DEĞİNİ GÜNLÜKLERİ 3:
Sistembozanların alkışsızlıklarında bir gün
Oyunbozan / Nora Fingscheidt; Yüzleşmeler / Simone Atangana Bekono; How The First Sparks Became Visible / Simone Atangana Bekono; Bir Rus Piyanistin Otoportresi / Wolf Wondratschek; Zavallılar / Yorgos Lanthimos; Zavallılar / Alasdair Gray
Zavallılar (Poor Things, Yorgos Lanthimos, 2023) filminde Emma Stone (Bella Baxter).
Oyunbozanlık, sistem kırıcılık...
Olay yeri Almanya, 9 yaşında bir kız çocuğu arkadaşlarını dövüyor, ısırıyor, ortalığı yıkıyor, öğretmenlere saldırıyor, bir kez öfke nöbetine girdi mi delirmişe dönüyor ve asla sakinleştirilemiyor. Sürekli bir bakım kurumundan kovulup daha zorlu çocuklarla uğraşabileceği düşünülen başka bir kuruma gönderiliyor. Sürekli sistemin merkezinden çeperine doğru itiliyor. Anası tek kurtuluş umudu. İki kardeşi daha var. Ama filmin bir noktasında anlıyoruz ki, annesi bu kız çocuğunu baş edemeyeceği bir problem çocuk ilan etmiş çoktan. İstemiyor onu geri kazanmakla uğraşmayı. En azından diğer çocuklarımı kurtarayım gibi bir mantığı var. Ve bu küçük “oyunbozan”, Alman çocuk ve gençlik bakım sisteminin onu kurtarmak isteyen, onunla özel bağlar kuran (Frau Bafané [Gabriela Maria Schmeide] ve Micha [Albrecht Schuch] gibi) sosyal hizmetler görevlisi bireylerinin çabalarına rağmen sisteme onu geri kabul etmesinin şartı olan tavizleri veremiyor, sisteme uyumlanamıyor. Ve adım adım dışarı, daha dışarı, sonra en dışarı atılıyor.
Nora Fingscheidt’ın (d. 1983) Türkçede Oyunbozan (2019) olarak gösterilen filmi Systemsprenger’i (İngilizcede başlığı System Crasher idi) çarpıcı yapan, gündelik hayatında karşılaşsa bu agresif ve etrafa zarar veren çocuğun bir an evvel zapt edilmesinden başka bir şey istemeyecek izleyiciyi, bakım sisteminin kimi çalışanlarıyla birlikte, içine savrulduğu sistem yıkıcı tutumu bırakamayan ve karşılığında sistem tarafından sistematik biçimde en kötüye doğru ötelenen küçük kız çocuğuna sempati beslemeye çekmekteki başarısı.
Oyunbozan’ın bir başka öne çıkan yanı da, sistem içinde kalmak için vermek gereken tavizleri verememenin çocuk oyuncu Helena Zengel’in (d. 2008) canlandırdığı küçük Benni’nin (Bernadette) tek başına suçu olmadığını düşündürmesi, bunca yardım etmek isteyen insana karşın yardım alamamasının karmaşık yapısallığını ortaya koyması ve tüm bunları çözümün basit olduğunu varsayan bir ezbercilikle ve iyi niyet ya da etik bilmişlik satmayla değil, tam da çözüm fikrinin ve uygulamalarının tıkandığı yerde durup oradan güçlü duygular doğurarak yapması.
Filmi seyretmeden önce göz gezdirdiğim ve uyum sorunu olan bir kız çocuğunun sisteme tutunma mücadelesi gibi anladığım film özeti, sosyal bir soruna ezbere yanıtlar döşeyen bir Avrupa filmi izlenimi bırakmıştı bende. Filmi seyredip bitirdiğimdeyse, yaşadığım duygusal yoğunluk bir yana, nasıl bu noktaya gelmiş yönetmen, nasıl bu filme varmışı merak edip ufaktan araştırmaya başlamaktan başka yapacak bir şeyim kalmamıştı.
Sistemin bu minik sistem karşıtı karşısında kademe kademe başarısız olmasıyla ilerliyor Fingscheidt’ın hikâyesi. Aile yanında kalmaktan bakımevlerine, oradan akıl hastanesine, oradan Kenya’ya özel bir programa gönderilmeye doğru sürekli sistemin merkezlerinden çeperlerine ve dışına doğru atılmaktadır Benni.
Nora Fingscheidt beş yıl süren bir önaraştırma yapmış bu ilk filmine hazırlanırken. Belgesel sinemadan geliyor. Ama Oyunbozan bir belgesel olmaktan çok uzak bir dile sahip ve buna da dikkat edilmiş.
“Oyunbozan” ifadesi biraz hafif kaçıyor Türkçede aslında, o yüzden Almancasında ve İngilizcesindeki “sistem kırıcı” imasını hatırlatıyorum. Bir sistem karşıtlığı söz konusu, ancak teorik bir sistem karşıtlığı değil. Sisteme uymamanın giderek büyümesi daha çok. Karşılamak için “sistembozan” gibi bir yeni sözcük icat etmek gerek belki de.
Nora Fingscheidt, Almanya’daki ‘systemsprenger çocuklar’ın büyük kısmı 14-16 yaşlarında erkek çocuklar olsalar da ve önemli bir kısmı göçmenlerden oluşsa da izleyicinin buralara takılmaması ve daha saf bir duygu yaşaması için sarışın, 9 yaşında, henüz cinselliğe adım atmamış bir Alman kız çocuğunu hikâyesinin merkezine almış. Göçmenler, yabancılar, erkekler, genç erkekler, vs. ile ilgili ne kadar önyargımız varsa onları askıya alıp saf insanın bu sistemle karşılaşmasını hissettirebilmek için yapmış bunu ve açıkçası işe de yaramış. Her ne kadar günümüzün kimlik politikalarının doğurduğu bir durum gibi görünse de, çok eski bir anlatı matematiği de var arkasında: Edgar Allan Poe’nun unutulmaz şiiri “Annabel Lee”yi (1849, sevilen Türkçe çevirisi Melih Cevdet Anday) yaratırken “dünyadaki en poetik konu, en çok uğruna üzülünecek şey, küçük masum bir genç kızın ölümüdür” fikrini kullandığının söylenmesi gibi. Sistembozan bu kızın sistem tarafından aşamalı olarak (fiilen değilse de sosyal anlamda) öldürülmesinin dramatik sahnesi bu eski geleneğin de etkisiyle iki kat etkili.
“İlk Kıvılcımlar Görünür Olduğunda”
Nora Fingscheidt’ın filminden, Simone Atangana Bekono’nun (d. 1991) romanı Yüzleşmeler’e (2020) geçiyorum ve böylece Almanya’dan Hollanda’ya devam etmiş oluyoruz. Bekono ile şiir kitabı How The First Sparks Became Visible’ı (“İlk Kıvılcımlar Görünür Olduğunda”) okuyarak tanıştım. Afrikalı bir göçmen olmanın epik bir anlatısıydı bu şiir kitabı ve (İngilizcesinden çevirdiğim kadarıyla) “tüm siyahiler kırılmış insanlarla özdeşleşir / tüm siyahiler terk edilmiş insanlarla özdeşleşir / tüm siyahiler kriminaldir” gibi bağıran dizeleriyle sanki yüksek sesle bir çırpıda okunmak için yazılmıştı. Şiirlerini okuyunca Türkçeye de bir şiiri çevrilmiştir belki, bir internetten bakınayım derken fark ettim Yüzleşmeler’i. Meğer bir kitabı, hem de bir romanı çevrilmiş! (Genelde şiir kitapları yayımlayan 160. Kilometre’nin “Şair Anlatıları” dizisinden.)
Yüzleşmeler, Kamerun asıllı Hollandalı on altı yaşında bir genç kızın, Salomé’nin okuldaki sürüp giden etnik hor görme ve ırkçı nefret içeren zorbalıklara bir noktada dayanamayıp öfkeli bir karşılık vermesi ve iki Hollandalı akranını bir dal parçasıyla yaralarken birinin tek gözünü çıkarmasının sonrasını anlatıyor. Islahevi. Sistemin kahramanımıza yeniden uyumlanma için taviz seçenekleri sunması. Kahramanımızın sürekli geçmiş anılara, hatta babasının anılarına ve birlikte yaptıkları Kamerun seyahatine kadar geri giderek “taviz ver, oyunda kal veya taviz verme, oyunu yık” ikilemi arasında kalmasını anlatıyor. “Oyunu yık”, “sistemi kır”, “sistemi boz” gibi ifadeler tabii sistem nezdinde bir jestten ibaret ve sistemin kişiyi cevaben ve etkin biçimde kırma, bozma, yıkma ehliyeti almasına da denk geliyor. Oyunbozan filmindeki gerçekten yardımcı olmaya çalışan sosyal hizmet görevlilerinin sürekli Benni’ye anlatmaya çalıştıkları da buydu. Yüzleşmeler’in ismi aslında Hollanda siyasetindeki kritik bir söyleme dayanıyormuş ve çeviride kaybolmaması için hatırlamak gerekli. Avrupa’da bugün de yükselişte olduğu söylenen sağ dalganın erken bir temsilcisi diyebileceğimiz Hollandalı siyasetçi Geert Wilders, 2008 yılında Wall Street Journal’a verdiği bir röportajda “uzlaşmadan nefret ederim, çatışmaları/yüzleşmeleri severim” diyerek böbürleniyormuş. Bekono da “al çatışmayı/yüzleşmeyi buradan yak” demektedir adeta. Ve tabii böyle bir yüzleşme gerçekleştiğinde kimin cezalandırılacağına, kimin hor görülüp aşağılanacağına dair de bir bildiri içerir anlatısı.
Ayrıca ıslahevindeki Salomé gibi diğer gençler de buradan minimum cezayla çıkmalarının tek yolunun terapötik rehberlik saatlerinde suçlarıyla “yüzleşmiş gibi yapmaları” olduğunu çözmüşlerdir. (“Ağla, ağlarsan kimse sana ceza vermez.”) Salomé ifade alanının geçmişte olduğu gibi şimdi de daraldığını hisseder. İşbirliği yapmaya mahkûm olduğu psikolojik danışman daha önce Afrika’yla ilgili egzotize edici popülist bir TV programında gördüğü biridir. (Bekono bu karakterle 2005 yılında Hollanda’da yayınlanan Groeten uit de rimboe [“Çalılıktan Selamlar”] adlı bir TV programına gönderme yapıyormuş.)
Salomé ıslahevinde sürekli (Ernest Hemingway, Albert Camus, Jan Wolkers gibi yazarlardan) romanlar okuyor ve kendi yüzleşmeleri ve çatışmalarıyla bu kitaplardaki durumları sanki karşılaştırıyor. Ancak edebiyattan alabildiği rehberlik de ona sıkıştığı ikilemin ötesinde bir üçüncü yol önermez gibidir. Islahevinde, TV’den ırkçı diye tanıdığı terapistle seans yapmayı reddettiği için küçük bir öfke nöbeti yaşayan Salomé’ye durum net bir şekilde ve Oyunbozan’ı hatırlatırcasına ıslahevi müdürü tarafından aktarılır: “Böyle devam edersen telefon etmeni de yasaklayacağım… sonra ziyaret hakkını elinden alır, izin prosedürünü durdurur ve reddetmeye devam ettiğin takdirde akşam etkinliklerine katılmanı ve hava almaya çıkmanı yasaklar, cezanı uzatır ve hücreye kapattırırım ve böyle devam eder… aldığın duş sayısına kadar özgürlüklerini kısıtlamaya yetkim var.” (s. 69)
Salomé ihtiyacı olmayan şeyleri çaldığı zamanları, başkalarının bisikletlerini kanallara attığı günleri anımsar. (s. 176) Şiddet, fikir olarak da eylem olarak da ıslahevinde sürekli dolaşımdadır.
Yüzleşmeler’in “şair anlatısı” yanı, akılda kalıcı dizeleri paragraflara yaymış bir anlatımda yatmıyor (belki bir tek Paul adlı akranının bir gözünü çıkartmasıyla sonuçlanacak kavgayı anlattığı uzun pasajın güçlü sesi hariç). Salomé’nin “yakınma, çok çalış, uyumlu ol” öğretisiyle “yumruğa yumrukla karşılık ver, öne atıl ve karşındakininiçinden geç” öğüdü arasında gidip gelmesinde, her suç işleyip cezalandırıldığında o suçu işlememiş, özgürce bir yerlerde keyfine bakan alternatif bir Salomé hayal etmesinde ve sistemin çekirdeğine geri çekilmek için yeşil ışık almışken dayanamayıp romanın finalinde gene bir kimlik deklarasyonuyla sistem dışına doğru hamle etmesinde görülüyor daha çok “şair anlatısı”.
Türkçe çeviriyle ilgili bir not: Bahsedeceğim durumun çevirmenin veya editörlerin özel tercihi olduğunu düşünmüyorum, bu kitap özelinde belki de yanılıyorum hatta, ama genel halimizle ilgili bir tespit daha çok. Eskiden TRT sansürü vardı, muhafazakârlık baskısı vardı, cümle içinde “fucking kavgalar”, “fucking/bloody müzikler” gibi ifadeler geçtiğinde sokakta yaygın kullanılageldiği haliyle “mınakodumun müziği” veya “siktiğimin müziği” diye çevrilemezdi de “kahrolası müzik” veya “lanet olası kavga” diye çevrilirdi. Sonra bu muhafazakârlığı tam aşar gibi olmuştuk ki, iptal kültürü üzerinden bir başka muhafazakârlık dalgası geldi, şimdi de “küfür acaba seksist bulunur mu, bulunursa bize yazılır mı?” kaygısıyla çeviremiyoruz sanki. Bir de bakıyoruz, bir ıslahevi romanında, mahkûmlar arasında küfürlerin uçuştuğunu anladığımız sahnelerde, “kahrolası bilmemne”, “lanet olası bilmemkim” gibi ifadeler garip bir örtme tadı bırakarak dile hâkim oluyor. Hiç “siktir” demiyor da bu gençler, illa “hastir” diyorlar. Yazar arada kahramanlarının küfredip durduğunu söylüyor ama diyaloglarda biz pek küfür duymuyoruz çok şükür.
Neyse, ağzıbozuk gençleri bırakıp, şiir kitabında Mevlana’dan da alıntı yapan Bekono’dan biz de iki dizesini alıntılayarak ayrılalım:
“Ben bir halıdan sızan kan birikintisiyim / sistemleri sözcüklere dönüştürmeye çalışan.”
Alkışa izin vermemeye cüret!
Wolf Wondratschek’i (d. 1943) hiç tanımıyordum Bir Rus Piyanistin Otoportresi’ni elime aldığımda. İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, 1943’te doğan bu Alman yazar, Beat Kuşağı’nın Almancadaki temsilcilerinden sayılıyormuş. Bir Rus Piyanistin Otoportresi gerçekten de Viyana’ya sürgüne gelmiş yaşlıca bir Rus piyanistine, Suvorin’e özel ilgi gösteren bir anlatıcının ağzından akıyor. Benim alıntılamak istediğim kısım, sanatta alkışla ilgili ilginç bir bölüm. Suvorin, SSCB döneminde Rusya’da yaşadıklarına dair türlü anılar anlatmaktadır. Bunlardan birinde bir noktada izleyicilerin kendisini konserden sonra alkışlamasını istememeye başladığı bir dönemi anar. Alkışa izin vermemeye cüret eden bu piyanist partinin dikkatini çeker, devletin repertuar komitesinden bir parti görevlisi kapı önünde belirir.
“İnsanların alkışlamaktan duydukları sevinci reddeden kişi insanları da reddediyor demekti. Sanat halka mal olmuş bir şeydir yoldaş Suvorin! Yoksa Suvorin halkını sevmiyor muydu? Halihazırda mesleğini icra eden bir müzisyen olarak halkına hizmet etmekle yükümlü olduğunun ve dahası canı gönülden halkına olan sevgisinin, onların hizmetinde olması gerektiğinin farkında mı değildi?” (s. 46-47)
Parti alkış reddetmeyi bir aşırılık olarak görmüştür ve uyarı olarak Suvorin sinema piyanisti olmak, sessiz filmlerde piyano çalmak cezasına çarptırılmıştır.
Bu hikâyenin sevdiğim birkaç yanı oldu. Birincisi sistemin seni ötelemesi için, sistembozan suçun alabileceği şekillerin çeşitliliğine uç ve güzel bir örnek olması. Alkış istemediğin için de cezalandırılabilirsin şu dünyada!
Hoş, icracının alkış istememesi izleyiciden de tepki görebilecek bir rest çekme gibi de algılanabilir her zaman.
Edebiyatta alkış denince bir de okurun bazen yazarları fazla beğeniyle sarmalayıp kendini tekrar etmeye çekmeleri kastedilir.
Bir Rus Piyanistin Otoportresi’ne dönelim. Suvorin ve arkadaşları iktidarın keyfi kültür politikasının hüküm ve kararlarının gelecekleri üzerindeki etkilerini konuşurlarken biri basit bir öneride bulunur: “Sen de kimsenin beğenmeyeceği şeyleri çal,” der, “o zaman kimse seni alkışlamaz.” Suvorin bu fikre bayılmıştır. “Kimsenin beğenmeyeceği şeyleri çal! Bu, senin gibi acı çeken insanları aramak anlamına gelmez miydi?” (s. 52) “Her şeye baştan başladım… çağdaşları çaldım, en güncelleri, en zorları, en sevilmeyenleri, yasaklanmışları. Kluster akordları, triton aralıkları, düzensiz ritimler, mikro tonaliteyle yaratılmış rahatsız edici sesler… melodisiz müzik, yok oluşun müziği, çizilmiş, çarpıtılmış anların müziği. Kendimi direnişle karşılaşmış parçaları çalmaya zorluyordum. Kim ellerini parçalarcasına alkışlayacak?” (s. 55)
Yüzleşmeyse yüzleşme, çatışmaysa çatışma, sistem bozmaysa sistem bozma demenin avangard müzikle ve alkış matematiğiyle buluştuğu özel bir sahne.
Suvorin ve arkadaşları kendilerini devletin resmî kültür politikasının karşısına dikilen sivil itaatsizler gibi hissetmektedirler.
Peki bugün? Bugün Suvorin burada, aynı ruh halinde olsa ne çalardı diye merak etmemek mümkün mü?
Yetişkin bedeninin içinde bebek zihni
Lanthimos’un (d. 1973) yönettiği, Willem Dafoe, Emma Stone, Mark Ruffalo gibi oyuncuların sürüklediği Zavallılar filmini izledikten sonra filmin dayandığı kitabı, Alasdair Gray’in (1934-2019) Zavallılar’ını okudum. Zavallılar 1992’de yayımlanmış ve bir tür postmodern teknikle, kendine daha eskiden yayınlanmış süsü veren bir kitap. Gray’in kitabın içinde de bir yolunu bulup andığı gibi, Mary Shelley ve Edgar Allan Poe’dan, H. G. Wells’den, Sherlock Holmes’tan, Dr. Jekyll ve Mr Hyde’dan, Dracula’dan, George Bernard Shaw’un Pygmalion’unundan esinlerle dolu olmakla kalmayıp, onların zamanında yazılıyormuş gibi kotarılmış bir hikâye. Çok farklı anlatı formlarını ve farklı anlatıcıları kullanan, ve retro havasını terk etmeyen, özel bir yapısı var. Ana fikir, yeni intihar etmiş bir kadının cesedini taze taze satın alan bir bilim âşığı sıradışı doktorun, kadının karnındaki doğmak üzere olan bebeğin beynini çıkarıp ölen kadının beyninin yerine yerleştirmesine dayanıyor. Böylece bir bebek zihni bir yetişkin bedeninin içinde büyüyor. Lanthimos’un filmi bu hikâyeyi neredeyse salt bebeğin perspektifinden yorumluyor; her şey fantastik, dürtüsel ve bilim kolayca bir intikama indirgenebilir, acı kolayca dışavurulup atılabilir durumda.
Halbuki Gray’in romanını okuyunca toplumsal tartışmanın hayli öne çıktığı görülüyor. Mevcut ama krizde bir topluma (istense hâlâ hayatta tutulabilir durumda ancak intihar etmiş bir bedene) yeni bir anlayış (bir bebek beyni, dünyayı düzeltmek isteyen naif ve yeni ideolojilerden biri, ki Gray kitapta nihilizmin, liberalizmin, sosyalizmin ve anarşizmin farklı perspektiflerini uzun uzun tartışırken dünya düzeltici dediği sosyalist ve anarşist perspektifler özellikle buna denk geliyor) yerleştirilirse ne olur? Bu yeni anlayış nasıl yalpalar, nasıl adapte olur mevcut dünyaya ve mevcut bünyeye aynı zamanda, nasıl yeniden kavrar? Bir çocuğun fiziken küçük, güçsüz ve bağımlı olduğu dönemi hiç yaşamadan hayata başlayacak bu düşünce ne sonuç elde edebilir?
Gray’in Zavallılar’ında sinik İngiliz olarak kendini tanıtan Harry Astley, Bella Baxter’a en çok tek umut olarak pasifistler ya da barışçı anarşistler dediği grubu yakıştırır. “Dünyayı ancak kendimizi düzelterek ve başkalarının da bizi taklit etmesini umut ederek düzeltebiliriz diyenleri”, Buddha, Prens Kropotkin, Kont Lev Tolstoy, Thoreau gibileri anar ve “sen siyasete girersen, Bell,” der, “eminim ki bir pasifist anarşist olacaksın. İnsanlar seni sevecek.” (s.180)
Lanthimos siyasi tartışmayı kitaptan söküp attığını kendi de ifade etmiş. İskenderiye’de büyük sömürüyle karşılaşma sahnesinin politik bir dönüşüm noktası olmamasından belli bu zaten.
Kitap aslında yeni doğan bir beynin sıradışı ve hızlandırılmış Tanrısal bir doğumla geldiği dünyanın halini dinleyerek, gözlemleyerek, tadarak, dokunarak, konuşarak, gezerek, sevişerek, içine alarak ve dışına çıkarıp kusarak öğrenmesini bir toplumsal bilinç kazanma olarak ele alır. Ve Bella’nın dünya sistemini kavramaya doğru yolculuğu sistem karşıtı hareketleri sevmesiyle sonuçlanır. Bu eğilim İskenderiye tecrübesiyle zirvesine varır, büyüyen Bella insanlardan dünyanın yordamlarını öğrenir, ve sistemin merkezî işleyişlerini kavradıkça “dünya düzelticilerden” biri olmak ister. Bu kavrayışı sonucunda sistem onu dışa doğru itmez, aksine çapkın avukat sevgilisi Duncan Werrington’u dışa atar, bir akıl hastanesine gönderir. Duncan eski bedenin eski beyninde kalmıştır, uzlaşmaz ve dışlanır. Bella’nın uzlaşmaları kabul görür, bir kadın doktor olarak sistemin içine girer ve bir “dünya düzeltici” olur, ama çok büyük laflar etmeyen, çok iddialı çıkışlar yapmayan, çalışkan ve somut sonuçlar almaya bakan bir “dünya düzeltici” olmuştur kitaptaki hikâyenin en sonunda.
Lanthimos, Gray’in ölümünden birkaç yıl sonra çektiği Zavallılar’ında devrimin (eski gövdedeki yeni beynin) kendi çocuklarını yemesini anlatıyor sanki bebeğin gözünden. Gray ise, Gray’s Anatomy diye de bilinen Henry Gray’in 1858 tarihli klasik anatomi kitabından yaptığı görsel alıntıların yanı sıra kendi çizimleriyle donattığı ve böylece pastiş havasını daha da arttırdığı kitabında, elbette filmdeki gibi siyahi karakterlere yer bulma kaygısını öne almaz; dolayısıyla 1992’de yazılmış bu kitapta Bella’nın bir Rus, bir Amerikalı ve (belki de kılık değiştirmiş Herzen olduğu bize kitabın notlar kısmında söylenen) bir İngilizle karşılaşması hikâyenin geçmişte anlatılıyormuş gibi yapan ve siyasetleri serimleyip tartışan yapısını tamamlayıcıdır; veya kitaptaki bilim âşığı doktorlar elbette Bella’nın yokluğunda filmde olduğu gibi ikinci bir deney insanı (Felicity [Margaret Qualley]) yaratmazlar, ya da deney gücünü kişisel amaçlarla kullanmazlar. Sadece anlatının gerçekliği kuşkuludur, onun dışında hemen her şey hukuk başta olmak üzere gerçektir, bilime duyulan aşk gerçektir, aynı yeni beynin ve eski bedenin gerçek olmaları gibi, tıpkı Bella’nın anlamaya ve düzeltmeye duyduğu arzunun bir kapris olarak değil, ancak sisteme uyum ile sistemi zorlama geriliminden doğan bir sentez olarak sunulması gibi.
Önceki Yazı
Perili Ev:
Endüstriyel toplumun hayaletleri
“Viktorya döneminde hayalet hikâyelerinin bu denli popüler olmasında dinî skeptisizmin yanı sıra hızla değişen bir dünya karşısında yaşanan kaygının ve anlamlandırma çabasının da etkili olduğu söylenebilir.”
Sonraki Yazı
Raymond Queneau’nun siyasete ve tarihe bakışına dair:
Demokratik Erdemler Antlaşması
ve Model Tarih
“Direniş sözcüğünün öne çıktığı bir dönemdeyiz. Queneau’nun mizah anlayışına, zekâsına keşke sahip olabilsek; felsefeden matematiğe, tarihten mistisizme uzanan çok farklı alanlarda her birimiz üretken olabilsek. En etkin direniş yaratıcı zekânın kaybolmamasını sağlamak.”