Dijital Cehennem:
İletişimsel kapitalizmin ekolojik maliyeti
“İnternet her ne kadar insanlığı ilkel bir iletişim kanalı olan kablolardan kurtarmış gibi algılansa da, 'günümüz dünyasındaki veri trafiğinin neredeyse yüzde 99’u hava yoluyla değil, yerin ve denizin altına döşenmiş kablolarla' iletilmekte. Kıtaları birbirine bağlayan milyonlarca kilometre uzunluğundaki bu kabloların yerleştirilmesi, bakımı ve hurdaya çıkartılması büyük paraların döndüğü bir sektör..”

Elektronik çöplüklerinden biri ve okyanus tabanındaki internet kablo taşıyıcılar...
“Beton, elyaf ve çelikten bir krallık kurduk,
üstelik saniyenin milyonda birinde isteklerimize
boyun eğen, her an son derece emre amade bir yapı bu”.
–Guillaume Pitron
Dünyanın doğal kaynaklarını bir yağma düzeyinde yok eden kapitalizm, bu kaynakların mutlak bir sonu olduğunu fark ettiği yerde harekete geçti. Bu hareket, olası bir ekolojik felaketi önlemek için atılması gereken somut adımları değil, pazarlama aracı olarak da kullanılabilecek iyimser bir çevreci söylemi kapsıyordu. Egemenler tarafından üretilen bu söylem, bir yandan şirketleri greenwashing yöntemiyle aklayarak, tüketicilere eğer bu şirketlerin ürünlerini satın almayı seçerlerse yanında ahlaki bir bonus hediye ediyor, diğer yandan ekolojik tahribatın sorumluluğunu dişlerini fırçalarken musluğu açık bırakan, çöpleri ayrıştırmadan tek torbada toplayan bireylerin üzerine yıkıyordu. Bunun yanında, otomobil sektöründe gördüğümüz gibi, yatırımlarını sonlu doğal kaynakların insafına bırakmak istemeyen, bu nedenle alternatif bir üretim/pazarlama stratejisi belirlemek zorunda kalan sermaye grupları, bu yönelimlerini de çevreci kaygılarla süsleme fırsatını elde ediyordu.
Geç kapitalizmin bu kâr odaklı çevreci söylemi, bir noktada, ‘70’li yıllardan itibaren bir ideoloji hüviyetine bürünen teknoloji söylemiyle el ele verdi. Nasıl ki, dünyadaki bütün sorunların var olma nedeni, bu sorunları ortadan kaldırabilecek teknolojik çözümlerin eksikliğinden kaynaklanıyorsa, ekolojik tahribat da çeşitli teknolojik buluşlarla ortadan kaldırılabilirdi. Hatta ekolojik bir felakete sürüklenmemenin tek yolu buydu. Çünkü bu bakış, ekolojik sorunların, kapitalizmin yükselişiyle birlikte hayati bir düzeye geldiği gerçeğini gözlerden saklayıp kapitalist üretimi insanlığın doğal gelişim seyrinin bir aşaması olarak açıklama yolunu seçiyordu. Yani kapitalizmin gelişimi kadar bunun doğaya maliyeti de insanlığa dair, doğal ve kendiliğinden süreçlerdi. Bu maliyetlerin onarılması için kapitalizme içkin çözümler dışında bir yol yoktu. Burada teknoloji, ekolojik felaket riskiyle karşı karşıya kalan insanlara asli kurtarıcı olarak pazarlanıyordu.
Maddiyatçı modernlik

Dijital Cehennem: Bir Like’ın Ucuna Yolculuk
çev. Alp Tümertekin,
İş Bankası Kültür Yayınları
2023
255 s.
Dijital teknolojiler ve internet de bu bağlamda çevrenin korunması açısından bir fırsat olarak değerlendirildi. Bütün veçheleriyle iletişimin hem hızını inanılmaz düzeyde artıran hem de onu maddi gereksinimlerden özgürleştiren internetin, başta kâğıt olmak üzere birçok maddenin gereksiz israfını önleyerek çevreye pozitif katkı sağlayacağı düşünülüyordu. İnternet ve kablosuz erişim etrafında yaratılan mitler de bu teknolojilerin genel anlamda gayri maddi ve sürtünmesiz bir dünya yaratacağını iddia ediyor, sanal dünyanın maddi yapısının gözlerden ırak tutulması da bu iddiayı inandırıcı kılıyordu. Dijital teknolojiler ve internet gerçekten doğaya iyi gelmiş olabilir miydi?
Fransız gazeteci Guillaume Pitron, Dijital Cehennem: Bir Like’ın Ucuna Yolculuk isimli kitabında bu soruya olumsuz bir cevap veriyor ve dijital endüstrinin halihazırdaki yapısına bakarak bu sektörün yakın gelecekte çok daha ciddi bir ekolojik maliyeti önümüze koyacağını iddia ediyor. Dünyanın çeşitli ülkelerini gezerek, veri merkezlerini ve okyanus altı internet kablolarını yerinde gözlemleyerek, birçok sektör temsilcisi, akademisyen ve gazeteciyle görüşerek internetin maddi yapısının peşine düşen Pitron çalışmasının amacını şu şekilde özetliyor:
“Yarı mistik bir maddesizleşme ideali adına inanılmayacak denli maddiyatçı bir modernlik üretmekte olan bir teknolojinin anatomisini çıkarmak.” (s. 10)
Elektrik!
Öncelikle elektrik. Dijital teknolojiler herkesin bildiği gibi elektriğe bağımlı. Bu bağımlılık sadece video izlediğiniz akıllı telefonunuzun şarj edilmesini değil, o videonun uzak kıtalardaki veri merkezlerinden akıllı telefonunuza gerçekleştirdiği seyahat boyunca harcanan elektriğin tamamını ifade ediyor. Örneğin, Pitron’un aktardığına göre, PSY’nin Gangnam Style videosunun sadece YouTube platformu üzerinden izlenmesinin tükettiği elektrik, büyük bir kasabanın yıllık elektrik tüketimine eşdeğer bir düzeyde. (s. 115)
Devasa veri merkezleri, insanların kullandığı elektronik aletlerin elektrik tüketiminden kat kat fazla, muazzam boyutlarda elektriğe ihtiyaç duyuyor ve bu elektriğin önemli bir kısmı hâlâ kömürden karşılanıyor. Toplamda dijital teknolojiler dünya çapında üretilen elektriğin yüzde 10’unu tüketirken, toplam karbondioksit salınımının yüzde 4’ünden sorumlu durumda. Bu da neredeyse dünya sivil havacılık sektörünün toplam karbondioksit salınımının iki katına tekabül ediyor. (s. 6) Dijital sektörü ulusal elektrik tüketimi sıralamasının içerisine dahil edersek, ABD ve Çin’den sonra en büyük elektrik tüketimi bu sektör tarafından gerçekleştiriliyor. Dijital sektörün, mevcut büyüme ritmini devam ettirdiği sürece her geçen yıl daha fazla elektriğe ihtiyaç duyacağını, bu talebi karşılamak için her yıl daha fazla elektrik üretileceğini ve bu üretimin ekoloji üzerindeki tahribatının her yıl biraz daha artacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok. Otomobillerin elektriğe olan hicreti de düşünüldüğünde, geleceğin ekoloji mücadelesinin temel derdinin elektrik olacağını söyleyebiliriz.
Oldukça maddi: Donanım ve kablolar

İnternetin maddi yüzünü insanlıktan gizlemesine benzer bir şekilde, elektronik aletler de, meta fetişizminin büyüsünün yardımıyla, içerisinde ne barındırdığını, nasıl koşullarda üretildiğini, bu üretim sürecinin ne gibi maliyetleri olduğunu kullanıcıdan saklayabiliyor. Eskinin müdahaleye ve “kurcalamaya” açık bilgisayarlarının aksine, estetik ve nihai bir formda kullanıcıya sunulan yeni bilgisayarlar ve akıllı telefonlar dijital sektörün en maddi ve görünür veçhesini oluşturmalarına rağmen, dijitalleşmenin “yarı mistik maddisizleşme ideali” sayesinde yine de sanallaşabiliyor.
Pitron bir akıllı telefonun altın, lityum, magnezyum, silikon, brom dahil olmak üzere elliden fazla hammaddeyle imal edildiğini, sadece bu imalat sürecinin bile “bu telefonun yaşam döngüsü boyunca çevrede bırakacağı toplam ayak izinin neredeyse yarısına, tüketeceği toplam enerji miktarının da yüzde 80’ine denk” düştüğünü söylüyor. (s. 38) Buna bir de bir ürünün ve onun hammaddelerinin imalatının bütün aşamalarında seferber edilen bütün kaynakları ifade eden “hizmet başına maliyet girdisi” (MIPS) eklendiğinde bu tablo daha da ağırlaşıyor. Örneğin iki kilo ağırlığındaki bir dizüstü bilgisayarın üretimi için 22 kilo kimyasal, 240 kilo yakıt ve 1,5 ton temiz su gerekiyor.
Elektronik aletlerin ve donanım elemanlarının ebatları küçüldükçe daha az kaynak kullanılarak üretilebilmeleri, böylece çevreye daha az maliyetli hale gelmeleri de bir efsaneden ibaret. Pitron’un belirttiği gibi, “Üzerinde çalıştığımız nesneler küçüldükçe bunları üretmekte kullanılan büyük makinelerin de o oranda daha çok enerji tüketmesine ihtiyaç var”. (s. 65) Üstelik yeni nesil bilgisayar ve akıllı telefonlar gitgide kullanım ömürleri daha da kısa olacak, birkaç sene sonraki yazılım güncellemeleri aracılığıyla emekliye ayrılması sağlanacak şekilde üretiliyor. İşin moda kısmı da elektronik aletlerin kullanım ömürlerini bir hayli kısaltıyor. Son otuz yılda bir bilgisayarın ömrünün on bir yıldan dört yıla düştüğü tahmin ediliyor ve her yıl beş bin Eyfel Kulesi’ne eşdeğer elektronik atık üretildiği düşünülüyor. Buna elektronik atıkların geri dönüştürülmesindeki çabaların bir hayli yetersiz olması da eklenince, bu ürünlerin hammadde temini, imalat, kullanım ve elektronik atık haline gelme aşamalarının tamamında ciddi bir çevresel tahribata neden olduğu görülebiliyor.
Bunun yanında, bu ürünlerin imalatı için ihtiyaç duyulan hammaddelerin çıkartılması sırasında, çevresel tahribatın yanında kölelik döneminin plantasyonlarını hatırlatan insanlık dışı çalışma koşulları da gündeme geliyor. Özellikle bataryaların üretimi için kullanılan kobaltın çıkartıldığı Kongo’daki madenlerde “kölelik koşulları” bir benzetme olarak kullanılmıyor, bizzat var olanı ifade ediyor. Toplam kobalt üretiminin yüzde 60’ını tek başına gerçekleştiren bu ülkedeki madenlerde herhangi bir güvenlik önleminin alınmadığı, koruyucu malzemelerin kullanılmadığı koşullarda çok düşük ücretlerle ve uzun saatler boyunca çalışan işçiler sık sık maden göçüklerinde ya da işleri dolayısıyla yakalandıkları “sert metal akciğer hastalığı” nedeniyle hayatlarını kaybediyor. Yöneticilerin maden işçilerini daha fazla çalışmaları için kırbaçladığını gösteren bir videoyla Batının ilgisine mazhar olabilen bu madenlerde çocuk emeğinin sömürülmesi de bir kural haline gelmiş durumda.[1]
Bütün bunların görünür hale geldiği ve tartışıldığı yerde ise Apple ve Samsung gibi teknoloji devleri, üretim modellerinin taşeronun taşeronunun taşeronuna dayanmasını gerekçe göstererek herhangi bir sorumluluk almaktan kaçınıyor. Tıpkı işçilerin kurtuluşu intihar etmekte gördüğü Çin’deki montaj fabrikaları örneğinde olduğu gibi.
Pitron’un dikkat çektiği diğer bir konuysa internet erişimini sağlayan kablolar. İnternet her ne kadar insanlığı ilkel bir iletişim kanalı olan kablolardan kurtarmış gibi algılansa da, “günümüz dünyasındaki veri trafiğinin neredeyse yüzde 99’u hava yoluyla değil, yerin ve denizin altına döşenmiş kablolarla” iletilmekte. (s. 181) Kıtaları birbirine bağlayan milyonlarca kilometre uzunluğundaki bu kabloların yerleştirilmesi, bakımı ve hurdaya çıkartılması büyük paraların döndüğü bir sektör haline gelmiş durumda. İnternet tekelleri de kârlarını güvence altına almak için bu sektörle yakından ilgileniyor. Hatta insanlığın veri trafiğinin döndüğü bu yollar üzerinde hâkimiyet kurmak için, geçmişte ticaret yollarını ele geçirmek uğruna verilen mücadeleye benzer bir şekilde, Çin ve ABD arasında bir rekabet de doludizgin sürmekte. Pitron’a göre hem üretilen veri miktarının günden güne devasa artışı hem de emperyalist devletler arasındaki bu rekabet, dünyayı saran bu kabloların niceliğini de önemli ölçüde yükseltecek. Bunun yanında artık kullanılmayan, ancak bulunduğu yerden de alınmayan ve uzunluğu şu an için bir milyon kilometreyle ifade edilen zombi kabloların varlığı ve sayısının artması, insanlığın önüne ciddi ekolojik sorunlar olarak geri dönecek. (s. 195)
Sonsuz veri, sonlu kapasite
Burada veri merkezlerine geri dönelim. İnternet üzerinden dolaşımda olan içeriğin saklandığı mekânlar olan veri merkezleri dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda. Sayısı milyonlarla ifade edilen bu merkezlerin en az beş yüz tanesi futbol sahası büyüklüğünde, hyperscale olarak anılan işletmeler. Çin’de yer alan dünyanın en büyük veri merkeziyse 110 futbol sahası büyüklüğünde. Bir internet kullanıcısı, günlük sanal aktivitesi boyunca yaklaşık on ayrı ülkedeki veri merkezleriyle iletişime geçiyor. Yine bu internet kullanıcısı günlük ortalama 150 GB veri üretiyor ve tüm insanlığın ürettiği bu veriler bu veri merkezlerinde depolanıyor. Üstelik, verilere gözü gibi bakan dijital endüstri, kârlarından olmamak için bu verileri birkaç kez yedekleyerek farklı veri merkezlerine aktarıyor. Durum böyle olunca veri merkezlerinin kapasitesi ve sayısı yıldan yıla sürekli artıyor.
Üretilen ve saklanan veri miktarının bu denli devasa olmasının başlıca sebebi, internet üzerinde tekelleşmiş bulunan teknoloji şirketlerinin gelir modeli. Platformlarını bilabedel kullanıma açan bu şirketler kullanıcıların ürettikleri verileri özellikle reklamcılık sektörünün hizmetine sunarak kâr ediyor. Daha fazla veri daha fazla kâr anlamına geldiği için, bu platformlar maksimum veri üretimini teşvik edecek algoritmalar üzerinde yükseliyor. Üstelik bu durum internet ve sosyal medya platformlarıyla da sınırlı değil. Örneğin ABD’li elektrikli scooterkiralama şirketi Bird’ün de kullanıcılarının bütün verilerini sakladığı ve potansiyel bir iş modeli için bu verileri tasniflediği ortaya çıktı.
Yani veri toplamak ve saklamak, faaliyet alanı ne olursa olsun bütün teknoloji şirketlerinin ortak amacı haline gelmiş durumda. Bu da abonelik sisteminin ya da belirli işlevler için ödeme yapma yönteminin veri gizliliğine ve dolayısıyla mahremiyete katkı sunacağı naif öngörülerini şimdiden çürütüyor. Gelir modeli doğrudan reklama dayanmayan platformlar dahi kullanıcı verilerinden elde edebileceği kârı bir kenara bırakmak istemiyor. Çünkü internetin mevcut egemen yapısı reklam endüstrisinin ihtiyaçları etrafında şekilleniyor ve bu yapının değişeceğine dair bir işaret de görünmüyor.
Michael Löwy, Ekososyalizm kitabında, konvansiyonel reklamcılığın kapitalizmin doğaya açtığı savaşta önemli bir cephe olduğunu söylüyordu. İlk olarak reklamcılık için harcanan maddi kaynakların israfı, ikinci olarak ise reklamcılığın teşvik ettiği gereksiz kitlesel tüketim, insanlığın ortak çıkarları için hiçbir faydası ve zorunluluğu olmayan bu sektörün doğa düşmanı niteliklerini oluşturuyordu.[2] Bu satırların kaleme alınmasından yıllar sonra ve reklamcılık sektörünün çoğunlukla dijitale geçmesinin ardından Löwy’nin tezlerinin daha yakıcı bir hale geldiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Matbu reklamın payının azalmasının kaynak israfını azalttığı söylense de, dijital reklamcılık sektörünün internetin şeklini şemailini belirleyen yapısı, kültürel, siyasal ve toplumsal birçok soruna yol açmasının yanında, reklamın ekolojik maliyetini de kat kat artırmış durumda. Başta söz ettiğimiz gibi, sayısı milyonlarca olan veri merkezleri muazzam bir elektrik harcamanın yanında temiz su kaynaklarını da tüketen endüstriyel kuruluşlar. Yazarın aktardığına göre, ortalama bir veri merkezi yılda 600 bin metreküp su tüketiyor. Kitapta, yeni veri merkezi kurulmak istenen kasabalarda, şirketlerle su kaynaklarını korumak isteyen yerel halkın mücadelesi de aktarılıyor.
Platformların maksimum veri üretimini teşvik eden algoritmaları ve bunların yarattığı internet kullanım pratikleri kullanıcıları sürekli tepki vermeye zorlarken, insanların dikkatini çekmek ve yönlendirmek için işe sürülen botlar da veri üretimine ciddi bir katkı sağlıyor: “Eylemlerimizin internetteki toplam etkinliğin % 60’ından da azını oluşturduğunu bilince bunun ne kadar ciddi bir sorun olduğu da ortaya çıkar; dikkat ekonomisini ele alan bir eserin yazarına göre ‘geri kalan her şey ise robotlar ya da bunu meslek edinmiş insanlar tarafından üretilen yapay bir dikkatten ibarettir’. İnternet aslında troller’in, botnet’lerin ve diğer spambot’ların (genellikle otomatikleştirilmiş) istenmeyen e-postalar gönderdiği, sosyal ağlarda söylentileri büyüttükleri ya da bazı videoların popülerliğini iyice artırmak için kiralandıkları bir savaş alanıdır.” (s. 162)
Dijital Cehennem: Bir Like’ın Ucuna Yolculuk, iletişimsel kapitalizmin baştan aşağı maddi kaynaklara dayalı bir dünya kurduğuna, bu dünyanın ekolojik maliyetinin, egemen çevreci söylemin işaret ettiği diğer sektörleri kat kat aşacak bir noktaya geldiğine dikkat çekiyor. Bunu yaparken, bu çevreci söylemin yaptığının aksine tek tek bireylere değil, doğru bir şekilde, artık tekelleşmiş durumdaki teknoloji şirketlerine sorumluluk yüklüyor. Ayrıca, oldukça etkili sanal platformlara sahip bu teknoloji şirketlerinin kendilerini denetlemekle görevli kurumlardan çok daha güçlü olduklarında, yani kısıtlanamaz hale geldiklerinde yaratacakları tehlike konusunda da haklı bir uyarıda bulunuyor. Dijital endüstri, sonuç olarak girişimcilik ideolojisinin albenili kavramlarıyla değil, kapitalizmin “ya büyü ya öl” düsturuyla hareket eden, tek amacı daha fazla kâr elde etmek olan, bu nedenle toplumsal, siyasal veya kültürel hiçbir misyonu üzerinde taşıyamayacak olan bir sermaye yapılanmasıdır. Bu açıdan, tıpkı diğer sektörler gibi dijital endüstrinin de ekolojik felakete dair işe yarar bir önlem alması, ekolojik felaketi körükleyecek adımlar atacak olmasından çok daha düşük bir ihtimaldir. Çünkü “kapitalist için büyüme hayatta kalmayla eşanlamlıdır”.[3] Bunun bedeli ne olursa olsun!
NOTLAR:
[1] Eyal Press, Pis İşler: ABD’de Hayati İşler ve Eşitsizliğin Gizli Bedeli, çev. Deniz Keskin, Metis Yayınları, s. 292.
[2] Michael Löwy, Ekososyalizm: Kapitalist Ekolojik Felakete Radikal Bir Alternatif, çev. Hande Turan Abadan, Epos Yayınları, 2014, s. 107-108.
[3] Joel Kovel, Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu?, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, 2005, s. 117
Önceki Yazı

Kanun ve Nizam Dairesinde
“vatana hizmet etmek”
Ümit Kurt: “Bu kitabın temel meramı ve muradı, soykırım gibi patlamalar halinde su yüzüne çıkan bir kitlesel şiddet hadisesinin salt fiziksel ve çıplak şiddet yönüne konsantre olmak yerine, bunun altyapısını, zeminini ve iklimini hazırlayan bir fail kategorisi olarak masa başı bürokrat figürlerini ve bunların eylemlerini ortaya koymak...”
Sonraki Yazı

Akademide Digital Humanities eleştirileri ve imkânları:
Dijital beşeri bilimler bir fiyasko mu?
“Dijital beşeri bilime getirilen önemli eleştirilerden biri, veri bolluğu üzerinedir. Sayısal bilimlerde bile yeni yeni tanımlanan ve tartışılan big data gibi kavramları telaşla beşeri bilimlerin kucağına bırakmak diğer disiplinlere 'bizler de buradayız!' demekten öteye gitmiyor. Bir yandan da tarihçilerin analizler yapmasına imkân tanıyacak ve aynı zamanda da big data kavramına karşılık gelecek veri setleri bulunmuyor.”