Ansiklopedi
“Başka Kayda Rastlanmadı sergisinde, son zamanların sergi anlayışı uyarınca hoplaya zıplaya, neşeyle sergi tahtalarını dolduran metin, kupür ve çizimler, ansiklopediyi 'hazmedebileceğimiz' zamanın artık geldiğine inanmak, bizi de inandırmak istiyor gibiler.”

Reşat Ekrem Koçu. Fonda İstanbul Ansiklopedisi'nden sayfalar.
“Cildin sarı deriden arka kapağında, iç kapak sayfasında tekrarlanan şu garip sözcükleri okudum. Birinci Tlön Ansiklopedisi, Cilt XI. Hlaer-Jangr. Tarih ya da yer belirtilmiyordu. İlk sayfada ve renkli tablolardan birinin üzerini örten ipek kâğıdından yaprağın üzerine şu markayı taşıyan mavi, yumurta biçimi bir damga basılmıştı; Orbis Tertius. (…) Elimde şu anda, mimarisi ve oyun kâğıtları, mitolojilerinin ürkünçlüğü ve konuşulan dillerinin mırıltısı, hakanları ve denizleri, madenleri, kuşları ve balıkları, cebiri ve ateşi, bütün dinbilimsel ve metafizik sapkınlıklarıyla, bilinmeyen bir gezegenin bütün tarihi belli bir yönteme göre bölüklenmiş olarak duruyordu. Üstelik hepsi de birbiriyle ilişki içinde ve tutarlıydı, görüldüğü kadarıyla herhangi bir öğreti izlenmiyor ya da şaka amacı güdülmüyordu.” (Jorge Luis Borges, “Tlön, Ukbar, Tertius”, Yolları Çatallanan Bahçe, benim çevirim, Can Yayınları, 1985)
‘80’den sonra Türkiye’de başlayan “ansiklopedi furyası” yazıp-çizenlere genel bir yaşama alanı sağladı. Darbeden sonra üniversitedeki işlerine son verilen akademisyenler ya da siyasi eylemlerde yer alanlar önce Yurt Ansiklopedisi, daha sonra da Ünlüler Ansiklopedisi, Ana Britannica gibi yayınların editör, yazar ve çevirmen kadrolarında kendilerine yer buldular. Öte yandan formasyonları onlarınkiyle benzeşen, hatta aynı okullarda okumuş para sahibi kişiler de yayıncılığa ve ansiklopedi yayıncılığına girdiler. Ansiklopedi, bu cihanşümul ve saygın bilgi kaynağı herkes için tartışılmaz bir şemsiye görevi gördü.
Aşağı yukarı aynı zamanda, internet sonrası âtıl hale geldiğini düşünebileceğimiz bu ağır ve kara ciltlerin yanı sıra bazı başka kitaplar ya da yayınlar da ortaya çıktı. Bir mıknatısın birbiriyle ilişkili unsurları aniden bir araya toplaması gibi, bazı edebi eserleri ilk kez yayınlamayı amaçlayan bir yayıncılık anlayışı ve yeraltında kalmış başka, daha eski girişimlerin hatırlanması birbirine yakın tarihlerde gerçekleşti.
Diyelim Jorge Luis Borges; o zamanlar büyülü gerçekçiliğin bu ruh önderi, Türkçeye çevrilmiş bulunan ve büyülü gerçekçiliğin öncelikli eserleri sayılan Yüzyıllık Yalnızlık ve Artemio Cruz’un Yaşamı’nın gerisinde durmuş beklemekteydi. Tartışmalara yol açan politik tutumu ve henüz hakkındaki popülist “kör bilge” efsanesinin bugünkü kadar yaygın olmaması yüzünden kendisine kuşkuyla bakılmaktaydı. Yanılmıyorsam, o zamana kadar, 1978’de yalnızca birkaç sayı çıkan Yazı dergisinde bir tek Borges hikâyesi yayınlanmıştı – Fatma Akerson’un çevirisi “Yuvarlak Tapınağın Kalıntıları”.
Türkçedeki ilk Borges hikâyeleri derlemesini (Ölüm ve Pusula, Ada Yayınları, 1982), hikâyeleri seçip çeviren Tomris Uyar ile sadece kendinin sevdiği kitapları basan Ferit Edgü’nün ortak girişimine borçluyuz. Ardından aynı zamanlarda (belki de Tomris üzerinden) tanıdığım ve hayran olduğum bu sınıflandırılması zor yazardan başka hikâyeler seçip çeviren de ben oldum; Yolları Çatallanan Bahçe.
O zamanlar çok sözü edilen postmodernizmin bir alegorisi olarak gördüğüm Pierre Menard, Don Quixote’nin Yazarı hikâyesinin yanı sıra beni özellikle büyüleyen hikâyelerden biri de Tlön, Uqbar, Tertius hikâyesiydi. Bilimkurgu türünü özellikle severim diyemem, nadir bulunan kitap avcılığı ise içimi derin bir üşenme ile doldurur. Ama burada başka bir çaba vardı; olguları hayal gücünün emrine koşmasıyla “gerçekçi” olmaktan ayrılan, ama düz “uçuk” da olmayan bir şey. Yazıyla gerçeğe benzer bir “sır” yaratma hevesi; aynı anda hem fantastik edebiyatın hem de gerçekçi edebiyatın parodisi.
Oysa böyle kurgusal/kurmaca/yazarına münhasır, varolan bir dünyayı tarif ve tasnif edişiyle yeni/başka/paralel bir dünya kuran bir ansiklopediyle karşılaşmam ilk kez olmuyordu.
Öncesinde, neredeyse Borges’le (d. 1899) akran Reşat Ekrem Koçu’nun (d. 1905) efsane İstanbul Ansiklopedisi vardı. Gene –benim açımdan– ‘80’lerin başına ya da ‘70 sonlarının bir noktasına gitmeli. Ansiklopedi bazı şerhler öne sürülerek beğeniliyordu. O zamanın aydınları arasında da genelgeçer olan homofobinin etkisiyle “nahoş” bulunan bazı konulara değiniyordu. Ama İstanbul’un güzel oğlanları ve gülle topuklu tellâkları yanı sıra şehrin eski yapıları, yolları, İstanbullu tipleri, tarihî olaylar, mimari krokiler ve beste ve güfte vb. örnekleri sunduğu için de sessizce takdir ediliyordu. Bir çeşit “gizli” eserdi. İstanbul’un öz Tlön, Uqbar, Tertius Ansiklopedisi – varolan bir evrenin yeniden tasnif edilmiş bir versiyonu…
Ansiklopedi o zamanlar çok da pahalı değildi ve özel dersten kazandığım parayla aldığım ilk şeylerden biri Merdivenli Meyhane’nin penceresinden hüzünlü hüzünlü bakan sarman kedili Cihat Burak pasteli ise, ikincisi de bir İstanbul Ansiklopedisi “takım”ı olmuştu. Aldığım yer Sahaflar’daki Elif Kitabevi olabilir, olmayabilir de. Takım herkesçe bilindiği üzere tamam değildi; ansiklopedinin “sadece on cildinin bulunduğunu, 11. cilde ait bazı fasiküller olduğunu, istersem onlardan fotokopi yapılıp ciltlettirebileceğini” bana söyleyenin Elif Kitabevi’nin sahibi Arslan Kaynardağ olması fikrini daha çok seviyorum. Ansiklopediyi “temin edenin” eserin tartışmalı şöhreti yüzünden satın alana manidar bakışlar atan birisindense, Sahaflar’ın bu çelebi mizaçlı kitabevi sahibi olmasını tercih edeceğim kesin.
Gerçi ansiklopedinin İstanbul’la ilgili ana eksenlerinden birinin tam da çelebilerle çakırpençeler, gülle topuklularla kibar potinliler, avamla havas arasında olduğu da söylenebilir; ansiklopedi bu iki ucun birbirini nasıl çektiğini ve erotik bir hat üzerinde nasıl birbirleriyle buluştuklarını (da) anlatır.
Muhtemelen, sözü edilen gelmiş geçmiş binlerce İstanbullu kadın ve erkek, şehrengiz yazarı, halk şairi, küçük epizodların kahramanları, vb. gibi, Reşat Ekrem de, ustası Vedat Hiç de, ansiklopediye yazı veren yazarların bazıları da bu hattı tanımışlardı ve bu onlar için değerliydi; kaybolmasını istemiyorlar, başka kuşaklara da aktarmak istiyorlardı. Yaşanırken güçlü, taşınırken kırılgan bir deneyim olan Arzu’nun “seyahat etmesinin” epey müşkül olduğunu bilseler de.
Ara ara çıkarıp güzel, sarı sayfalarını zevkle çevirerek okuduğum ansiklopedinin onuncu cildini, kütüphanenin üstünü kaplayan kedi taşıma kutuları, bozuk printer ve bavul hengâmesi arasından alıp indirdim. (İhmal etmişim ya da sıra gelmemiş.) Tozunu sildim, ciltteki maddeler “Eritme” maddesi ile başlayıp “Fırın” maddesiyle son buluyor; ilk ele alınan İstanbullu sima “Erkal, Genco”, onu “Erkân-ı Harp Sokağı”, “Er, Erkek”, “Erkek Aynur”, “Erkeklerde Vücut Güzelliği Müsabakası” vb. maddeleri vb. izliyor; “Fırın” maddesindeki etraflı bilgilerin ardından cilt Fındıklı Hamamı’nı gösteren desenle sona eriyor. A’dan F’ye seyahatin 10 cilt sürmesi bile Tlön, Uqbar, Orbis Tertius Ansiklopedisi’nin yüzlerce cildi cinsinden Borges’vari bir çaba.
Gelmiş geçmiş ve o zaman yaşanan İstanbul’un remiksi olan Koçu’nun yarım kalmış eseri, bu kendine has Tlön, Uqbar, Tertius Ansiklopedisi, zaman içinde gömüldüğü yarı unutuluşun içinden yavaş yavaş yükselerek çıktı. (Aynen böyle, bu Loch Ness canavarı benzetmesi de ona çok yakışır.) Bunu muhtemelen yeni alanlar çalışan yeni kuşak tarihçilerin ilgisine borçluyuz. Tabii –Cemal Kafadar gibi– onlara öncülük eden, tarihle edebiyat, söylentiyle söylenen arasındaki ilişkileri kurcalayan tarihçilerin tarih anlayışlarına da. Bir yandan eski İstanbul’un yeniden merak konusu olmasına da elbette; ama Koçu’nun detaylı ve ısrarlı mahbublar, hamamcılar, hipiler ve tellaklar, vb. dökümü, düzayak nostaljiye hâlâ hafif irkiltici bir hava katıyor olmalı. Her zaman da katmıştır.
İşte herhalde bir halk ozanının ağzından bazı İstanbul güzelleri:
Balıkçı Güzeli derya kuzusu
Kankırmızı bıçkın olur uslusu
Bakırcı Güzeli bıçkın şehbazdır
Kara donlu kara mintanlı lazdır.
Berber Güzeli de dillerde destan
Cümlesi aşüfte, alüfte, fettan
Bozacı Güzeli avare puhu
Düş gice peşine korkma be yahu
Yemenicinin de güzeli meşhur
Öper ayağını şehr içre cumhur
Bozacı Güzeli için “avare puhu” yakıştırması ne kadar sevimliyse, yemenici güzelinin ayağı da o denli ansiklopediye mahsustur. Güzel ayak, topuk, vs. tasvirlerinden ve çizimlerinden geçilmeyen ansiklopedide yemenicinin “şehr içre cumhur” tarafından öpülen ayağı, bir fetişin ifşası olmanın yanı sıra erotizmin nasıl eşitleyen, sınıf vb. ayrımı dinlemeyen bir yanı olduğunu dile getirir. Aynı erotizm çamaşırcı güzelinin çarşı içinden geçerken estirdiği rüzgârı da, Salt Galata’daki Başka Kayda Rastlanmadı sergisindeki bir kupürde yer alan, eve çağırdığı beş erkeğe tabanca zoruyla striptiz yaptıran “Dişi Bond” Serpil’i de kapsar.

Mezkûr (derdi muhtemelen rahmetli) sergi Koçu’nun kopuklar, haneberduşlar, toplu deyişle “bekârlar” güruhunun İstanbul’a nasıl geldiklerini, orada tutunmaya çalıştıklarını, bu “bekâr uşakları”nın bir noktada nasıl “ayaktakımı”na dönüştüklerini bir tarihî fona oturtarak özetliyor. Serginin metinlerinden birindeki biraz romantik bir ifadeyle bu kişiler nihayetinde “gündelik hayatlarındaki öngörülemezliğini geceye taşır, bedenlerinin sınırlarını keşfederler”.

Kanımca, bu “gerekçelendirmeci” görüşte yeni beden çalışmalarından bir iz olduğu kadar bir çeşit –istemeden– yukarıdan bakış da var. Tam tersi de düşünülebilir oysa, niye düşünülmesin; belki de ayaktakımına doğru evrilen bu bekâr güruhu “bedenlerinin sınırları”nı geldikleri yerlerde ya da gelince burada çoktan keşfetmişlerdi de, bunu ancak şehir denen halitada rahatça yaşayabilecekleri hissine sahip idiler. Onun için buradaydılar.
Şehrin her güzel ayağı ayırt etmeden öpen ahalisi belki de tam da böyle erotik (yaşamsal diye okuyun) imkân sağlıyordu, onlara ve herkese. İstanbul dahil bütün büyük şehirler normdan ayrılan arzularını serbestçe yaşamak isteyenlere daima böyle imkânlar sağlamışlardır. Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nin toplumdışıları bunun çok, çok etraflı bir dökümüdür.
Koçu ne kadar da onlara “kopuk”, “haşere”, şu bu dese de… Bir yandan da o kadar da çok kullanır ki bu lafları, sonunda bunun arzunun dolaylı yoldan dile getirilişi olduğunu sezersiniz.
Başka Kayda Rastlanmadı sergisinde, son zamanların sergi anlayışı uyarınca hoplaya zıplaya, neşeyle sergi tahtalarını dolduran metin, kupür ve çizimler, ansiklopediyi “hazmedebileceğimiz” zamanın artık geldiğine inanmak, bizi de inandırmak istiyor gibiler. Bazen bu inanç inanılır olmuyor da değil; mesela küçük lolipoplar halinde karşımıza çıkan “Bu Şehir Kütüğünde Tabii ki Anılacak İnsanlar” levhaları sergiyi düzenleyenlerin Reşat Ekrem hattına kendilerine özgü bir yerden içtenlikle bağlandıklarının ifadesi. Sergide bazı ilginç belgeler de var; mesela bir zamanlar hepimizin okuduğu tarih kitaplarının yazarı Emin Oktay’ın müfettiş sıfatıyla Pertevniyal Lisesi tarih dersi hocası Koçu’yu alışılmamış not verme uygulaması dolayısıyla ikaz ettiği mektubun yanı sıra Mimar Sedat Hakkı Eldem’in Koçu’ya kaynak ve belge konusunda her zaman yardıma hazır olduğunu bildiren mektubu… Özellikle bu ikincisi ilginç, çünkü yayımlanabildiği süre içinde Koçu’yu ve ansiklopediyi ciddiye alanlar kadar almayanlar, görmezden gelenler, yardımdan kaçınanlar da mevcut.
Serginin adı güzel. Ansiklopedide herhalde en çok kullanılan cümle budur ve bu cümlenin sergi başlığı olarak telaffuzu ansiklopedinin hem sırrını, yarım kalmışlığını hem de sürekliliğini, hep çoğaltılabilir oluşunu akla getiriyor. Demiş ki Koçu:
“Bu çapta bir eserde bazı isimle arasında önemli boşluklar kalmayacağını ve bütün maddelerin eksiksiz kaleme alınacağını hiçbir fani, hatta hiçbir heyet iddia edemez. Ondan ötürüdür ki İstanbul Ansiklopedisi’ne yazılacak zeyiller (ekler, ilaveler), aslı kadar mühim olacaktır. Hayata gözlerimi yummuş dahi olsam, ortaya koymuş olduğum bu esere zeyil yazmaktan zevk alacak gayret sahipleri çıkacağına güvenim tamdır.”
Mamafih, vazifenin uçsuz bucaksızlığı, ayrıca eksikliğin ta kendisinin ansiklopedinin güzelliği, anlamı, hatta daldan dala atlamalarıyla bizzat üslubu olduğu düşünülürse, acaba böyle bir zeyl arayışında olan var mıdır?
Bence eserin her zaman saçtığı, saçabildiği hafif zehirli hava, onu eminim böyle bir gayretten alıkoyacaktır. Deneyenlerin, yeni maddelere Koçu ansiklopedisinin Melek Görgün’e davrandığı gibi arzu, şefkat ve hürmetle eğileceği bir zeyl hayal edemiyorum.
Önceki Yazı

Şavkar Altınel metinleri üstüne bir deneme
“Şavkar Altınel, okurla anlatısı arasına kendisini bir perde gibi geren, anlatısını kendinden süzerek bize aktardığını özellikle bilmemizi isteyen bir yazardır. Edebiyat üzerine de, yaşam üzerine de konuşurken arka planı yok saymadan ama mümkün olduğunca da zamanın ve tarihin uğultusunu eksilterek yazar.”
Sonraki Yazı

Yuval Harari’nin gelecek vizyonu
“Eskiden bu denli geniş kapsamlı tarih anlatılarına ‘Plato’dan NATO’ya’ (From Plato to NATO) denirdi, şimdi kapsam genişledi, mevzu 13,5 milyar yıl öncesinden başlıyor, ‘21. yüzyıl şafağı’na kadar geliyor. Harari’nin neo-liberal insanlık tarihi sadece fazlasıyla ideolojik değil, aynı zamanda çok sıradan ve şimdilerde demode.”