Bir faşizm sınavı
“California’da bir lisede, 1969'da tarih dersinde yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı ve 'bir kötülük deneyi' olarak ifade ettiği Dalga adlı kitabında bizi faşizm tehlikesine karşı uyandırır Todd Strasser.”

Todd Strasser'in kitabından uyarlanan Wave (Dalga) filminden bir sahne (Dennis Gansel, 2008).
Aşağıda yer alan okuma parçasında bulunan boşlukları doldurunuz.
(Yazarın notu: Boşluklar doldurularak yayımlanmıştır.)
#Hitler Öyle bir sistem kurmuşlar ki dünyada, ne alsan Amerikan malı ya da İsrail. Bunların kökünü iyice kurutamadıkları için dünyaya bela oluyorlar.
#Netanyahu Katiline benzemek bu olsa gerek. Biri İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı, diğeri üçüncüyü başlatmaya çalışıyor.
Savaşı istemeyen #İsrail vatandaşlarını hariç tutarak söylüyorum. Keşke #Hitler savaştan bıkmayan İsrail yetkililerinin sülalesini zamanında iyice bir kurutsaymış. Bu vahşet, bu katliam, bu insanlık dışı. Nasıl bir pislik varlıklar!
Evet, o gün geldi, sana çok küfür ediyorum. #Hitler Gün gelecek tüm Yahudileri öldürmediğim için bana küfür edeceksiniz.
#Hitler Öldürmediğin her Yahudi için sövülmeyi hak ediyorsun.
#Samsun Atakum Belediyesi Meclisi’nde Ak Partili meclis üyesi Süleyman Sezen #İsrail’i kınarken #Hitler’i rahmetle andı.
Twitter İmparatorluğu’nda İsrail’in Gazze’ye saldırısını gören gözlerin söylemleri de ne yazık ki ırkçılığın altını kalın harflerle çiziyor yine. Koşulların olgunlaştığı her biricik durum yine bizi faşizmin kucağına bırakıyor. Faşizm, Hitler’in toprağa gömülmesiyle bitmemiş miydi? Modern Avrupa, Sovyetler, ultrasüper ABD toprak atmamış mıydı merhumun üzerine? Kim sakladı onu? Hangi sandığın içine tıkıldı?
Çalıştığım lisede Felsefe dersi verdiğim öğrencilerin ellerinde bir süredir Hitler’i ve çevresinde yer alan komutanları, doktorları anlatan kitapları görünce bu mesele benim kafamı epey kurcalamaya başladı. Özellikle Kavgam en çok okunan kitaplar arasında yer almaktaydı. Tanıl Bora’nın altını çizdiği gibi, İngilizce Wikipedia’nın Kavgam maddesinde “rahatça erişilebilir ve artan popülariteye sahip olduğu” yazmaktadır bu kitap için. Jeremy Adler de, 2016’da bir söyleşide “Türkiye’de bu kitabın best-seller olduğunu belirtir ve kendi açısından anlaşılmaz nedenlerle” diye tamamlar sözünü. Öğrencilerime “Neden bu kitapları okuyorsunuz?” diye sorunca yanıt olarak son derece klişe birkaç karşılık aldım. Hitler’in askerî dehasına hayranlar, Hitler dönemindeki doktorların bilime muhteşem katkıları varmış –Josef Mengele’den bahsediyorlar– gibi karşılıklar beni bir okuma projesine itmenin yanı sıra bu yazıyı kaleme almama da neden oldu. Önce “Hitler hayranı var mı sınıfta?” diyerek başladım projeye. Sevinç içinde parmaklarını havaya kaldıran küçümsenmeyecek miktarda bir grup öğrenci kitlesiyle karşılaştım. Sanırsınız Hitler’i okula davet edeceğim. İçlerinden biri neyse ki neden bunu yaptığımı sormayı akıl etti. Ben de yeni inşa ettiğim krematoryuma onları davet edeceğimi söyledim. Ama bu kez krematoryumun ne olduğunu açıklamam gerekti. Todd Strasser’in Dalga adlı kitabını onlara hediye edip okumalarını rica ettim. Birkaç hafta sonra Netanyahu Gazze’ye girmeseydi belki bu okuma çalışması işe yarabilirdi. Çünkü kitap, okuyanlarda gözle görülür bir biçimde Hitler ve de faşizmle ilgili bir görüş değişikliği yaratmıştı. Gazze’de özellikle sivillere yönelik saldırı, öğrencilerimde tekrar Hitler’le ilgili bir sempati uyandırdı. Bu durum öğrencilerimle sınırlı değildi elbette. Benzer bir şekilde halktan da aynı tepkileri görünce faşizmin kısa süreliğine uyuduğunu, uyanmak için her türlü bahaneye sığınabileceğini, hatta suretini değiştirerek yokluğuyla ilgili bir yanılsama yaratarak adeta küresel bir illüzyon oluşturduğunu söylersem yanılmış olmayacağım.

1936 tarihli bir Hitler posteri.
Todd Strasser “Bir kötülük deneyi” olarak ifade ettiği Dalga adlı kitabında bizi faşizm tehlikesine karşı uyandırır; hem de en basit ama en etkili bir yolla. 1969 yılında, Palo Alto tarafından California’da bir lisede, tarih dersinde yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılan Dalga, faşizm konusunda garantici zihnimize deyim yerindeyse karpuz kabuğu düşürür. Ben Ross adındaki tarih öğretmeni İkinci Dünya Savaşı’nı incelediği hafta öğrencilerine Nazilerin toplama kamplarında uyguladıkları vahşeti gösteren bir belgesel izletir. Aç bırakılan, bir deri bir kemik insanların görüntüleri ekrana düştükçe Ben Ross acı içinde kıvranmaktadır. Ve elbette öğrencilerinde de buna benzer duyguları harekete geçirme niyetindedir.
“Bu izledikleriniz, 1934 ile 1945 yılları arasında Almanya’da yaşandı. Bu Adolf Hitler adında bir adamın marifetiydi. Hitler aslında vasıfsız işçi, hamal ve badanacıydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra politikaya girmişti. O savaşta Almanya yenilmişti, yönetimin morali bozulmuştu, enflasyon yüksekti ve binlerce kişi evsiz, aç ve işsizdi.”

Dalga – Bir Kötülük Deneyi
çev. Dilek Berilgen Cenkciler
April Yayıncılık
Nisan 2022
160 s.
Hitler açısından bu koşulların Nazi Partisi’nin politik kademelerinde yükselmesi için büyük bir fırsat olduğunu belirtir. Ölüm kampları #Hitler’in “Yahudi Sorunu için Nihai Çözüm” dediği şeydi. Ben Ross öğrencilerinin soruları karşısında son derece kendinden emin ve soğukkanlı cevaplar verdiğini sanmaktadır, lakin dersten sonra içinde bir huzursuzluk olduğunu fark eder. Öğrencilerden biri izletilen belgesele yeterince ilgi göstermez, bir diğeri görüntülerden rahatsız olmakla birlikte soykırımın artık bittiğini ve bu konuda dünyanın dersini aldığını ifade eder. Bir daha asla olmayacak, diye ekler. Ben Ross’un içini şu soru kemirmektedir. “Almanların çoğunluğunun gösterdiği tutumu açıklamak bu kadar zor muydu?” Çünkü o dönemde halkın çoğunluğu yaşananlardan haberi olmadığını söyleyecektir. Kendini kütüphaneye atar. Ertesi gün için hazırlık yapar. Sınıfa girince tahtaya şunu yazar: “DİSİPLİN ARACILIĞIYLA GÜÇ.” Disiplin derken güçten, iktidardan bahsettiğini belirtir. Disiplinle gelen başarının altını çizer ve sınıfa albenili bir soru sorar. “Burada güç ve başarıyla ilgilenmeyen var mı?” İlginç bir şekilde öğretmenle öğrenciler arasındaki konuşma adeta Platon’un diyaloglarından fırlamış gibidir. Sokratik bir tartışma yapılıyor zannedebilirsiniz fakat burada akıl ve mantık değil, duygular ve tutkular konuşmaktadır. Dolayısıyla tartışmanın neticesi de retoriğin sınırlarını aşamayacaktır.
Ben Ross, başarı için çok çalışmanın ve disiplinli olmanın gereğini anlatır onlara. Ona göre disiplin duruşla başlar. Öğrencileri belirli bir bedensel duruşa davet eder. Emirleri verirken öğretmenden çok eğitim çavuşu gibidir. Ardından itaat için üç kural koyar sınıfa. Not almak için herkesin kâğıt ve kalemi olmalıdır. Soru sorarken veya cevap verirken, sandalyelerinin yanında ayakta dik bir şekilde duracaklar ve ilk sözleri “Bay Ross” şeklinde olacaktır. Sınıfın lideri olarak öğrencilerinin düşüncelerine ve ifade biçimlerine ipotek koyar. Soru ve cevaplar kısa ve net olmalıdır. Tuhaf bir şekilde öğrencilerin ders sonrasında duygularında tarifsiz bir değişim yaşanmaktadır. Yalnızca bir sınıf olmadıklarını, bir birimi temsil ettiklerini hissederler. Üstelik bu enerjiyi başka alanlarda kullanma konusunda heveslenmeye başlarlar. Ben Ross ise ders bitiminde şöyle der kendi kendine:
“Emirler yağdırmamdan, dik oturmak ve ezbere cevap vermek zorunda kalmaktan hepsinin nefret edeceğini sanmıştım. Oysa aksine, bütün hayatları boyunca böyle bir şey beklemişler gibi hoşlarına gitti. Çok tuhaftı. Disiplin altına alınmak istediler ve disiplinde ustalaşır ustalaşmaz, bir başkasını istediler.”

Burada Todd Strasser, Ben’in eşinin aracılığıyla onun canavar yaratmış olabileceğini söyletse de, Ben Ross bunu kabul etmez. Çünkü liderlik onun da hoşuna gitmiştir. Yapmakta olduğu deneyin kobayı olduğunu fark edemeyecek kadar güç, iktidar sarhoşluğu yaşamaktadır. Üstelik sert biçimde yaptığı soru cevap alışverişi, mükemmel disiplin arayışı bulaşıcı ve bir bakıma büyüleyicidir ona göre. Sonraki gün Ben Ross tahtaya “TOPLUM ARACILIĞIYLA GÜÇ” cümlesini yazar. Toplum, ortak bir amaç uğruna çalışan ve mücadele eden insanlar arasındaki bağdır. Çünkü kişi, toplumu kendinden daha değerli bir şeyin parçası olarak görecektir. Kendini bir şeye adamanın, bağlamanın verdiği duygu paha biçilmezdir. Yeni toplumlarının bir simgesi olmalıdır. Dalga işaretinin doğuşu tam da bu anlayışla ortaya çıkar. Dalga işareti yaparak ortak bir selamlama biçimi geliştirirler. Dalga üyeleri birbirilerine bu şekilde selam vereceklerdir. Her ne kadar bazı veliler tarafından bu deney sakıncalı bulunsa da, –özellikle bireyselleşmeyi yok etmesi ve beyin yıkamaktan farksız olduğunu düşünmeleri bakımından– Ben Ross onlar adına karar vermekten haz duymaktadır. Gariptir ki bireyselliklerini kaybetme noktasına gelen öğrenciler öğretmenlerini daha fazla sevmeye başlamışlardır. Kendi başlarına çalışmak zorunda kalmayıp sorumluluğu liderin üstlenmesi ve de daha az düşünmek durumunda kalmak öğrenciler açısından tercih nedeni olacaktır. Diğer yandan koridorlar, sınıflar “Dalga” hareketinin afişiyle süslenir. Dalga üyelik kartı çıkarılır. Kartların bazılarının arkasında “X” işareti vardır. Bunlar gözlemci olacaktır. Dalga üyelerinden kurallara uymayanları lidere haber vereceklerdir. Grubun kendini kontrol etmesi için bir sistem geliştirmiş olur bu kartlar yoluyla Ben Ross. Dalga iyi yağlanmış bir makine gibi birlikte hareket etmelidir. Çok çalışarak birbirine bağlı kalacaklardır. Ama sadece birbirini destekleyecek, kurallara uyacaklardır. Dalga üyeleri rekabet içinde olmayacaklardır. Aksine, ortak dava uğruna birlikte çalışacaklardır. Dalga’nın en güzel yanı artık popülerlik kaygısının olmamasıydı. Dalga’da herkes eşitti; toplum, grup içinde eşitlik demekti: “Eğer gerçekten bir toplumsak birbirimizi desteklemek zorundayız. Yeni üyeler alınınca kurallara uyacağına dair ant içirilmelidir.” Dalga bir fikir ve oyun değildi, eylemdi.
Üçüncü cümle “EYLEM ARACILIĞIYLA GÜÇ” ile Dalga’nın sloganı tamamlanır. Ben Ross yaptıklarının karşısında kendine hayran olmaya başlamıştır. Yaptığı deneyin sonucunun okul disiplinin yeniden doğuşu olduğunu düşünmeye başlar. Time dergisinde makalesinin hayali belirir zihninde: Disiplin Sınıflara Geri Dönüyor: Öğretmen Şaşırtıcı Bir Keşifte Bulunuyor.
Tek tip kıyafet giyme zorunluluğu birkaç öğrenci dışında çoğunluğu rahatsız etmez. Özellikle bir gruba dahil olamayan, çekingen öğrencileri bu durum çok hoşnut edecektir. İlk kez bir grubun parçası olmuşlardır ve kendilerini güvende hissetmektedirler. Oysa bu öğrenciler Dalga’nın sınırları içerisinde mutlu olacaklardır. Lider, kontrolü elinde tuttuğu sürece Dalga’nın dağılmayacağını ve öğrenciler için zararlı olmayacağı kanısındadır, ancak olaylar bu şekilde gerçekleşmez. Özellikle Dalga’ya yeni üye alma konusunda saldırgan davranan öğrenciler, Dalga’yı eleştiren herkesi hedef alacak ve onlara psikolojik baskı yapacaklardır. Olayları kontrol etmek liderin etki alanını aşacaktır. Üyelerin bilinç düzeyi, olayları yorumlayış biçimleri şiddetin tırmanışına katkı sağlayacaktır. Nazi Almanyası’nın nasıl olduğunu gösterme amacı taşıyan deneyle öğrenciler Naziler gibi davranmaya başlamışlardır. Her şey adeta tekerrür etmektedir. Öğrenciler Dalga’dan ne öğrenmeliydi sorgulaması, Dalga başarılı mı değil mi probleminin gölgesinde kalmıştır. Ben Ross diktatör rolüne bürünmüş bir tarih öğretmenidir artık. Buna birinin dur demesi gerekmektedir!
Kitap faşizmin bir daha olmayacağını söyleyenlere şöyle seslenir: BAKIN NE KADAR YAKLAŞTINIZ.
Tanıl Bora, Emilio Gentile’nin yazdığı Faşist Kimdir kitabına yazdığı “Türkiye’de Faşist Sıfatının Serencamı” adlı önsözde çok önemli bir uyarıda bulunur bize. Sağın meylettiği bir düşünce olarak faşizmi antika görmek kadar, solun kapılabildiği gibi her otoriter ve baskıcı rejimi faşistlikle itham etmek de “faşizm” karşısındaki duyarlığı köreltir. Tanıl Bora, Emilio Gentile’nin bu kitaptaki “faşist” teriminin istismarının altını çizer. Her şeyi faşizmle ilişkilendirirsek iş şu noktaya varacaktır ona göre. “Cezalandıran baba, sınıfta bırakan öğretmen, zorbalık yapan öğrenci, ceza kesen zabıta, tarafsız olmayan hakem faşisttir.” Gentile, Umberto Eco’nun “Ebedi Faşizm” makalesini referans alarak düşüncesini ona karşı temellendirecektir.

Eco’ya göre faşizmin herhangi bir tözü yoktur. Aynı zamanda bir öze de sahip değildir. Faşizm fuzzy (anlamca belirsiz, netlikten uzak, kesinlikten uzak, flu.) bir totalitarizmdir. Tek parçadan oluşmuş bir ideoloji değil, daha çok farklı siyasal ve felsefi görüşlerden oluşmuş bir kolaj, bir çelişkiler yumağıdır. Bu nedenle kök-faşizme yani “ebedi faşizm” kavramına yönelir ve malum, liste sever Eco karşımıza konuyla ilgili koca bir maddeler bütünü çıkarır.
Eco’nun faşizmi tanımlama çabası ele avuca sığmayan, örtük ya da açık birçok unsuru içinde barındıran, esnek haliyle tarihçi Ian Kershaw’un faşizm tanımını akıllara getirmektedir. Ona göre faşizmi tanımlamak, jöleyi duvara çivilemeye çalışmak gibidir. O halde biz de jöleyi tanımlamaya çalışalım. Peki kök-faşizm bize neler söyler? Eco’ya göre kök-faşizmin ilk özelliği gelenek kültü olmasıdır. Bunun için faşist hareketlerin programlarına bakmak gerekir. Örneğin Nazi bilgisi gelenekçi, senkretist, okült öğelerden beslenir. Gelenekçilik, modernizmin reddidir. Her ne kadar faşistler teknolojiye tapsa da, Aydınlanma, Akıl Çağı modern çürümüşlüğün başlangıcıdır onlara göre. Kök-faşizm, bu anlamda irrasyonalizm olarak tanımlanabilir. İrrasyonalizm, eylem için eylem kültüne dayanır. Düşünme bir tür kısırlaşmayı ifade eder ve de eleştirel tavırla özdeşleşir, kültür kuşkulu hale gelir. Eco bize burada Goebbels’in bir sözünü hatırlatır. “Ne zaman kültürden söz edildiğini duysam, tabancamı çekerim.” Eleştirellik kabul edilemez. Eleştirel anlayış ayrım yapmayı gerekli kılar, oysa ayrım yapma modernizmin göstergesidir. Kök-faşizme göre görüş ayrılıkları ihanettir. Kök-faşizm bireysel ve toplumsal hayal kırıklığından doğar. Faşizm özellikle ekonomik bunalım yaşayan, siyasal aşağılanmadan rahatsız olan, toplumun alt kesimlerinin baskısından korkan orta sınıfa çağrıda bulunur. Kök-faşizm aynı ülkede doğmuş olmanın ayrıcalığından bahseder, toplumsal kimlik. Bir ulusa kimlik verecek tek grup düşmanlardır. Komplo saplantısı vardır ve komployu açığa çıkarmak için yabancı düşmanlığına başvurur. Kök-faşizmde düşman hem çok güçlü hem de çok zayıf olarak gösterilir. Eco’ya göre faşistler düşmanın gücünü nesnel olarak değerlendiremezler. Kök-faşizm barış yanlısı değildir. Barış düşmanla işbirliği anlamına gelir. Zaten yaşam sürekli savaştır. Kök-faşizmde seçkincilik vardır. Kitleler bir egemene ihtiyaç duyar. Grup hiyerarşik olarak örgütlenir. Üstte olan alttakine tepeden bakar. Herkes kahraman olarak eğitilir. Kahramanlık bir külttür. Kahramanlık ölümle ilişkilendirilir. Kahramanca yaşamanın en güzel ödülü ölümü arzulamaktır. Sürekli savaş da, kahramanlık da oynanması zordur ve yorucudur. Bu nedenle kök-faşizmde irade cinselliğe yönelir. Kadınları küçük görme söz konusudur. Cinsellik de oynanması zor bir oyundur. Bu nedenle kök-faşist kahraman fallusun ikamesi silahlarla oynar; onun savaş oyunları bir tür penis hasedi’nden kaynaklanır.

Kök-faşizm nitel bir halkçılığa dayanır. Bireylerin birey olarak hakları yoktur. Ortak iradeyi ifade eden tek parça bir varlık olarak algılanır. Bu anlamda kök-faşizm parlamenter yönetimlere karşıdır. Mussolini ilk konuşmalarından birinde şöyle demiştir. “Bu ruhsuz ve renksiz yeri, askerî birliklerim için bir ordugâha dönüştürebilirdim.” Eco da bize bir uyarıda bulunur: Ne zaman bir siyasetçi artık “halkın sesi”ni temsil etmediği gerekçesiyle, parlamentonun meşruluğuna kuşku düşürürse, kök-faşizmin kokusunu alabiliriz. Kök-faşizm “Newspeak” (yenikonuş) dilini konuşur. (Son derece kısıtlı bir sözcük dağarcığı ve ilkel sözdizimi temel alan bu dili 1930’ların ve 1940’ların faşizmlerinden ilham alan George Orwell 1984 romanında icat etmiştir.)
Eco bu yazıyı ele alırken kök-faşizmin olası arketiplerini gösterdiğini ifade edecektir. Ona göre kök-faşizm bazen sivil giysilere bürünmüş bir şekilde hâlâ çevremizde dolanıyor. Kök-faşizm en masum kılıklarla geri dönebilir; onun maskesini düşürüp tek tek her yeni belirtisine işaret etmemiz gerekir.
Gentile’nin uyarısını elbette unutmuş değilim. Lakin Eco’nun kök-faşizmle altını çizdiği hususların gündelik hayattaki farklı formülasyonlarını pekâlâ görmekteyiz. Yukarıda bahsettiğim “Dalga” romanını çalıştığım okulda öğrencilerime okutmamdaki temel gaye de buydu zaten. BAKIN NE KADAR YAKINIZ FAŞİZME cümlesini defalarca söylemeli.

Ancak faşizm tehlikesine karşı uyanık olmak için bambaşka bir yönteme ihtiyacımız var. Hannah Arendt’in fenomenolik metodolojisi bize bu konuda tartışmasız sağlam bir zemin oluşturacaktır. Öncelikle Arendt’in “trabzansız düşünce”si, konuyla ilgili geleneksel kodları terk etmek ve meselenin tarihsel seyrini anlamak açısından çok önemlidir. Başat söylemlerin dışına çıkarak, önyargıları bertaraf ederek sorumluluk almalıyız; çünkü politik alanda birlikte çalışmak gerekir. Kamusal alanda politika yapmak, eylemi gerekli kılar. Taraftar olmamalıyız, tavır almalıyız. Tavır almak için analiz etmeye, düşünmeye ihtiyacımız var. Dünyaya karşı sorumluluğumuz felaket halinde kendi içimize kapanmak değil, aksine felaketlerle yüzleşmeyi gerektirir. “Ben ne yapabilirim?” sorusunu sormak ve başkalarıyla birleşmek zorundayız. Diyalog ve eleştiri çok önemli. En iyi bildiğimiz doğrular bugün işlevini yitirmiştir. Bu nedenle felaketlerin nasıl gerçekleştiğini anlamak ve ne yapılması gerektiğini belirlemek için düşünmeliyiz. İnsanı insanlıktan çıkaran, onu fuzuli hale getiren rejimlerde keyfilik söz konusudur. Yaşadığımız bu tekinsiz politik düzlemde güvensizlik ve korku hükmetmekte, belirsizlik kol gezmekte, yalan ve hakikat birbirinin yerine geçmekte ve bireyleri birbirinden koparan bir hayata mecbur bırakmaktadır. Totalitarizmin ideali budur işte. Yersiz, yurtsuz bırakılan kişileri eylemsiz kılmak, köksüz bırakmak. Arendt’in deyimiyle insanları sürüleştirmek. İtaate yatkın insan popülasyonu oluşturmak faşizmin nihai amacıdır. Kendimizi bu dünyada evimizde hissetmek istiyorsak totalitarizme meydan okumak zorundayız.
Bugün Gazze başta olmak üzere yapılan kıyımlara seyirci kalıp sosyal medyadan nefret kusmak yerine –ki doğru kullanılırsa sosyal medya da kamusal bir alan olabilir– kamusal alanlarda birleşmek, sokaklara çıkmak, politik baskı oluşturmak eylemlerin en değerlisidir. Ulusal yas ilan etme ya da cılız politik söylemler felaketler karşısında duyarsızlığın başka bir ifadesidir.
Önceki Yazı

Hafta sonu bir yere gitmeden yapılan
995 km
“995 km cömertçe yazılmış, tam bir siyasi roman. Mungan’ı okurken opera ölümlerini anımsamamın birinci nedeni iyi planlanmış, üzerinde çok düşünülmüş 'opera ölümü'nü (Saim Baran cinayeti) âdeta sonrasını da içerecek şekilde 995 km’ye yaydığını düşünmem. Uzun uzun hikâyesi tüm küçük ayrıntılara yayılan bir 'opera ölümü' romanı, paldır küldür gerçekleşen performatif bir 'gerçek ölüm'le kapattı anlatısını.”
Sonraki Yazı

Var olmaya çalışmak: Şiddetin Tarihi
“Édouard Louis, Şiddetin Tarihi'nde çok enteresan bir şey yapıyor: İçsel sıkıntı ya da travmatik denebilecek olayların şiddetli söylemini aktarırken aynı zamanda söylemin de kendi başına nasıl şiddete dönüşebileceğini gösteriyor. Söylem, bu travmaların izlerini taşıdığı müddetçe muhatabına darbe oluyor.”