösteki sayar gibi oturup saymadım ama belleğimi hızlıca yoklayınca, sayısının çokluğu beliriyor. Bunun araştırılması da yapıldı üstelik. Edith Grossman’ın kitabını Çeviri Neden Önemlidir? (YKY, Ocak 2017) adıyla Türkçeye çeviren Ayşe Ece’nin çevirisine yazdığı önsözden aktarıyorum:
Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl yayımlanan kitaplar arasında çeviri kitapların oranı yaklaşık %3 iken bu oran ülkemizde %50’yi geçmektedir.
Ayşe Ece’ye katılıyorum:
Neredeyse çeviri ile yaşayan bir toplum olmamıza rağmen hayatımızı belirleyen ve yönlendiren bu etkinlik üzerine çok fazla düşünmüyoruz. Özellikle de edebiyat çevirisi alanında aktif olarak yer alan çevirmen, editör, yayıncı ve okurların deneyimlerini düşünsel bir bağlam içinde tartıştıkları çalışmalarla pek karşılaşmıyoruz.
Althusser, Derrida gibi ülkemizde tanınan düşünürlerin öğrencisi olan felsefe profesörü Souleymane Bachir Diagne epeyce düşünmüş. Bergson postcolonial kitabıyla iki ödül almış. Bu yıl da Fransız Akademisi tarafından Frankofon yabancı yazarların yanı sıra Fransız edebiyatı araştırmacılarına ve Fransız dilini destekleyen kişi ve tüzel kişilere verilen Hervé Deluen Büyük Ödülü’ne uygun görülmüş. Başlarda kolayca içine giremediğim bir kitabı çevrildi Diagne’nin: Dilden Dile-Çevirinin Konukseverliği (Timaş Yayınları, Ağustos 2025). Ozan Kırıcı ile Seda Sevinç Kesim’in çevirdiği kitabın editörü Dilruba Aydın. Hemen söyleyeyim ki, çok çevirmenli kitapların kiminde yaşadığım sersemliğe uğramadım bu çeviride. Bunda çevirmenler, editör, redaktör (Sena Bayraktar) ve son okumacının (Osman Gönül) uyumlu işbirliğinin payı olduğunu sanıyorum – sonradan söz edeceğim bir-iki yanlışta da aradaki bağ kopmuş olabilir…
Dilden Dile:
Çevirinin Konukseverliği
çev. Ozan Kırıcı, Seda Sevinç Kesim
Timaş Yayınları
Ağustos 2025
144 s.
Felsefeci olunca kişi, yazdıkları da çeviri felsefesiyle, çeviri eyleminin etiğiyle dolup taşıyor sanıyor insan. Doğrusu bunlar var kitapta (etiğin bir çeviriden beklediği şey, Quine’e göre yardımseverlik, Appiah’ya göre saygı gibi örneğin – s.120) ama genel olarak “etik” de var. Genel olarak yerine ister istemez demeliyim, çevirinin “kapsamını” düşününce! Yazarın tanımıyla, çevirinin “dilleri biraraya getirme”, -’aynı zamanda eşitsizliğe karşı verilen siyasi mücadelenin de bir boyutu olan- “karşılıklılık” etiği. (s. 119)
Kitabın alt başlığı düşündürücü bir kez: Ne demek “çevirinin konukseverliği?” Belli ki, “çeviri dediğin konuksever olmalı” gibisinden bir istek bu. Diagne benim gibi gerdanlık/alınlık (epigraf) seven yazardan. Her bölümün başına koyduğu gibi, kitabın ana tezini verdiği için olacak, ilk sayfaya da Louis Massignon’un sözünü asmış: “Diğerini anlamak için onu kendimize dahil etmemeli, onun ev sahibi olmalıyız.” Kitap okundukça belirir gibi olacak bir söz bu. Gibi olacak, çünkü bu önemli kitap tek okumayla –en azından benim için– kuşatılacak, tüketilecek yapıtlardan değil. Bu kuşatamamanın berisinde, sorularımın bitmeyişi de yatıyor.
Bereket, dilimize konuya değin yazılarla kitaplar çevrilmekten başka (Tercüme dergisinden başlayarak anımsayalım), Türkçede dil ve çeviri üzerine çok iyi yazılar, kitaplar yazıldı, yazılıyor. Ben onlardan birini, öğretmenim bellediğim Nermi Uygur’un Dilin Gücü kitabındaki “Dil ve Çeviri” yazısındaki şu tümceleri okuyunca, çevirinin konukseverliğine yaklaştığımı sanıyorum: “… çeviri sonra-gelendir. İlk-olan, çeviriyi kendisine göre yaptığımız kalkış dilidir. Bu dil çeviriyi belirler, çevirinin doğruluk ayracı bu dildedir.” Sonra-gelense, çeviriye “konuktur.”
Aslında, “Tahakküme Karşı Çeviri” başlıklı giriş yazısı, daha adından başlayarak kitabın (özetini değil) özünü veriyor. Antoine Berman’ın “Çevirinin özü açılım, diyalog, melezleme ve merkezsizleştirme olmasıdır. O, bir araya getirir ya da bir hiçtir” (s. 9) alıntısıyla “çevirinin konukseverliği”ni kavramaya başladığımı sanıyorum. Diagne yapıtı boyunca Berman’ı izliyor. “Dillerin Dili” başlıklı sonuç bölümünde, “Önceki sayfalar, Antoine Berman’ın tanımıyla dillerin ‘bir araya getirilmesi’ olarak anlaşılan çeviri hakkında aynı iyimserlikle kaleme alındı” diyor. (s. 118) Bu iyimserliğe hemen kapılmıyor Diagne:
İyimserlik saflık değildir. Zira bu, dillerin ‘bir araya gelmeleri’nin ölüm öpücüğü olabileceği gerçeğini görmezden gelmek anlamına da gelmez. Nitekim dillerin temas sonucu yok olabileceğini, bugün artık ‘yok olmuş’ diye adlandırdığımız dillerin varlığı –ya da yokluğu– kanıtlamaktadır. (s. 118-119)
Diagne’nin verdiği, Senegal’deki Bapen dili örneği kadar “kuğunun son şarkısı” kertesinde olmasa da, ülkemizde konuşulan Ladino dili geldi aklıma.
Melezleme/melezleşme benzetmesine “Aracı ve Çevirmen” bölümünde de değiniyor Diagne: “Çünkü onların (Frankofonların –O.Ü.) ‘yabancı Fransızcası’, yani ‘bizim dilimizde yaşamaya başlama’ biçimleri, Berman’ın çeviri anlayışının en iyi örneğidir: Çevirinin özü karşılıklı bir döllenme, yani melezleşmedir. Berman bu fikri, notunun sonunda Mauritiuslu şair Édouard Maunick’in şu sözüyle özetler: ‘Fransızcayı döllemek gerekir.’” (s. 62) İlginçtir, benzetmeyi başka ama yakın bir örnekle, Edith Grossman da yukarıda andığım kitabında kullanıyordu:
Cervantes’in, Faulkner’ın ve çok sayıda başka büyük yazarın yapıtları başka dillere çevrilmemiş olsaydı, edebiyat dünyasında yaşanan bu üretken ve zengin çapraz döllenme kesinlikle gerçekleşemezdi. (s. 26)
Aslında Diagne’nin çırpınmalarıyla çağrısı, insanların kötü niyeti olmasa, bu işin doğasında var gibi!
İyimserliğin saflık olmadığını başta da söylemişti Diagne. (s. 12) Diller ölüyor. Ölünce ne oluyor? “… insanlığa kattıkları benzersiz kimlik de kayboluyor.” Dillerin ölme “… nedeni, kendilerini daha ‘merkezî’ bir dilin, yavaşça onları emen bir lingua franca’nın çevresinde bulunmalarıdır”. (s. 13) Diagne sözünü etmemiş ama lingua franca (ortak/geçerli dil ya da jargon) da ölür kuşkusuz. Yıkılışından sonra dilinin yüzyıllarca yaşadığı söylenen Sümerce gibi… Geçerli/ortak dil gerekli olduğuna göre, yok oluş nasıl önlenecek? (Dilden Dile her soruyu yanıtlamıyor ama soruyor.) Tabii önemli olan yaşayana titizlenmek, saygı göstermektir.
İyimserliğin saflık olmadığını dile getirmeden önce, kitabının ne’liğini söylüyor:
Bu kitap, çeviri ve çevirinin muktedir oldukları –kimlikler arasında bir eşdeğerlik (eş değerlik –O.Ü.), karşılıklılık ilişkisi yaratma yeteneği ve bir araya getirme gücü– üzerine bir düşünceyi yansıtmaktadır; bu, onların aynı düzlemde görünmelerini sağlama yeteneği anlamına gelir, bunu yaparak bir dilden diğerine konuşur ve birbirimizi anlarız. … Bu kitap, ‘çeviriye bir övgü’ ve onu ‘hümanizm’ olarak tanımaya davettir, çevirinin neler başarabileceğine dair iyimser bir bakışı ifade eder. (s. 12)
Çevirinin ana koşuluyla itici gücünü “saygı” (s. 76), özünüyse tahakküm değil, “aracılık”, “ilişkilendirme” (s. 71) ve “cömertlik ile konukseverlik” (s. 76) diye görüyor Diagne.
“Tahakküme Karşı Çeviri” bölümünde, ünlü edebiyat eleştirmeni Pascale Casanova’nın iki gözlemini aktarıyor. İkincisi şu: Çeviri, “çevresel” dilden “merkezî” dile yapılırsa değer kazanır. Tabii tersi de geçerli (Ahmet Oktay’ı anarak vice versa diyeyim); “… ‘hipermerkezî dil’de, diyelim İngilizcede düşünülmüş ve yaratılmış olanı çeviri yoluyla kendi diline alma, hipermerkezî dilin niteliğini artırma” demektir. (s. 14) Evet, bunlar doğru; ama Nermi Uygur’un yukarıda andığım (1956’da çıkan) “Dil ve Çeviri” yazısında dediğini unutamıyorum: “Çeviri yaratıcıdır: Çevirdiğine varlık kazandırır.” İşin başını saptıyor Uygur; çeviri varsa yapıt vardır. “Çevirenler olmasaydı,” diyor Nermi Uygur, “çevrilen şeylerin kendisine gidemeyecektik; çeviri ortamında yaşayanlar için şeylerin kendisi, bir bakıma çevirileridir.”
Yazımın başında bu kitap için çeviri konusunda düşünmediğim sorunları ele aldığını söylemiştim. Okudukça kimilerini ucundan kıyısından kurcaladığımı ayrımsadım ama gene de –buraya dek yazdıklarım pek azı olmakla birlikte– Dilden Dile-Çevirinin Konukseverliği kitabı harladı bendeki koru. “Dilbilimci, Yerli Halk ve Uzaylı”, “Aracı ve Çevirmen”, “Klasik Afrika Sanatının Çevirisi”, “Çevirmen Olarak Filozof”, “Tanrının Sözünü Tercüme Etmek” başlıklarıyla (alt başlıklarını saymadan) beş bölüme ayrılan bu ince kitap yükte hafif ama içerikte yoğun. Dolayısıyla ilk okuyuşumda ve bu yazımda bende doğurduklarının tümünü yazamayacağım açık. Ben “Tahakküme Karşı Çeviri” başlıklı girişle “Dillerin Dili” başlıklı sonuç bölümünü de ilgiyle okudum. (Şiddet içeren, konuksever olmayan, ötekini anlamakla ilgilenmeyen, metni karikatürize eden bir çeviri örneği var burada. “Şiddet içeren çevirinin çaresi yine çeviridir, çünkü kavimler ve kabilelere dağılmanın çaresi de insanlıktır.” – s. 121)
Kitabı elime alır almaz aklıma gelen kitap, Akşit Göktürk’ün Çeviri: Dillerin Dili kitabıydı. Elimdeki kitabı açıp da sonuç bölümünün adının aynı olduğunu görünce hem şaşırdım hem sevindim. “Dillerin dili” tanımı kimin, bilmiyorum ama Diagne’nin şu dediklerine karşı çıkacağım:
Umberto Eco’nun şu sözleri sıkça tekrarlanır: “Avrupa’nın dili çeviridir.” Ngugi Wa Thiong’o’nun şu sözleriyse kesinlikle daha az bilinir: “Çeviri, dillerin dilidir; tüm dillerin iletişim kurabileceği bir dildir.”
Baktım, Thiong’o’nun o tümceyi kurduğu kitabı 2009’da çıkmış; oysa Akşit Göktürk’ün “… tek tek diller ötesinde bir ortak dildir çeviri, dillerin dilidir” tanımını yaptığı, kitabına da ad diye koyduğu yapıtının tarihi 1986! Göktürk tanımın kime ait olduğunu söylemiyor; büyük olasılıkla kendi buluşudur. İkisinin ortak yanıysa, yazık ki daha az bilinmesi.
Kitap boyunca başta Ataç, bizde dil üzerine yazanlar içinde benim okuduklarımı çokça andım. Kitabın da anımsattığı kişiler, hatta yazılar oldu. Tek örnek vereyim: Tahsin Yücel’in bolca andığı, Erdim Öztokat’ın Genel Dilbilim Sorunları adıyla kitabını dilimize çevirdiği ünlü dilbilimci Émile Benveniste’i “Çevirmen Olarak Filozof” bölümünde, 1958’de çıkan “Catégories de pensée et catégories de langue” başlıklı makalesiyle anıyor (yazının Türkçesi, “Düşünce Ulamları ve Dil Ulamları” başlığıyla Öztokat’ın çevirdiği kitapta bugün). Diagne, Öztokat’ın özetiyle, Aristoteles’in oluşturduğu düşünce ulamlarının evrensel nitelik taşımadığını, çünkü Yunancanın kavramsal bir izdüşümü olduğunu savladığı (YKY, s. 8) örneğini işler. Benim Tahsin Yücel’i anımsama nedenim, onun Benveniste’i sıkça anması değil tek. 1968’de çıkan Dil Devrimi ve Sonuçları kitabında, 1958’de çıkan makaleden özdeş örnekle söz etmesi. (Elime geçen birkaç Fransızca dilbilimi kitabın kaynaklarında Tahsin Yücel’in yapıtlarını gördüğüm için, Diagne’nin kitabında da karşılaşacağımı sandım.)
Kitabın çevirisini sevdim. Demiştim: İki ya da daha çok çevirmenli kitaplardaki karmaşa yok. Kimin nereleri çevirdiği belli değil yalnızca, onun için 85. sayfadaki notta “… ben de çevirmen olarak … birleştirmek istedim” diyen kim; çok önemli olmasa da gizemli. Bir iki yanlıştan söz edeceğim demiştim, işte ediyorum: Belki özgün metinde böyledir ama, “Tanrının Sözünü Tercüme Etmek” bölümünde Kur’an’dan söz edildiğinde “yirminci bölüm”, “otuz altıncı bölüm” (s. 106) diye çevrilmesini yadırgadım. İlgili sureler neyse, öyle karşılanabilirdi (nitekim iki sayfa sonraki notun çevirisinde, eleştirdiğim duruma biraz yaklaşılmış: “… Kur’an’ın 43. suresi, 4. ayetinde geçen…”) Son eleştirim de çokça eleştirdiğim, “Bible Ne Demek?” başlığıyla Denemeden Bilemezsin adlı kitabıma da yazdığım, ne yazık ki doğru yazımını göreceğimden umudumun kalmadığı İncil sözcüğüne. Kitab-ı Mukaddes/Kutsal Kitap ya da (eksik ama “bizdeki anlamıyla doğru”) Tevrat diye çevrilmesi gereken sözcük, görebildiğim kadarıyla dört yerde yanlış olarak İncil diye çevrilmiş (s. 38, 55, 104, 121). Bir yerde Spinoza, Yahudi ve İncil sözcükleri tek cümlede geçmesine karşın (s. 104) nasıl bu yanlışa düşüldüğüne gerçekten anlam veremiyorum.
(Tevrat ile Tanah ayrımına girmeden, ayraç içinde yazdığım “eksik ama ‘bizdeki anlamıyla doğru’” sözüme, Nermi Uygur’un andığım yazısından şu kadarcık dayak [destek] attıracağım: “Çeviri kuramcılığı da pek çekmiyor beni. Homeros şöyle çevrilmeliymiş. Hangi dile? İşte bunu unutuyor çoğun sayın kuramcılar.”)
Tek okumada kuşatamayacağımı söylediğim kitabı okurken çok not aldım. O kadar ki, onları da işleyip yazıya çevirseydim, yazım iki değil, üç katına çıkardı. Çelişki mi? Bence hayır. Sorduran, düşündüren kitaplardan Dilden Dile. Bildiğimi ya da rahatça ve zevkle okuyacağımı sandığım bölümlerde (diyelim “Klasik Afrika Sanatının Çevirisi”nde) bile, zevkine sözüm yok ama rahatımı kaçırdığı oldu: Melih Cevdet Anday’ın ağacına benzer… Hem, hep sömürü aracı olarak kullanıldığını bellediğimiz çeviriyi tersine çeviren “Sömürgesizleştirme, Çeviri” ara başlığı bile başlı başına kışkırtıcı değil mi?
Tüm bu ele alışlar içinde, belki de bunların asıl amacı olarak Souleymane Bachir Diagne’nin çağrısı şu:
Bergson’un hatırlattığı gibi, biz her şeyden önce bir kabile türüyüz, doğal olarak bize benzeyenlere ve bizim dilimizi konuşanlara eğilimliyiz. Bergson da bize, … kabileleri aşan bir ‘açık toplum’ yaratma sorumluluğunun bizde olduğunu söyler. İnsanlık, nostaljimizin nesnesi değil, aksine ufkumuz ve görevimizdir. … Elbette bu görev için sadece çeviri yeterli değildir; bu eylem, göreve ancak katkıda bulunur. Çeviri yeterli değildir, çünkü etnik milliyetçilikten insanlığa geçmek, ayrımcılığın bölücü gücüne karşı mücadeleyi de gerektirir. (s. 121)
Ne güzel! Diagne, yaşama biçimiyle işi içinde, çeviri konusuna eğilerek yapıyor bu çağrıyı. Herkes kendi uğraş alan(lar)ında bu yere varabilir. Sanırım bu kitabı en çok, “bakış”ı için sevdim.
Önceki Yazı
Yazarlar ve Leviathan'ın izinde modern politik edebiyat:
Orwell’in denemelerinde yazarın politik konumlanışı
“George Orwell’i yalnızca distopyaların yazarı olarak gören dar bakışın ötesinde, onu bir düşünür, bir tanık ve bir muhalif olarak yeniden değerlendirmeye bir davet bu eser...”