• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

DEĞİNİ GÜNLÜKLERİ:

Hastalıklara ve göçmenliklere çarpmalar, takılmalar

Harf Öncesi / Ümran Kartal; The Undying / Anne Boyer; Metafor Olarak Hastalık ve AIDS ve Metaforları / Susan Sontag; The Feeling House / Saleh Addonia

Ümran Kartal, Saleh Addonia, Anne Boyer, Susan Sontag (saat yönünde)

SÜREYYYA EVREN

@e-posta

DENEME

21 Mart 2024

PAYLAŞ

Almanya’ya çarpıp ketlenen, kilitlenen Türkiyeli insanın öyküsü

Kısa öyküler. Almanya’da yaşayan bir yazarın/kahramanın –aslında uzunca zamandır, biyografisine bakılırsa 17 yıldır Almanya’da yaşayan ve yerleşik bir yazarın– Almanya’ya, Almancaya, konuşma rejimlerine, iletişim evrenine yerleşememesiyle, klasik ifadeyle ‘entegre’ olamamasıyla veya buna direnmesiyle ya da bunu reddetmesiyle karşılaşıyoruz; yazarımız/kahramanımız Almanya’daki yerleşik kültürün daha çok da tüm soyutlamalarıyla dilin duvarlarına, harflerine çarpma, harflerin arasında kalma, sıkışma, kendi içine kapanma, ve çok geçmeden kendi sesini boğma, parçalama ve o boğulma içinde neredeyse nefessiz kalarak obsesif düşüncelere gark olma, teselliyi ince ve tekrara dayalı işçilikte veya aile geçmişine sığınmada bulma davranışları geliştiriyor.

Ümran Kartal

Harf Öncesi

Edisyon Kitap

Eylül 2021

96 s.

Kitabın harflerle oynayan, harfleri parçalayan, seslerinin yanı sıra harflerin görselliklerini, formlarını mesele edinen –görsel şiire yaklaşan ama pek o birikimle atışıyormuş/paslaşıyormuş gibi hissettirmeyen– kısımları, kitabın merkezindeki kendi sesini boğup parçalamanın kitaba adını da veren ana ekseni gibi.

Harfler silinerek, okunmazlaşarak, dağılarak harf öncesine göz kırpıyorlar. Soyutlama güçlerini çizgi olarak güçlerine devrediyorlar.

Almanya’ya çarpıp ketlenen, kilitlenen, tıkanan Türkiyeli insanın öyküsü diye bir damardan söz edilecekse, sanırım bu damarın her zaman bakılmayı hak eden bir örneği.

Bu tabii yazarın yeni üretimlerinde sonrası da olacak mı diye düşündürüyor; yani kilitlenmenin anlatısına da kilitlenecek mi yazar, bu duyguyu tekrar tekrar işleyerek mi bir hat doğuracak yoksa kilitlenmenin açıldığı anlarda Almanya’da neler yaşanıyor, ona mı bakacak? Hiç durmaksızın harfleri parçaladıktan sonra o çizgilerle neler yapılabiliyor diye mi bakacak harfleri toplayıp toplayıp tekrar mı parçalayacak?

Ümran Kartal yazılarıyla hem basından hem edebiyat dergilerinden bildiğimiz bir isim ama Harf Öncesi ilk öykü kitabı. Bir başlangıç. Takip edilesi. Gelgelelim kitap 2021’de çıkmış, ben bunları 2024’te düşünüyor ve yazıyorum. Yavaşlık iyidir diye umalım…

 

 

 

"Kanseri yenen kahraman modern birey anlatısı"na karşı

The Undying, agresif bir kanser türüne yakalandığını öğrendikten sonra farklı kemoterapi tedavileri ve iki memesinin de alınmasıyla ani bir ölümden dönen bir kadının hastalık sürecine odaklanan denemeleri. Ama hiç de böyleymiş gibi başlamıyor kitap. Dehşetengiz bir kanserin ağına yakalanan ve kesin bu kanser belasından can vereceğini düşünen bir şairin, bütün hastalık durumlarına, birbirini izleyen kayıplara ve acılara, sosyal ve kişisel düzlemde hastalıkla karşılaşınca verilen tepkilere dair derinlikli okumalar sunan, bir yandan detay deneyimlerini kendine mesafelenerek değerlendirme konusunda gerçekten hayranlık uyandırıcı tespitler yapıp insanlık durumlarını yakalarken bir yandan da mitik olanından bilimseline hastalığa dair mevcut literatürü ustaca tarayıp yaşamın hastalıktaki gündelik akışıyla karşılaştıran, felsefi kapsamı geniş, fakat sosyolojik yorumları da keskin tartışmalarıyla başlıyor.

Anne Boyer

The Undying: A Meditation on Modern Illness

Penguin Books

2020

320 s.

Kitabın ilk yarısı tamamen bu havada gidiyor, altı çizilesi çok sayıda pasajla, bilinen hastalık ve bakım pozisyonlarının yeniden düşünümleriyle karşılaşıyoruz. Nefis yazılar. İçimden geçen önce Türkçesi var mı diye internetten bakmak ve sonra olmadığını görünce de keşke Türkçesi olsa diye düşünmek oldu. Bunu, hem her iyi metnin okuru olma keyfi yayılsın diye, hemen her iyi bulduğum kitapta olduğu gibi istiyorum hem de kanser hastalarına –kitapta da bahsedildiği üzere– arkadaşları, ahbapları, yakınları kanserle ilgili kitaplar hediye ederken bunu da akıllarına getirsinler, bakış açıları genişlesin, yeni şekillerde görenler artsın arzusuyla... Dayanamıyor, içindeki kimi imgeleri, kavramlaştırmaları, kategorizasyonları birileriyle paylaşıp tadını çıkarıyorum. Anne Boyer, kanseri yenen kahraman modern birey anlatısını epey bir sarsarak ilerliyor, hiç de bunun yeni bir örneği olmak gibi bir niyeti olmadığını gayet net görüyorsunuz. Dahası, bu her şeyi doğru yapmakla övünen ve iyileşmeyi hak ettiğini ima eden hatta savlayan günümüz bireyini parçalayarak her bir parçasını masaya yatırıyor ve esas oralarda epey hastalık buluyor. Gelgelelim, kitabın bir noktasında, anlatıcı öznemiz de iyileşiyor. Ölüm dönemecine bu aşamada sapmayacağını, sapmadığını anlıyoruz. Ortada gene de bir zafer anlatısı yok. Edebiyat tarihinin çeşitli hastalık anlatılarına dikkatli göndermeler eşliğinde kurulan bir acı ve ağrı felsefesi kitabın ikinci yarısını daha çok kaplıyor. Gene altı çizilesi, üzerinde düşünülesi kısımlar, ama ilk yarısında takip ettiğimiz ölümün eşiğindeki öznenin kendi felaketinin içine okuru çekmesi gibi sürükleyici değil, daha sakin, durup düşünmeye dayanan, hayatta kalan kişinin “ne yaşadım, ne yaşadık biz birlikte” diye geriye dönük değerlendirme yaptığı bir bölüm. Kitapta alıntı yapmak, dönüp tekrar üzerine düşünmek isteyeceğim çok şey var. Ama galiba en çok hem deneyimin tam içinde olmaktan, gerektirdiği gibi delirmekten, çığlık atmaktan, çözülmekten (dile gelme anlamında) geri durmayan, hem de konuy(lar)a dair tüm –ve sıklıkla birbiriyle çelişen– bilgi biçimlerini taraf tutmadan ciddiye alabilen, dile hâkim olduğunu hissettirmekle birlikte gösterişsiz yazan, teorik düşünür kıvamını fazla bozmadan koruyan, en azından bu kitabı yazacak kadar hayatta kalmak için gerekli mücadeleyi vermiş bu şair/yazar ve kız çocuk annesi özneyi aklımda taşıyacağım.

Bu arada, kitabın 2019’da MacMillan tarafından yapılan orijinal ilk baskısının alt başlığı aslında kitabı ve yazarının yaklaşımını daha iyi temsil ediyor: Pain, vulnerability, mortality, medicine, art, time, dreams, data, exhaustion, cancer, and care [Acı, incinebilirlik, ölümlülük, tıp, sanat, zaman, düşler, veri, yorgunluk, kanser ve bakım]. Benim okuduğum Penguen edisyonunda, muhtemelen kitap daha geniş bir kitleye ulaşacağı için, ve geniş kitle daha iyi olanı değil daha kolay ve zaten bildiklerine uyanı yeğlediği için, altbaşlık A Meditation on Modern Illness [Modern Hastalık Üzerine Bir Düşünüm].

 

 

Bir Metafor Olarak Hastalık

Penguen Yayınları kitabın alt başlığını bu şekilde değiştirirken elbette alandaki kült kitaba, Susan Sontag’ın Bir Metafor Olarak Hastalık’ına da [Illness as Metaphor, 1978] gönderme yapıyor ve okurun aklına hatta genel olarak kültüre Boyer’in bu yeni yapıtının Sontag’ın klasiğinin bir devamı olarak yerleşmesini sağlamaya çalışıyor sanki. Sontag da (önce The New York Review of Books’da parçalar halinde yayımladığı) kitabını aynı Boyer gibi meme kanserine yakalanınca ve kansere (genel olarak hastalığa) dair yaygın metaforların örtük politikalarını deşifre etmek ve bunlara karşı yeniden konumlanmak için kaleme almıştı. Ben Sontag’ın kitabını yaklaşık 30 yıl önce, sevgili annem kanser ile boğuşurken, galiba ona hediye alıp önce kendim okuduydum. Şimdi bu yazıyı yazarken o 1988 tarihli, zannedersem eserin Türkçedeki ilk çevirisi olan BFS Yayınları edisyonunu bulup, annem neyin altını çizmiş ben neyin altını çizmişim baksam mı diye bir an düşündüm, fakat bakmadım. 1988’de, AIDS’in en yoğun dönemlerinde, Sontag AIDS and Its Metaphors (AIDS ve Metaforları) başlıklı ikinci bir kitap yayımlamıştı. Günümüzde Türkçe edisyon İngilizce edisyon gibi (Penguen, 2009) bu iki cildi birleştiriyor: Metafor Olarak Hastalık ve AIDS ve Metaforları (çev. Osman Akınhay, Can, 2023)

 

 

Yeni vatanda yeni hayat: 36 yaşında 18'ine basmak...

Ümran Kartal'dan sonra Saleh Addonia’nın yeni ülkenin yapısına çarpıp sıkışan göçmen merkezli hikâyelerine geçtim adeta. The Feeling House  adlı öyküler toplamının arka kapağındaki biyografisinden de öğreniyoruz ki Eritreli bir anneyle Etiyopyalı bir babanın Eritre’de doğan çocuklarından biri olan Saleh Addonia (kardeşi Sulaiman Addonia da yazar bu arada) 1976 yılında Eritre’de yaşanan Om Hajer katliamından sağ kurtulmuş, ailesiyle birlikte soluğu önce Sudan’da sonra Suudi Arabistan’da almıştır. Saleh 12 yaşındayken mülteci kamplarında bir hastalık sonucu işitme kaybına uğramış ve 18 yaşında gene mülteci olarak geldiği Londra’ya yerleşmiş. Şu anda da Londra’da yaşıyor ve öykülerindeki Eritreli karakterler de Londra’ya sızmaya çalışıyor, Londra’ya çarpıyorlar.

Bir grup Eritreli genç erkeğin Londra’da sevgili bulma çabalarını hayli ironik bir dille anlattığı “She is Another Country” öyküsüyle açılıyor kitap. Öykü şu cümlelerle başlıyor:

“Yetkililer iltica talebimizi ve temyiz mahkemesi de temyiz talebimizi reddedince yeraltına indik. Başvurumuz o kadını aramaya dayanıyordu. Başvurularımızda, büyüdüğümüz ülkede o kadının hiçbir yerde bulunamadığını ve ona âşık olabilmek için uçup bu ülkeye geldiğimizi söylemiştik.”

Saleh Addonia
The Feeling House
Holland House Books
Mayıs 2022
200 s.

Ve sonra öykü göçmenlerin sevgiliyi bulmak için gösterdikleri ümitsiz çabalarla ilerliyor. Başarısızlıkları tahmin edileceği gibi yıkımlar doğuruyor, ama maceralarının sonu birden beni Anne Boyer’in The Undying kitabına bağladı çünkü öyküye birden kanserli bir kadın girdi; öyküye ve bara aniden giren kadın badireleri atlatıp sağ kalan Eritreli gençlere yasadışı göçmen olup olmadıklarını sordu ve tereddütsüzce onları sekse davet etti. Seks başladığında kadının saçlarının döküldüğünü ve sağ memesinin alınmış olduğunu farkettiler. Bu anlatıda Saleh Addonia ile Anne Boyer’in yaklaşımları arasındaki bir fark dikkatimi çekti. Boyer, kanserli insanın bir tür “erdem sahnesi” yarattığından bahsediyordu. Kanserlinin rol alamadığı, hatta belki de dekoru oluşturduğu, ancak başkalarının rol alabildiği bir “erdem sahnesi”. Ve kanserlilerle sevgili olmayı özellikle takıntı haline getirenlerden yakınıyordu. Hayatını adamak isteyenler, hediyelere boğmak isteyenler vs. Addonia’da kanserli kadın asla sevgiliye ulaşamayan yasadışı göçmenleri sekse davet etmeye yakınken Boyer’de üzerine üşüşen erkeklerden nasıl kurtulacağını hesaplamakla meşguldü. Boyer kanser hastasıyla sevgili olmak isteyenlerin çok olmasını bulaşıcı olmayan bir ölüme yakın durmaktan hoşlananlarla açıklayan bir arkadaşını anıyor. Kanseri size kimse bulaştıramaz, herkes ve hiç kimse yüzünden kanser olursunuz, diyor. Ve toplumun bu kanser piyangosunun bir yüzdesi olduğunu bilen öğeleri, gördükleri her kanserliyle kendi hasta olma ihtimallerinin bir azaldığını düşünüp kısmi bir rahatlama yaşayabilirlermiş!

Addonia, “She was Supposed to Be My First Girlfriend” (İlk Kız arkadaşım Olacaktı) başlıklı öyküsünde de tutucu Eritre toplumunda birbirinden hoşlanan iki çocuğu anlatıyor. Çocuklardan biri (öykünün anlatıcısı olan genç delikanlı) bir sınıf arkadaşından erotik bir kadın fotoğrafı bulmuştur.  Daha doğrusu, pornografik imajlara erişimi mucizelere kalmış gençlerden biri olduğunu düşündüğünden uzun yalvarmalarla arkadaşını resmin bir parçasını paylaşmaya ikna etmiştir. Arkadaşı kadının sol bacağını kesip kahramanımıza vermiştir. Ve kahramanımız, bir yandan Romana adlı yaşıtı uzak akrabaları kızla aşk yaşamaya alışırken bir yandan da her fırsat bulduğunda bu kesilmiş sol bacak resmine bakar. Bütün hayatı boyunca tek bir kadın yüzü görmediğine yemin eden arkadaşları vardır ve bu tek bacağın kıymetini bilir. Daha sonra Romana’yı tuvaletteyken dikizlemek için anahtar deliğinden bakmaya çalışırken babasına yakalanır ve öfkelenen babası boş bir odaya sürüklediği delikanlının ellerini bağlamakla yetinmez, ayrıca onu odadaki karyolanın bir ayağına da bağlar! Halbuki daha küçüklerken, henüz toplumun kadın/erkek yasaklarına maruz kalmamışken, Romana ile aralarında cinsel oyunlara benzeyen anlar yaşanmıştır. Başka bir öyküsünde başka bir kahraman bu kez bacaklarının biri protez olan bir kız arkadaşa sahiptir. Bir diğerinde bir genç kız penisi olmadığını yüzüne vurduğu bir bulutla (ölümüne) sevgilidir.  Ötekinde parmak izi bırakmamak için parmak uçlarını yakmış Afrikalılar geldikleri Batı Avrupa kentinin sokaklarında dilenirken önlerinden geçen Eritreliyi, yani entegre olmuş görünen Afrikalıyı fark edince ellerini çekerler ondan sadaka istemezcesine. İltica taleplerinde ve davalarda eşlik eden tercümanlar, sinekler gibi üşüştüklerini düşündükleri yeni göçmenlerden nefret etmektedir.

Saleh Addonia

Saleh Addonia, böyle böyle sert durumlarla mizahı buluşturduğu öykülerinde sürekli baskıcı toplumdan çıkıp İngiltere’ye gelmekle, işitme kaybının etkileriyle, türlü noksanlıklarla ve özellikle arada yiyip giden anadiliyle ve kendini atıp atıp durduğu (aynı Ümran Kartal öykülerindeki gibi) aile hikâyeleriyle uğraşıyor. Noksanlıkların en çarpıcılarından biri olan anadili yitirme konusunda kitabın sonuna eklenmiş bir “yazarın notu” da var. Orada, yarı Eritreli yarı Etiyopyalı olduğundan söz açan Addonia, 3-4 yaşlarındayken ülkelerini terkedip Sudan’a kaçtıklarını, anadili olan Tigrinyacayı geçen zamanda kaybettiğini söylüyor. Arapçayı Araplar kadar iyi konuşabildiğini, bu kitabı yazacak kadar İngilizcesi olduğunu, ama Tigrinya dilini konuşamadığını belirtiyor ve ayrıca dillerin insanlara ait veya verili şeyler olmadıklarını, bulunup kaybedilebildiklerini, dil denen şeyi gençken bulmanın en iyisi olduğunu ve bu buluşma ne kadar erotikse o kadar iyi olduğunu... Gelgelelim, Saleh Addonia’nın Eritreliler ve Etiyopyalıları, erotik olanı ne kadar güçlü bir şekilde bastırıyorlarsa dilleri de yazarın elinden o denli uzaklaşmış, o denli bastırılmış gibi görünüyor. Galiba o yüzden yazarın ve kahramanlarının erotizmi okura geçmiyor, yolda bir yerde unutulup gidiyor ve geriye adı kalıyor – Tigrinya gibi.

Ümran Kartal

Ek bir olası bağlantı: Addonia’nın kitabındaki son öykü olan “18”de, bir göçmenin 18 yaşında İngiltere’ye vardıktan sonraki 18 yılını tek tek anlatan bölümleri takip ederiz. Kahramanımız yeni yurdundaki evini döşeyebilmek için her bir detay için ayrı eğitim almaya kafayı taktığı yıllar ve yıllar geçirir, eve koltuk almak için İngiliz tasarım tarihini öğrenmeye çalışmak gibi... Kendini yeni yurduna vardığı gün doğmuş gibi hissetmektedir. Dolayısıyla 36 yaşına geldiğinde kendini 18 yaşında olarak görür, artık yetişkin olmuştur, kendi evine yerleşme ehliyetini de orada yaşamaya ehliyetini de kazanmış gibidir. 18 yaşında çalışan arayan bir iş yerine iş başvurusunda bulunur. Dalga mı geçiyorsunuz derler ama o ısrarcı olur. Öykü kitabının bu şekilde kapanması, şu soruyu sorduruyor ister istemez: Acaba yazar da bu öyküyü bitirince mi düşündü öykülerini kitapta toplama ehliyetini kazandığını?

 

 

Bu durumda biyografisinde Ümran Kartal'ın 17 yıldır Almanya’da yaşadığı bilgisinin geçmesi sıradan bir biyografi detayı gibi gözükmekten çıkıyor. 18. yılla birlikte oradan da bir kitap çıkmış gibi sanki – doğumları ve yeniden doğumları birbirine bağlayan…

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Anne Boyer
  • Harf Öncesi
  • Saleh Addonia
  • Susan Sontag
  • The Feeling House
  • The Undying
  • Ümran Kartal

Önceki Yazı

KRİTİK

Hikâye anlatıcısı aramızda!

“ 'Evrenin Yatışmaz Yapısı’nın anlatıcıları tekrarlarla anlattıkları hikâyeleri okurun hafızasına kazırlar, böylelikle hikâyelerini ölümsüz kılmaya çalışırlar. Tıpkı Binbir Gece Masalları gibi, hikâye içinde hikâye okuruz. Her iki anlatıcının anlattığı hikâye adım adım ve ilmek ilmek örülür, işlenir, bağlanır, birleştirilir.”

ZEYNEP HAZAL SEVİNÇ

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

“İsimler değişse de iktidar mücadelesi hiç değişmiyor...”

“Bir topluluk kendini var etmek için bir yabancıya, bir düşmana, bir ötekine ihtiyaç duyar. Bu duygu onları bir arada tuttuğu ölçüde muhafazakârlaştırır” diyor son romanı Peygamber ile geçtiğimiz günlerde okurla buluşan Okan Çil. Peygamber, kutsal kitaplarda adı geçen karakterler arasındaki iktidar mücadelesini olduğu kadar bir aile trajedisini de ele alıyor.

MERVE KÜÇÜKSARP
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist